Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ağustos '08

 
Kategori
Doğa Sporları
 

8 Dağcı Perslerin ülkesinde…

8 Dağcı Perslerin ülkesinde…
 

touchal zirve keyfi...


…İran polisinin yolu kestiği ve araçları geri çevirdiğini gördüğümüzde bir şeylerin ters gitmeye başlayacağını hisseder gibi oldum. Barikatın önünde dolaşan kısa boylu, tıknaz ve kumrala çalan Tom Miks kılıklı sivil polis uzun uzun biz turistleri süzdü, sonra neredeyse dizine kadar inen tabancasının kılıfını eli ile tutarak ilerde bekleyen resmilerin yanına gitti…

 

Bir sene kadar önce İran’a yapacağımız tırmanış faaliyeti şekillenmeye başladığında neredeyse ekip tamam gibiydi. Belki birkaç ek ile oldukça keyifli bir ekibi oluşturacak ve İran’ı gezmek için yeterli zamanı bulabilecektik. Ancak geçen günler, kişilerin yaşamlarında ki değişiklikler, yeni planlar çekirdek kadroda oynamalara neden olsa da bir iki kişi dışında kadro değişmedi.

Şubat gibi birkaç yedekle birlikte ekip kesinleşti. Ve uyum faaliyetlerini sürdürmeye, sürekli bir arada olmaya gayret etti. Ekip, katılımcıları ile birlikte hemen hemen her ay bir dağ faaliyeti yaptı. Tamamı her zaman bir araya gelemese de, çoğunluk bir arada düzenlenen faaliyetler; gelecekte yapılacak İran faaliyetinin başarılı olması içindi. Bazen ekip toplantıları düzenlenerek yemekler yendi, bazen Balıklayalar da, kaya tırmanışı yapıldı. Ve ekipte görev dağılımları belirlendi. Ve, Henkel’in sponsorluğunda uçuş zamanı geldiğinde, ilkyurt dışı faaliyetine doğru yelken açan ekip; bu faaliyetten yüzünün akı ile çıkmaya kararlıydı.

1 Ağustos günü biraz erken çıktığım işten, bir an önce eve ulaşmak telaşı ile koştururken; içimde biraz burukluk, biraz sevinç, ama en çokta bilinmez bir ülkeye adım atacak olmanın telaşı vardı. Daha eve ulaşamadan telefonum çalmaya başladı. İlk arayan bizi havaalanına götürecek servisin şoförü Haşim’di. Henkel Türk; İran uçak biletlerimizi aldığı gibi, gidiş geliş şehir içi ulaşımımızı da çözmüştü. Bir gün önceden hazırladığım çantamı alıp çıkmadan önce, sıra ile çalan telefonlara yetişmeye çalıştım. Özgür, Nilgün, Hasan sıra ile arıyorlar. Herkes heyecanlı ve ilk çıkışı yapacak benim. Ve biraz geç kalmış gibiyim…

Pendik köprüsünden araca binip ekibi toplamaya başladığımızda artık iyice havaya girmiş vaziyetteyiz. Araca binen herkes heyecanlı ve sarılıp öpüşüyoruz her yeni yolcu ile. Bazılarımızın üzerinde normal kıyafetler, bazılarımızda Henkel’in bu faaliyet için ekibe özel yaptırdığı tişörtler var. Ve havaalanındayız işte… Kalabalık, yurtdışı harcı, çantaların teslimi derken saat geliyor. Uçağa geçiş, havalanma ve iki saat süren bir uçuş süreci…

Ben böyle anlarda nedense hep hüzünlenirim. Uzak gidişler hep dönmemeyi anımsatır gibi nedense. Veya kavuşulmamayı… Ve hep Edip’in o türküsü aklıma gelir;

Camların ardında dağ gece kar var

Beyaz karanlıkta parlayan raylar

Umutsuz çaresiz sallanan eller

Kavuşulmamayı anlatıyorlar…

Uçuyoruz, ama bir trenin yeni hareket ettiği Anadolu istasyonundan uzaklaşırken raylar üzerinde ki sesi dolduruyor arada bir kulaklarımı. Keskin bir tren sireni çalıyor gecenin bir yerinde, ağır aksak dönüyor tekerleri rayları üzerinde, tempolu ses ile uzaklaşıyoruz. Veya bir otobüsün, kıvrım olmaksızın uzayıp giden bir yolda, mola yerinde durduğunda, yandan geçen kamyonların vınnn diye uzaklaşan sesleri… Koşsam seslensem peşlerinden beni duymayacaklar biliyorum. İşte öyle bir hüzün, öyle bir yolcu edilmezlikle dinliyorum uçağın motor sesini. Gözlerim kapanamıyor, arıyorum rayların veya uzun yol kamyonlarının lastik sesini, gün dönüyor, sınır öbür yakaya dönüyor, zaman güneşe daha yaklaşıyor. Saatimi 1, 5 saat ileri alıyorum. Güneşi bugün daha erken içeceğim, güneşi içenlerin türküsünü bugün daha erken dinleyeceğim gibi sanki… Bugün sen uyanmadan başucunda saçlarına daha çok dokunacağım gibi sanki. Sanki öyle bir şey işte…

Pilotun sesi, artık Tebriz havaalanına doğru inmeye başladığımızı anımsattığında, başka bir ülkeye ulaşmış, hedefe yakınlaşmış olmanın rahatlığı ile arkama yaslanıyorum. Tren sesleri geride kalıyor, kamyon sesleri duyulmaz oluyor. Pencereden, yan yatan uçağın sunduğu Tebriz manzarasını seyretmeye başlıyoruz Mahmut ile… Kanadım kanadına değemiyor, yan yatıyor omuzu üzerine doğru belki bu saatte, kanatlar dokunamıyor, ve iniyoruz.

