Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '11

 
Kategori
Doğa Sporları
 

32 sene önce Trekking

32 sene önce Trekking
 

işte tam orası


Yirmi yaşındaydım. Bursalı arkadaşlarım Oğuz ve Sezai ile bir yaz macerası yapmaya karar verdik. Önce Bursaya gittik, o gece Bursada kaldık.

Ertesi gün uludağda kamp ve “trekking” (o zaman henüz bu kelime yoktu) yapmak üzere  Uludağ’a doğru yola çıktık.

Kamp malzememiz çok eksik, ama boş ver.

Keyifli bir yolculuktan sonra Uludağdaki Çobankaya ya geldik. O gün Softaboğan deresi boyunca yaptığımız gezintide yorulduk. Gece çadırda donduk. Sabah her tarafımız tutulmuş olarak kalktık.

Bu benim ilk dağ kampı denememdi. Dağ da aylardan Temmuz da olsa geceleri buz gibi olduğunu burada öğrendim. Sabah böcek ve sineklerin gürültüsü ile uyanılıyordu!  Ortam öyle sessizdi ki, burada "sinek sesi" gürültüydü!

Bir şeyler yiyip hemen yola çıktık. Planımız zirvenin ardındaki göller bölgesine gitmekti. Kilimli göl, Aynalı göl, Kara göl, Buzlu göl hep krater gölleriydi. Hepsi birer tabiat harikasıydı.

Yanımıza biraz yiyecek, su, ip, vs aldıktan sonra, başladık zirve istikametine yürümeye.  Önce, Etibank’ın terk etmiş olduğu metruk  “wolfram”  madenine vardık. Maden ıssız ve bomboştu. Bir kısmı yıkıntı halindeydi.

Buradan sonrası dağa tırmanıştı. Dik bir patika üzerinden yokuş tırmanıyoruz. ortada yol mol yok. Çayır çimen!

Benim için ciddi bir heyecandı, koskoca zirve yolu önümde, zirve dumanlı ve uzak görünüyor, yol ise gittikçe dikleşiyor. Ama ben gencim, sporcuyum ve güçlüyüm ya! (yaş icabı )

Olanca hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Sezai ikaz etti. “Bülent hızlı yürüme burası dağ! çok çabuk yorulursun.”  Dinlemedim onu. Sezai haklı çıktı. On dakika sonra kendimi nefes nefese yerde otların üzerinde oturur buldum. Ciğerlerim ağzımdan çıkacak gibiydi!

Biraz sonra Sezai yanıma geldi. “Oğlum” dedi “ben söyledim dağda hızlı yürünmez.”, “Evet.” dedim. “öyleymiş, öğrendim.”

Artık küçük ve yavaş adımlarla devam ediyorum. Başka türlüsü mümkün değil zaten. Yarım saat oldu ama yolun yarısı bile değil. Zirveye daha çok var.

Ciğerlerim ağzımdan çıkmaya çalışıyorlar, mani oluyorum! Çünkü irtifa yükseldi, Hava basıncı arttı. Oksijen azaldı. “Buradan geriye mi dönsem acaba?” diye geçiriyorum aklımdan. Olmaz yola devam…

Hiç halim kalmadı. Artık kısa aralıklarla dinleniyoruz. Aşağısı küçüldü. Oteller küçücük birer maket gibi görünüyor. Biraz daha ilerledik. Zemin hala otluktu.

O da ne? Karşımıza bir çocuk çıktı. Dağ başında! gözleri patlak ve kıpkırmızıydı. Etrafında koyunları gördüm, meğer çobanmış, selamlaştık.