Küçük bir Anadolu havaalanı gibi olan meydandan uçağa doğru yürüyoruz. Farklı bir ülkede olmanın rüzgarı yüzümüzü yalamaya başlıyor. Beklide son zamanlarda aramızda yaptığımız şakalardan olsa gerek, yeni yapılan kulenin yanındaki vinç hepimizin dikkatini çekiyor, gülümsüyoruz. -Yok daha neler, her önlerine geleni sallandıracak değiller her halde.

Bagajlarımızı alırken, Gürbüz sırt çantasının yanında batonlarının olmadığını söylüyor. Son bagajın dönmesine kadar bekliyoruz. Batonlar yok. Bir görevliye durumu iletiyoruz. Anlaşılır Azeri Türkçesi ile gelin biraz sonra form dolduralım diyor. Ve çantalarımızı yüklenip çıkışa doğru yöneldiğimizde bir sivil görevli her nedense dikkatimi çekiyor. Telsizinin pantolonunun yan cebine sokmuş, uzaktan bize bakıyor. –Hadi hayırlısı diyorum.

Çıkışta sıra bekleyen insanların arasına doğru yürürken iki sivil görevli ‘kuhneverdi’ diyor. Evet diyoruz. Ve sıradan çıkıp diğer tarafa geçiveriyoruz. Kuhneverdilere (dağcılara) ayrı bir sempati besleyen bu insanların yaklaşımı hepimizin hoşuna gidiyor. Sonra bekleme salonuna yığdığımız çantaların yanından Gürbüz ile uzaklaşıyoruz. THY ofisinde kimse yok. Geri dönecek uçak ve yolcuları bindirmekle meşguller. Kayıp eşyalar ileilgili tutanak tutulan ofise gittiğimizde sadece bizden bir şeylerin eksik olmadığını oldukça fazla kayıp şikayetcisi olduğunu görüyoruz. Bazısı tüm çantalarını kaybetmiş. Ya bizim bir çanta kaybolsaydı ne olurdu? Düşünmesi bilekötü.

Ofiste çalışan örtülü kızlara, sanki kur yapar gibi duran bir görevliye derdimizi anlatıyoruz. Tutanak hazırlanıyor, İstanbul’a bilgisayardan bilgi geçiliyor ve okuyamadığımız dilde, sağdan sola doğru yazılarak bir takım notlar alınıyor. Ve Azeri Türkçesi ile Gürbüz'e verilen belgede yazılı telefonu bir hafta sonra araması isteniyor. Bir hafta Tebriz’de kalacakmışız gibi. Ve oluşturduğumuz ortak kasa için 300 dolar bozdurup bir çanta tümenin sahibi oluyoruz. Harca harca bitmeyecekmiş gibi.

Biz Gürbüz ile koştururken ekip boş durmuyor. Yakınlık gösteren görevlilerden araç ve Savalan hakkında bilgi alıyorlar. Araç işi tamam sanırım. Personel servisi de yapan iki araç bizi sabah 09:00 gibi alıp Şabil’e kadar götürecek. 60 dolar istiyorlar. Son pazarlığı araçlar geldiğinde yapacağız. Ve mesaisi biten görevliler, araç sürücülerinin sabah havaalanında bizi bulacağını söyleyerek gidiyorlar… Ve ekibin bir kısmı bekleme salonunun koltuklarında uykunun kollarına bırakırken kendilerini, benim gibi uyuyamayan Özgür ve Gürbüz ile binanın dışına atıyoruz kendimizi. Sessiz, sıcak bir gece… Ulaşılamayanlara uzak bir gece. Bir süre sonra bizde atıyoruz kendimizi uykunun kollarına. Tebriz üzerime üzerime gelmiyor, çantam başımın altında, ağırlaşan göz kapaklarım sabırsız, uyuyorum.

Saat 09:00’u bekliyoruz. Gelecek araçları yani. Bu arada ofiste görevlilerle araç işini konuşuyoruz. İstenen paralar gece ile çokfarklı. Beklerken kahvaltı yapıyoruz alanda. Acıkmışız. Bal ve getirdikleri hurmalar çok hoşuma gidiyor.

Fazla vakit kaybetmeden araç ayarlamak üzere, Hasan ve Hıdırile dışarı çıkıyoruz. Bu akşama kadar Sabalan 3,700 metredeki kampta olmamız ve sabah tırmanışa başlamamız gerekiyor. Sonrasında geçeceğimiz Tahran’a zaten uçakla gidemeyeceğiz gibi. Bütün yerler doluymuş. İlk baş vurduğumuz yer taksi durağı. Çok yüksek fiyatlar söylüyor. Ölçümüz gece yardımcı olmaya çalışan personelden aldığımız fiyatlar. Anlaşamıyoruz. Ve bir taksi ile Tebriz’den araç ayarlamak üzere havaalanından ayrılıyoruz. Taksicinin götürdüğü yer; bir sürü minübüsün olduğu garaj gibi bir yer. Ancak çok para istiyorlar… Vaz geçip alana geri geliyoruz.

Taksi durağından pazarlılar sonucunda ayarladığımız minübüse bizi Şabil’e kadar götürmesi koşulu ile 60.000 Tümen ödemeyi kabul ediyoruz. Çantalar zorlanarak yerleşiyor, taksi durağının reisi Rıza ile şakalaşıyoruz ve yol Meshginshahr üzerinden Şabil’e doğru kat edilmeye başlıyor. Artık hareket zamanı, çok zaman kaybettik. Tebrizi terk etmeden dağ için alışveriş yapıyoruz….

Her gördüğümüz Azeri veya Türkçe bilen İranlı gibi, şoförümüz Veli’de önce İbrahim’i soruyor bize. Konserlerine gidip gitmediğimizi merak ediyor. Ekipteki herkes bu sorulara ıkınıp sıkılarak yok diyor. Ne çok seviliyor ve tanınıyor bu adam buralarda yahu? Birde Mahsun Kırmızıgül’ü soruyorlar. Herkes seviyor burada onları. Sonra yavaş yavaş açılıyor Veli. Şeyh Şehriyarı takıyor, İbrahim’e, Mahsun’a ilgi olmayınca. Ve başlıyor Haydar Baba’nın türküsü.

“Heyder Baba, kehliklerün uçanda

Kôl dibinnen dovşan galhıp gaçanda,

Bahçalarun çiçeklenüp açanda,

Bizdende bir mümkin olsa yad ele

Açılmayan ürekleri şad ele.”

Sanırım hepimiz Şehriyar’dan etkilendik. Belki bir kısmımız bu büyük ozanı Tv’de dizi olarak izlediğimiz “bin bir gece”den anımsasak da ozana ve seslenişine bir kez daha şapka çıkardık. Ve İran’da yaşayan Azerilerin, Türkçeyi Şehriyar sayesinde öğrenmiş ve geliştirmiş olması yine hepimizi şaşırttı. Duyumlarımıza göre Türkçeyi öğrenecekleri ve geliştirecekleri başka bir olanakları yokmuş çünkü.

Yol akıp gidiyor. Ağaç yok gibi. Her yer kum gibi. Topraksız, çorak, verimsiz, kısır gibi. Toprak ağaçların yaşamasına izin vermeyecek cinsten. Sonra bir an bir yerlere geliyoruz; yeşil gibi. Ağaçlar, akarsu, sebze bahçeleri, memleket gibi… Özledim mi ne? Derken uzaklardan, dümdüz uzayıp giden o topraklardan sonra ilk yavuklumuz görünüyor. Tıpkı Tendürek geçidinden göz eder gibi, Sanki Ağrı gibi, ağrım gibi, Sabalan bize göz ediyor adeta. Aynı heyecanı hisseder gibi yüreğim vurmaya başlasa da, yolun sonunda Doğubeyazıt olmadığını anımsayarak duruluyorum…

Meshginshahr’dayız. Karnımız aç. Azerilerin meşhur Abbuş çorbasından içme isteğimizi, şoförümüz Veli bütün uğraşlarına rağmen yerine getiremiyor. Abbuşun saati geçmiş. Ve ilk kebabımızı yemek üzere, Şehriyar’ın fotoğrafının altında bir sedire diz çöküyoruz. Sedire ayaklarımızın dibine atılan lavaşlar, soğanlar, şişe şişe ayranlar sonrasında kebaplarımız geliyor. Şişler dolusu yiyoruz, açlar gibi.

Yol akıp gidiyor. Savalan mı bize yaklaşıyor biz mi ona belirsiz gibi? Sağ yanımızda deli bir kanyon uzanıp duruyor. Ve sanki bizim peri bacalarından daha peri gibi doğa harikaları uzanıyor. Tek başına yaşanacak bir keşif gezisi gibi çağırıyor vadi.

Şabil’deyiz. Her yan araç dolu. Yamaçta yayılmış çadırlar, su kenarında piknik yapanlar, tam bir çümbüş var burada. Veli’ye bizi Tebriz’den getirmesinin karşılığı olarak 60.000 tümen ödüyorum. Yaklaşık 65 dolar gibi bir para. 5 saat süren bir yolculuğun sonu. Ve Veli parayı vereceğim zaman istemiyorum der gibi bir hareketle “konak” diyor. Bizi konuk etmek istiyor gibi yani. Evinden uzakta bizi konuk etmek isteyen bu insan, birde para istemiyor gibi… Sonra anlıyorum ki bu bir adet. Yani bizde ki “Allah bereket versin” gibi bir şey.

Bana “can” diyen bir jeep şoförü ile anlaşmaya çalışıyorum kamp yerine kadar ulaşabilmek için. Jeep, jeep olmaktan çıkmış. Motordan sular akıyor. Her yanı toz ve pek cazip gibi görünmese de bizi yukarı atar diye umuyorum. İyi bir pazarlıkla her araca 4 kişi binmek üzere toplamda 32.000 tümene anlaşıyoruz. Ama o bizi ısrarla tek jeepte götürmeye çalışıyor. Amacı çok para kazanmak olsa gerek, herkes uyanık burada.

Jeepler tozlu yollarda, Savalan ana kampına doğruyükselirken yine dağları izliyorum. Benim dağım bu. Ağrı gibi görünüyor bana. Demavent bu kadar etkiler mi bilmiyorum ama, bu dağa yine gelebileceğimi düşünüyorum şimdiden. Tozlu yollar kıvrıla kıvrıla çıkıyor yukarı doğru. Ve dağın kutsallığı sanki beni de sarıyor, etkiliyor gibi. Bu dağ ağrı gibi… Başımı kaldırıyorum yukarı, bir top bulut duruyor zirvenin üzerinde. Ağrı gibi…

Toz toprak içinde bir yolculuktan sonra ulaştığımız kamp yerinde jeeplerden çantalarımızı indiriyoruz. Benim cano, su kaynatan jeepinin suyu ile uğraşırken parasını ödeyip, yukarıdaki bir sıra odadan oluşan dağevine yöneliyoruz. Bizi İbo karşılıyor. İbo oradaki çay ocağı büfe türü yeri işletiyor ve dağ evinin odaları ile ilgileniyor. Yerleşmeden önce çaylarımızı yudumluyor ve bir odayı 10.000 tümene tutuyoruz. Sadece biz kalacağız ve bir asma kilidimiz olacak. Çantaları atıyoruz odaya ve çeşmeden akan suyun serinliğinde rahatlamaya çalışıyoruz.

Sonra tüm ekip, her ne kadar aylardan beri, her ay bir üçbin üzeri tırmanış yapsak da; biraz yükselmek ve çevreyi, rotayı görmek amaçlı tırmanıyoruz. Ağrı gibi… Dağın etekleri gözlerimizin menzilinde, menzilde olmayanları merak ediyoruz.