Ben hemen yanına oturdum, fırsattan istifade dinleniyorum. “Nerelisin?” dedim. “kirazlı köyünden” dedi, “çobanım ben.”, “ Peki ne zaman geldin buraya?” , “Mayıs sonunda” dedi. “Her gün köye mi dönüyorsun? çok uzak değil mi?”,  “Hayır.” dedi. “ben eylüle kadar burada kalıyorum.” , “Nasıl yani hiç köye dönmüyor musun?” Hayır.” Dedi. “köyün hayvanları bana emanet. Bütün yaz ben burada onları otlatıyorum.” Şaşkınlığımı gizleyemedim. “Ne yer, ne içersin? Sıkılmaz mısın? Nerede yatarsın?” diye soruları peş peşe sıraladım. O da bana şaşırdı, “ne var bunda.” der gibi. “Yok” dedi “sıkılmam, buralar benim arkadaşlarımla dolu, kuşlar diğer hayvanlar, hem bir de köpeğim var.”,  “Nerede?” dedim. “Orada işte.” diye işaret etti. Uzakta yatan bir çoban köpeği vardı. “Neden ses çıkarmıyor bize, bir şey yapmaz mı?” dedim. “Siz benimle konuşuyorsunuz. Demek ki dostsunuz, o bilir. Anlar.” Benle konuşmaz ve hayvanlara yaklaşırsanız dalardı size.” “hadi ya! Peki kışın ne yapıyorsun ?” deyince.

Sezai bağırdı. “Hoop! Buraya muhabbete gelmedik.”

Ben gene Bülentliğimi yapmıştım! Muhabbet yani. “Hadi, hoşça kal.” Deyip ayrıldım çobanın yanından, yola devam ettik.

Artık otlu yol bitti, her yer kayalık oldu. Hatta etrafta bazı küçük kar birikintileri görmeye başladık. Temmuz sonunda ilk defa böyle bir şey yaşıyorum. Ben ilk kar birikintisine yöneldim ki!

Sezai gene “hop!” dedi. “gezintide değiliz Bülent, yola devam.”  

İçimden “öf be dedim. Bir rahat yok!” Sonra anladım. Dağda her şey bir plan dahilinde olmalı. Yoksa çuvallamak var. Yani kalırsın orta yerde.

İyi de! öyle dikleşti ki yol, artık düz gitmenin imkanı yok. Bir kaç metrelik zikzaklar çizerek çok meyilli bir patikayı takip ediyoruz.

Sezai “bu çoban patikasını takip etmek zorundayız” dedi. “yoksa hem ilerleyemeyiz, hem de tehlikeli olur, yolu kaybeder yukarı ulaşamayız.”  

Dağa tırmanmanın ne kadar incelikleri varmış, o gün öğrendim. Tırmanmaya başlayalı bir buçuk saati geçti. Önümüz tamamen karla kaplandı. Ama buz aslında, kıştan kalma. Zirveye çok az kalmıştı. Oğuzla Sezai kar üzerinden yürümeye devam etti.

Ben kara ayağımı basmamla birlikte yüzükoyun yere yapıştım.

Düştüm! ama düşerken de maalesef aşağıya, geldiğimiz yola bakmak gafletinde bulundum. Hay bakmaz olaydım! yükseklik korkusu sardı içimi. Aşağısı öyle uzak ki, artık oteller görünmez olmuştu, maden de minyatür bir oyuncak gibi görünüyor.

Sezai ile Oğuz beni lafa tuttu ve ip uzattılar, ama nafile, ip mip dinlemiyorum, yapıştığım yerden kalkamıyorum, kar kayıyor ve aşağısı ürkütücü, aslında korkacak bir şey yok, ama “yükseklik korkusu idi” burada tanıştık. İç güdüsel bir durum.

Bir süre sonra alıştım duruma. Hiç aşağı bakmadan kedi yürüyüşü ile zaten az olan mesafeyi tamamladım.

Artık düzlükteyim. Oh rahata erdim. Sezai ile Oğuz gülüşüp duruyor. Bozuluyorum, aldırmıyorum. Bütün havam gitti. Sporcu falan boş, her işin bir tekniği varmış. Deneyim de mühim. Bunları da öğrenmiş oldum.

Düzlükte yola devam ettik, patika bizi götürüyor, dağcılar ve çobanlar taşları dizerek yolu belirlemişler. İyi ki belirlemişler, bir sis bastı ki göz gözü görmüyor. Buna bağlı olarak hava buz kesti. “Neler varmış bu dağ işinde yahu…” dedim içimden.