Gün indi artık. Karalık ve karanlık güne ve güzelliğe bir gölge gibi indi. Bense elimde kahvem, yeni edinilmiş bir alışkanlıkla, balkonumda duyduğum martı sesleri arasında değil, gecenin sessizliğinde yudumluyorum geceyi. Ve önümde uzanan dağ; sırtüstü uzanmış, gözleri kapalı, aralık dudakları ile pembeleşmeye durmuş mahrem yerleri ile fazladan bir çaba sarf etmeksizin bekliyor. Ayın kızıllığı zirveye vuruyor. Ve gökyüzünde yıldızların oluşturduğu bir senfoni orkestrası, çınarlı kubbeli mavi bir limandan bahseden bir parça çalıyor gibi. Elimi yüreğime bastırıyorum ve hırsla öpüyorum geceyi, ay kayboluyor…

Odamızın duvarları incecik. Yanda ki ışıklar bize geliyor.Gece yarısı kalkıp tırmanışa başlayacağımız için erken uyumamız lazım ama, yan komşular pek uyumaya niyetli değil gibi. Gözlerim ağırlaşıyor, çantamda ki Henry Miller’in “uykusuzluk” kitabınına, Aladağların kara keçilerine gerek duymaksızın uyuyorum.

Zaman, saat ve anı yaşamak yeterli gelmiyor bazen. Ya da şarkı söylemek ya da “gün olur alır başımı giderim” demek. Olmuyor. Çeviriyorsun başını yukarı, denizi görüyorsun mesela. Mesela özgürlüğün bir martı ile bütünleştiğini görüyorsun. Veya çığlıklar atarak gözünün parsellediği gökyüzünde, kaçamak turlar atıyorsun göçmen kuşlar gibi. Ve gitti gider diyorsun sessiz bir çığlıkla, duyan olmuyor.

Sabahın körü bile olmamış bir saatte, Hıdır’ın saati ile uyanıyoruz. Çantalar zaten dünden hazır. Çay ve kahvaltı, bağlanan botlar, sırta vurulan çantalar ve belirgin patikadan sessizce süzülüyoruz yukarı doğru. Soğuk olmayan, serin bir hava var dışarıda. Yıldızların dansını bitirmediği ve ayın zevkten bayıldığı, aralık dudaklarından on dördündeymiş gibi seslerin çıktığı bir hava var dışarıda. Belirgin patikadan yükseliyoruz. Boynumda ki kenarı belli belirsiz çitilenmiş yemeni, hafiften esen rüzgarda savruluyor gibi… Gün uzak gibi.

Rota gerek patikadan, gerekse belirgin şekilde yerleştirilmiş flamalardan belli. Sorun yaşamıyoruz. Telaşlı ve acele davranmaksızın, buradan başka faaliyetlere de gideceğimizin farkında olarak yükseliyoruz. Duruyoruz arada bir. Zevkli bir rota olsa da yoruyor insanı. Ve bazen dayıyoruz sırtımızı bir kayaya; Nazımı anıyoruz sanki gizliden gizliye;

Bu anda;
Ne düşmek dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak,
Güneş ve
Ben...
Bahtiyarım…

Yanımızdan hızla geçip giden İran’lılar var. Ne sırtlarında çanta, ne ayaklarında botlar nede suları var. Başımızda ki kasklara bakarak yanımızdan geçiyorlar ve sanki; uğurlar olsun der gibi, “yorulmayasan” diyorlar bize. Ve alışıyoruz bu söze. Artık önce biz söylüyoruz sıra ile gelip geçene, yorulmayasan, yorulmayasan, yorulmayasan…

Yoruldum. Bir gece önce havaalanında uyuduğum kısa bir uyku ile duruyor gibiyim. Bitsin artık bu tırmanış. Dudakları açıkmış, sırtüstü yatıyormuş, ay ışığında pembeleşiyormuş mahrem yerleri, artık istemiyorum.Yoruldum.

Zirvedeyiz. Daha doğrusu zirvenin hemen altıdaki krater gölündeyiz. Göl kenarı kalabalık. Sanki bu dağı aralık dudakları ile hisseden bir ben değilim gibi. Ortalık panayır alanı gibi. Ama uykum var daha fazla dayanamayacağım… Ve çantamın üzerine kapanıp uyuyorum…

Üç beş dakika sonra uyandığımda, çevrede manzara değişmese de ben uykumu almış gibiydim. 4811 metrede kısa uyumak günü kurtarıyor belki de.

Sağlı sollu yükselen birkaç zirve var. Hangisi asıl zirve bilende yok, zirveye gidende. Herkes kutsal sayılan bu dağın kollarında rahat hissettiği için burada nede olsa. Gelirken gördüğüm bayrak direği gibi birşeyin olduğu yerin zirve olduğunu konuşuyoruz arkadaşlarla. Ve oraya doğru yöneliyoruz hızla. Fotoğraflar çekilmeli, iniş gerçekleştirilip Ardabil üzerinden Tahran’a varılmalı çünkü.

Önce zirvede kendimizi fotoğraflıyoruz sponsorumuz Henkel flaması ile. Sonra sanki yeni keşfedilmiş gibi zirveye akın eden İranlı yoldaşlarımızla çekiniyoruz pozlar dolusu fotoğrafı.

Artık inme zamanı. Hızla alçalıyoruz artık. Savalan zirvesinde ekibe rehberlik yapan Hayri önden gidiyor. Güvenli ve kese yollardan inişimizi tamamlıyoruz sayesinde nihayet. Ve kamptayız.

Kısa bir mola. İbonun çayları. Toplanan çantaların telaşı, etrafımızda dolaşan jeep sürücüleri derken önce Şabil’e iniyoruz. Sonra başka bir araç ile Goutorsu’ya (kaplıca) geçiyoruz. Oradan kiraladığımız minübüs ile yolumuz Ardabil’e, bizi Tahran’a götürecek otobüse uzanıyor. Sanki; Ardabil’e uzanan bu yol çevresi daha yeşil gibi. Tıpkı bizde yol kenarlarında satılan meyveler gibi, satıcılar var. Ama yinede kurak arazi çok fazla. Ve insanlar göründüğü kadarı ile yoksul gibi.

Gerek Tebriz, gerekse Meshginshahr’de ve Ardabil’de bu anakadar hiç türbanlı kadın, şalvarlı ve sarıklı erkek görmediğimi söyleyebilirim. Evet çarşaflı kadınlar var ama hiç birinin suratı bizdeki gibi kapalı değil. Yüzleri, saçları görünüyor. Gözleri sürmeli çoğu kez. Bizde sadece gözleri görünebilen kadınlara bile rastlamak mümkünken ben İran’da kaldığım sürece kara Fatma diye adlandırılan kişilere rastlamadım. Veya Eminönü’nde, Sirkeci’de sık sık rastladığımız o şalvarlı, sakallı, sarıklı veya takkeli tiplere İran’da bulunduğum sürece hiç rastlamadım. Bazen tam aksine, saçları yarıdan açık, ayağında çorap olamayan, sandaletli ve çarşaftan farklı kıyafetler ile örtülmüş kadınlar bile gördüm. Bütün bunlar İran’ın özgürlükler ülkesi olduğunu göstermese de, bize ulaşana kadar bazı şeylerin abartılmış olabileceğini işaret ediyor. Ancak genelde söyledikleri diğer bir şey ise bu ülkenin sahabı yok cümlesi… Sanki bizim varmış gibi... Beğenmeseler de yönetilmemek için bir direnişleri, çözümleri yok gibi…

Ardabil’e ulaştığımızda ilk işimiz bizi Tahran’a götürecekbir otobüsten bilet almak oldu. Yorgun olduğumuz için on saat kadar sürecek otobüste rahat bir yolculuk yapmak adına adam başı yedi bin Tümen ödeyerek biletlerimizi aldık. Ucuz tarife ise iki bin tümen. Ve nasıl bir araç ile gidileceği meçhul. Çantalarımızı 3000 tümen karşılığı emanete bırakarak yemek yemeğe ve bitmek üzere olan tümenlerimizi takviyelemek için dolar hırdalamaya gittik. Yani bozdurmaya, parçalamaya.

Hareket saati gelip koltuklarımıza oturduğumuz da bizi bekleyen on saatlik yolculuğu en iyi şekilde değerlendireceğimize emin, koltuklarımızı yatırdık, dağıtılan meyve sularını içtik ve Ardabil’in son mahallelerini geride bırakırken, gözlerimiz yarı kapalı; bizim şehre, sürgünümüze geri dönmüştük. Yatağımızda derin bir uykudaydık.

Gidiyordun… Üzerinde seni ilk tanıdığım gün giydiğim yağmurluğum, saçlarında daha kurumamış ıslaklığımla gidiyordun. Dur demek inatlaştıracaktı belki, belki gözlerin uzaklaşmış gibiydi ve sen gidiyordun bir bahar vakti. Oysa baharlar hep yenilere gebeydi, yeniler hep baharda gelirdi ama sen gidiyordun, ben gidiyordum… Bıraktığın yerde kalan yüreğin sana ait olduğunu bilerek gidiyordun, gidiyordum gidişinin sana umut vermeyeceğini bilerek, terkediyorduk şehri… Ve sen dağların ardında özgür olacakmış gibi gidiyordun bilinmez yollara doğru…

Gün ne zaman aydınlandı sanırım hiç birimiz farkında değiliz. Ama nüfusu neredeyse İstanbul’a yakın bir şehre gelirken hepimiz uykusunu almış ve Tahran’ı merakla pencereden seyretmeye başlamıştık bile. Bizde ki gibi fabrikalar ve kıyı mahalleleri uzanıyordu burada da ve anlaşılmaz bir dilde yazılı tabelalar sağdan sola doğru akıyordu. Sabah telaşında ki insanlar işe yetişme telaşında gibiydi burada da. Ve burada da insanlar bizde ki gibi gülümsemiyordu. Buradada bizdeki gibi çirkin beton binalar her tarafı sarmıştı. Burada da gözle görünen acaip bir trafik karmaşası vardı. Otobüs batı terminalinde durduğunda çevremizde dolanmaya başlayan taksiciler Harem’den farksızdı. Büfelerde öyle…

Bir müddet taksicilere dirensek de sonra bize önerdikleri otele gitmek üzere üç taksiye yerleştik. İstikamet, Tahran Dorsa Otel’di. Her tarafı dağılacakmış gibi duran taksilerle, bizim şoförlere taş çıkartırcasına kıvraklıklarla otele ulaştık. Ve bu sıcak duş, temiz bir yatak ve yorgunluk atmak demekti. Uzun bir şehir turundan sonra taksi başına 5000 tümen ödeyerek geldiğimiz otel, fena bir yere benzemiyordu. İki kişilik odalar ayarlayarak yerleştiğimizde, önce sıcak duşlarımızı alarak, Sabalan’ın kirini akıttık. Ve uykusunu otobüste alan bizler, şehri keşfetmek ve karnımızı doyurmak için kendimizi sokağa attık.

Uzun dolaşmalar sonrasında aç kalmamak için girdiğimiz bir lokanta da kimimiz tavuk kızartma, kimimiz döner yemeyi tercih etti. Ve burada bulunduğumuz sürece yemek sorunu yaşayacağımızın ilk sinyalini de almış olduk. Sonra, meşhur Azadi Meydanı’nı ziyaret, alışveriş için biraz dolaşmak, havanın sıcak sıcak yüzümüze vurması, derken günü otelde tamamladık.