Yarım saat sonra uzaktaki bir çobanın daha yanından geçerken el salladık. Bağırarak selamlaştıktan sonra yola devam ettik. Bizim bunca sıkıntı çektiğimiz bu yerde, bu çobanlar parkta gezer gibiydiler ve mutluydular. Köpek metodunu da öğrendik. “çobana uzaktan seslenerek selamlaşıp konuş, dost olduğunu bildir. Yoksa yanarsın.”Maazallah, Çomar orada aportta bekliyor. Kızarsa fena olur!

“Geldik” dedi Sezai, “artık inişe geçiyoruz.”, “Nereye?”, “Kilimli göle.” Aşağıda bir krater gölü var. Otlar arasında gezinen pınar suyu yukardan bakıldığında kilim gibi bir görüntü oluşturuyor. Hayatımda ilk defa böyle bir tabiat harikası görüyorum. Hemen fotoğraf çektim. Hem de her ilerleyişten sonra molalarda, zaten yirmi metrelik aralıklarla gidiyoruz. Oldukça dik ama büyük taş yığınları var üzerinden atlayarak iniyoruz aşağı doğru.

“Sonunda geldik işte.” dedim iniş bitti, pınar hemen önümüzde, koşar gibi yaptım, susamıştım, ama pişman oldum. Meğer gelmemişiz.

Bana çok az görünen mesafe hiç de öyle değilmiş, dağ ve tabiatın ortasında her şey başka türlü algılanıyor. Söylemiş olayım.

Beş dakika daha yürüyerek ulaştık pınara. Küçücük, neredeyse bir karış eninde çimenlerin arasında labirent gibi dolaşıyor, suyu buz gibi. Eğilip, direk ağzımı suya sokup koyunlar gibi içtim sudan, çok güzeldi.

Hadi yemek yiyeceğiz. Menüde domates peynir biber ve ekmek var. Dağdayız ya! ben “ateş yakıp biberleri közleyeyim” dedim, sonra saçmaladığımı anladım. Burada böyle bir şey çok fanteziydi.

Torbalar açılırken, o açlıkla ekmek somununun kenarından bir parça ekmek kopardım. Pınara batırdım ve ağzıma attım, koca lokmayı bitirdiğimde ağzımdan çıkan söz hayatımın tarihine geçti!  “Çocuklar bu ekmek pirzola gibi ya! ”

Evet. “bu ortamdaki  havanın bileşimi, etraftaki güzelliler ve yorgunluk sonunda, bir parça ekmek pirzola gibi bir lezzet, haz, zevk ve mutluluk veriyordu insana.”

Önemli olan; neyin, nerede, ne şartlarda yendiğiydi. Lüzumsuz miktarlarda oburca yediğimiz şeylerden hiç de fazla zevk almadığımız gibi, bir de şişmanlayıp bir sürü problemle mücadele ediyorduk.

Ne ince bir mesaj vermişti doğa bana. Anladınız umarım.

“Dağdaki az ile mutlu, kentteki çok ile mutsuzuz.”

Tabiatın hikmetini bu anlamdaki ilk idrak edişimdi bu. Dönüşü anlatmak istemiyorum. Öyle kötüydü ki! Çünkü aklım orada kalmıştı. Hayat ordaydı ve biz oradan uzaklaşıyorduk.

Bu kadar ders bile, yetip artmıştı bana. Üstünden otuz iki sene geçmiş. Ben hala oranın, o günün hayaliyle ve anıları ile mutlu oluyorum. Sonraları yeni parkurlarım oldu tabii. Bu işi terk ettim sanılmasın.

Ama,bu güne kadar on iki kez daha gittim oraya. Ayak uydurabilen muhtelif dostlarımı da götürdüm.

En önemlisi oğlumu üç kez götürdüm. İlkinde 4, ikincisinde 10, üçüncüsünde ise 15 yaşındaydı. Mikrobu ona da bulaştırdım yani…Sonrasında o kendei arkadaşlarını götürdü.

Şimdi bana yeni parkurlar sorup duruyor.

Bülent Selen  (“Ardımdaki Kül Yığını” )

 
Toplam blog
: 89
: 985
Kayıt tarihi
: 09.07.10
 
 

Marmara Üniversitesinde  İşletme okudu. İstanbul Üniversitesinde yüksek lisans yaptı.  Dış Ticare..