Bu arada haberleştiğimiz Ali otelde bizi bekliyordu. Ali, Tezcan’ın ilk İran ziyaretinde tanıştığı ve oldukça yardım gördüğü bir İran Azerisi. Daha sonraları Nurten İran’a gittiğinde ona da yardımcı olan Ali’nin adını bizde almıştık ve bize de yardımcı olacaktı. Demavent ve Alamkooh tırmanışları için kendisinden yardım istemiştik. Ve işini gücünü bırakmış bize katılmıştı. Artık İran’da olduğumuz sürece 9 kişiydik! Otelin karşısında ki tabela lise yıllarımda arkadaşlarımın taktığı isimde olduğu gibi Telegani caddesini gösteriyordu. Dönüp dolaşıp gençliğime ulaşmış gibiydim.

Akşam yemeği için dışarı çıktığımızda Ali’nin pek bilmediği bu semtte, dolanıp durarak, uygun bir lokanta arayarak zaman geçirdik. Sonra otelin lokantasında yemek istesek de, bir tabak pilavı eli ile düzelterek servis yapan garsonu gördükten sonra kimsede iştah kalmadı. Ve başka bir yer aramak üzere yeniden mahallemizde tur atmaya başladık. Nihayet bulduğumuz bir yerde, yine bizim Adana kebaba benzeyen ama daha yağsız bir kebap türü ile karnımızı doyurarak otel’e döndük. Odalarımıza çekilmeden önce, cafe de Hasan’ın organize ettiği Nilgün’ün doğum gününü kutladık. İyi ki doğdularla ve gecenin şerefine kaldırılan alkolsüz Tuborg biraları ile uyku saatine uzandık.Ve sabah buluşmak üzere Ali ile ayrılıp yorgun bedenlerimizi uykuya teslim ettiğimizde Demavent geldi, gözlerimin önüne çakıldı kaldı.

Umarsız şarkılar değildi kulaklarımda yansıyan. Sigaramın dumanına sarılan sadece bir gece değil bir ömür gibiydi sanki… Ve uzandım yıldızlara çekip kopardım gecenin ışığını, uyumuşum.

Sabah kahvaltımızı yapıp, dağa götürmeyeceğimiz fazlalıklarımızı otelin emanetine bırakıp minübüsümüze yerleştiğimizde gün kızdırmaya başlamış, şehir yangın yeri gibi olmuştu bile. Dışarıdan esen sıcak rüzgar bizim rüzgarlarımıza benzemiyordu, ve gökyüzü pürüzsüz bir mavilikle bakışlarımızın erişemeyeceği uzaklarda dağlarla birleşiyordu.

Demavent’te bir gecelik kalmayı planlamıştık. Aylardan beri Aladağlarda dolaşmamızın meyvesi bu olmalıydı. Ve Sabalana öncelik tanımamızın nedeni de buydu. Kimsenin yükseklik ile bir problemi olmamış, sorunsuz çıkılıp inilmişti. Şimdi buradan doğru 3100 kampına gidecektik. Ve sırt çantalarımızı katırlara vererek akşama kadar 4200 kampına cıkacaktık. Plan belliydi ve aynı Aladağlarda yaptığımız gibi sabaha karşı tımanışa başlayacaktık. Tahmini olarak öğlen gibi geri inmiş olacaktık…

Sanırım Rudehen’de durarak ihtiyaçlarımızı fazla abartmadan aldık.Zaten bir gece kalacaktık ve bazı şeyleri kamp yerlerinde de bulmak mümkündü. Su takviyeleri yapıldı ve henüz yüzünü göremediğimiz dağa doğru ilerlemeye devamettik.

İran polisinin yolu kestiği ve araçları geri çevirdiğini gördüğümüzde bir şeylerin ters gitmeye başlayacağını hisseder gibi oldum. Barikatın önünde dolaşan kısa boylu, tıknaz ve kumrala çalan Tom Miks kılıklı sivil polis uzun uzun biz turistleri süzdü, sonra neredeyse dizine kadar inen tabancasının kılıfını eli ile tutarak ilerde bekleyen resmilerin yanına gitti.

Arabadan aşağı inerek ne olduğunu anlamaya çalışan Ali’nin peşine takıldık. Yol kapalıydı ve akşam saat 19:00 gibi açılacaktı. Kimseye geçiş yoktu. Biz turistlere de… Bekleyenler çoğalmaya başladıkça ortalık gerilmeye başladı. Ve geçemeyeceğimizi anlayan Ali, belki bir yol buluruz umudu ile aracı yan yoldan aşağıdaki yerleşim yerine doğru çevirdi. Yol yoktu. Başka çözümler üretilmeliydi ama şoförümüzün bizi beklemeye niyeti yoktu. Bir yolkenarı lokantasında çantalarımızı indirerek şoförü azat ettik ve beklemeye başladık. Barikat uzaktan görünüyordu ve gelen geri dönüyordu.

Çaresiz bekleyecek gibiydik. Çaylarımızı söyledik, yayıldık sedirlerin üzerine ve beklemeye başladık. Ali, Demavent 3100’de bulunan Mesud’u telefon ile arayarak araç istedi. Ve aracın barikata gelmeden bir yerde beklemesini, bizim yoldan yürüyerek kendisine ulaşacağımızı söyledi. Botlarımızı giyinip, yiyecekleri, suları paylaşarak çantalarla yürüme pozisyonu alıp barikata yöneldiğimizde, araç barikatı geçmiş bu yakaya gelmişti bile. Fazla göze batmadan çantaları yükleyip kamyonetin küçücük kasası içerisinde yere yapışırcasına kaybolduğumuzda, bir kez daha barikatı aşamadık. Sürücü Mustafa, nasıl olsa tanıdık polislerin yardımı ile geçerim diye düşünerek bu yakaya geçse de o yakaya geçemiyordu geri. Geçemiyorduk. Kamyonetin yanına tırmanıp içeriye doğru sırıtarak bakan görevlilerin yere yapışmış vaziyette bizi gördüğü durum, çoğu kez ekranlarda izlediğimiz mültecilerin yakalanış görüntüsünden farklı değil gibiydi. Yakalanmıştık.

İkinci denemede, yanlardan yapacağımız sızma ile, ileride insansız olarak çantalarımızla gelecek aracı beklemek şeklindeydi. Barikattan görülmeyecek biçimde eğilip saklanarak geniş bir yay çizdiğimiz yol kenarında, virajın arkasına sarktık ve yola çıktık. İlk raunt alınmıştı ama gelmeyen kamyonet yine barikata takılmıştı. Yine geçiş yok.

Yol kenarına giderek beklemeye devam ediyoruz. Yemek yiyor ve uyukluyoruz artık. Derken barikata tekrar gidiyoruz. Zaten gün gitti gibi. Bugün 4200 kampına ulaşmak ve yarın tırmanış mümkün olmayacak. Barikatta ki hareketlenme ile Alman ve İtalyan dağcıların minübüsleri barikatı geçiyor. Heyecanla atlıyoruz kamyonete ve yeniden tam siper diyerek bizde geçiyoruz barikatı. Yaşasın, bu iş tamam gibi derken döndüğümüz virajın arkasında yeni bir barikat ve bağırarak giden araçları çeviren başka görevliler. Çaresiz geri dönüşü yaşıyoruz yine.

İki barikat arasında, bir kır kahvesinde beklemeye devam ediyoruz. Çaylarımızı içerek çevrede yükselen dağları izliyoruz. Her taraf dağlarla çevrili. Büyülüyor adeta.

Barikattan gelen sesler, haykırışlar, sirenler bir sevinç sesi gibi bizi de çekiyor içerisine. Ve önümüzden sel gibi, bir yerlere yetişecek gibi akan araç trafiğine daldığımızda aynı akıntının parçası oluyoruz birden. Ve çığ tüneli, İmamzadenin türbesi geçiliyor derken Demavent’in yüzünü nihayet görüyoruz. Muhteşem duruyor. Ve sanki 5671 metre değilmiş gibi mütevazi görünüşü ile kükürt dumanlarını savuruyor güneye doğru.

Polur’da kısa bir süre durarak meyve alıyoruz. Trafik dağ yolunda sapmadan, Rineh taraflarına hızla akmaya devam ediyor. Ve biz, çevremizdeki dağlardan çarpılmış, koyun sürülerinin arasından geçerek ilerliyoruz güzel kızımızın ayaklarının dibine doğru. Plan barikat sayesin dedeğişti. Bu gece 3100’de konaklayacağız. Ve yarın bir üst kampa çıkacağız. Yolar tozlu ve yeşilsiz. Kamyonetimiz sallana sallana ilerliyor kamp yerine doğru. Tüm gün bir şey yapmadan geçse de yorulmuş gibiyiz.

Kamp yerine ulaştığımızda meşhur Mesud ile tanışıyoruz nihayet. Ali’nin de yardımı ile katırlar için pazarlıklar yapılıyor ve anlaşıyoruz. Çantalar 4200’e hem gidecek, hem de gelecek.

Bu gece ilk kez çadırda yatacağız İran’da. Fırtınasız oldukça güzel bir gece olacağa benziyor. Çadır yerlerimizi tespit ediyor ve kampı oluşturmaya başlıyoruz. Bu arada Bursa Yıldırım Belediyesi dağcılardan iki arkadaş ile tanışıyoruz. Rahatsızlandıkları için aşağıda kalmışlar. Nazif Hoca ise ekibi ile yukarı kamptaymış ve sabah zirveye yürüyeceklermiş.

Ocaklar yanıyor ve akşam yemeği hazırlıklarımız başlıyor hava kararırken. Kamp fazla kalabalık değil gibi. Umarım sessiz bir gece olurve rahat bir uyku uyuma olanağımız olur. Yemeğin üzerine, kene tasası olmaksızın taşların üzerinde çaylarımızı yudumluyoruz. Dağa gece çoktan düşmüş, görünmüyor. Arada bir 4200 kampında yanan bir ışık yerini belli etse de bize aldırmaz gibi duruyor. Oysa bir şekilde aldırmak zorunda olduğunu bilmeli.

Sırt üstü atıyorum kendimi toprağa. Gökyüzünde yıldızlar yine Aladağlarda ki gibi. Uzak ve ulaşılmaz. Ama her yan yıldız yine. Gözümün parsellediği her yan yıldız gökyüzünde. Ve her kocaman parlayan yıldıza baktığımda bir diğerine ihanet eder gibi ürperiyorum sessizlikte. Hiç biri yakın gibi durmuyor oysa. Her yıldız bir sevi tuzağı sanki… Ve her yıldız kaydığında rüyalarım sarsıldı sanki karanlıkta…

Sırtüstü yatıyorum toprakta. Karanlıkta ve yıldızlar birer birer sönerken. Sağ yanım sancıyor gibi. Ve hüznün kollarını hissediyorum omuzbaşımda. Nereden geldi bilinmez, saatte tam deli vakit oysa. Ve her yıldız kuzey rüzgarlarında savrulan bir senfoni gibi… Gece pürüzsüz ve hafiften esen rüzgar efkarlı, gece uzun olacak gibi…

Çadırıma gidiyorum. Uyumak lazım. Gece güzelde olsa dağ bekliyor ve dinlenmek lazım. Hep kuzeyde duran parlak yıldıza bakıyor, gülümsüyorum…

Gece köpek havlamaları ve muhtemelen çöpleri karıştırmaya gelen domuzların homurtuları arasında geçti. Ara sıra uyansam da genelde güzel bir uyku uyudum. Bunda ilk kez kullandığım şişme matımın etkinsini itiraf etmek lazım. Keşfetmekte geç kalmışım…

Sabah kahvaltımızı çadırların yanında ortak kumanyamız ile yaptık ve dağın savrulan kükürt saçlarını izleyerek çaylarımızı yudumladık. Çadırlar toplandı sonra, çantalar katırlara yüklenmek üzere Mesud’a teslim edildi ve 4200 kampına yürüyüş başladı. Rota belirgin patika. Zaten inen ve çıkan bir sürü kişiye rastlıyorsunuz. Demavent’e tırmanırkende gelen geçen herkesle“yorulmayasan” diye selamlaşıyoruz. Burada da çok Azeri ile karşılaşıyoruz ve çoğu kutsal saydıkları için çıkıyor dağa. Ve çoğu zaman ellerinde bir su ve yaylaya gider gibi hareket ediyorlar.

Kısa molalarla kampa vardığımızda, bizden önce gelen çantalarımızı alarak çadırlarımızı kurmaya başlıyoruz. Biraz daha yukarıya yapılan iki katlı bir dağ evi inşaatı dikkatimizi çekiyor. Bir tarafta yeni çadır yerleri hazırlayan amelelerin çalışması var. Zemini basamak basamak yapıp çelik ağlarla örüyorlar. Yıkılıp dağılmasın diye. İran federasyonu gerçekten çalışıyor doğrusu. Her dağda birkaç dağ evi olmazsa olmazı dağların. Oysa bizde daha bir tane bile yok. Ağrı tırmanışı için gidenler 4200 kampında çadır yeri bulmakta bile zorlanıyor. Her yan kayalık ve çadır alanı bulmak büyük sorun.

Basamak yerlerin boş bir alanına çadırlarımızı kurduktan sonra dolaşmaya ve tırmanışa gitmeyen veya geri dönen Bursalı arkadaşlarla sohbete başlıyoruz. Sonra bizle fotoğraf çektirmek isteyen İranlılarla pozlarca fotoğraf çekinip sohbet ediyoruz.

İlerleyen saatler, akşamın yaklaşması, yukarıdan dönmeyen dağcılar adına bizi telaşlandırıyor. Gözlerimiz zirve yolunda. Sürekli birileri iniyor. Zirve açık, sorun yok gibi. Ama gelemeyenler için endişeliyiz. İnen bir dağcıdan Bursa ekibinin rotaya yanlış girdiği için zirveye gecikmeli gittiğini öğreniyoruz. Bu bizi rahatlatıyor. Karanlıkta inenlerin ışıklarını izliyoruz bir süre ve sabah yapacağımız tırmanışın hazırlıklarını tamamlayarak kendimizi çadırlarımıza atıyoruz. Mahmut ve Ali ile aynı çadırı paylaşıyoruz. Nefes alışverişler yavaşlıyor bir süre sonra, dışarıda konuşmaların sesi kayboluyor, derin uykunun yorgunluğunda uyuyoruz.

Saat 02:00 de Hıdır’ın sesi ile uyandığımda canım uykuya devam etmek istese de, kalkıp hazırlanıyor ve bir şeyler atıştırarak rotaya giriyoruz. Bizimle birlikte tırmanan Ali’nin 116. olan Demavent tırmanışındışından farklı rekorları olduğunu da dinlemiştik. Şortla da tırmanmış defalarca. Ve her çeşit kış koşulunda üstelik. Hatta tırmanma rekoru bir saat elli beş dakikaymış. O anlatırken ağzımız açık dinliyoruz sadece. Yavaş yavaş hava aydınlanmaya başladığında rüzgarda hızını biraz daha artırıyor. Kükürt dumanı bize ulaşamasa da kokusunu hissetmek mümkün. Ve yükseliyoruz. Belirgin işaret kadın göğsünün solundan geçip sağa doğru devam ediyoruz. Gazın çıktığı yerden arkaya dolanarak zirveye ulaşıyoruz. Zirve 5671 metre… Aladağda bir zirvede gibi huzurlu hissediyorum kendimi…

Zirveyi daha önce gördüğüm fotoğraflarından net anımsıyorum. Duvarlarda tabelalar, yazılar, bir kenara yerleştirilmiş keçi ölüleri… Ve ramazana kadar inanç gereği zirveyi mesken tutmuş Rıza. Dedik ya; bu insanlar için dağ kutsal. Dağda olmak tanrıya daha yakın yapıyor sanki onları. Arınıyorlar. Yılar önce izlediğim bir uzak doğu filmi geliyor aklıma; NarayamaTürküsü… Zirvede donmak üzereyken kar yağarsa cennete gideceğine inanan insanların son çığlıları…

Zirve fotoğrafları, küçük atıştırmalar derken kükürtün dünyanın merkezinden yeryüzüne kavuştuğu yere yaklaşıyoruz. Kötü bir çürük yumurta gibi kokuyor. Bu güneşin altında bozulması normal gibi…

İniyoruz artık. Çarşak ayaklarımın altında kayıyor yer yer.Ve her adımda kampa daha çok yaklaşırken, yorgunluk artıyor gibi. Yukarıda duymadığım bir baş ağrısı gelip ense köküme yerleşiyor, git demelerim kalmasını körüklemekten başka çözüm üretmiyor gibi. İniyoruz. Bir kısmını karanlıkta çıktığımız dağı hızla terk ediyoruz. Çadırın yanına dışarı uzanıp, botlarımı dışarı atmak düşüncesi oldukça güzel geliyor.

Hiç biri olmayacak halbu ki. Hızla dağı ve kampı terk edip Alamkooh yollarına düşmemiz gerekiyor… Bu gece kampı atmış olmalıyız. Zaten yolda kaybettiğimiz bir gün var ve bir de bu gün eklenirse faaliyet riske girer gibi… Adımlar yavaşlıyor, stres artmış gibi… Ve yüksek bir faaliyeti başarmanın hazzı ile iniş sürüyor…

Kamptayız. Nihayet akşam yollarını gözlediğimiz Nazif hoca ile karşılaşıyoruz… Ayak üzeri yapılan iki lakırdı, tanışma faslı ve yorgunluğun verdiği zorunlu fasıla… atıyorum botlarımı bir kenara. Uzanıyorum şişme matımın rahatlığına, kestirecek gibiyim…

Ayak üzeri konuşma ile Alamkooh faaliyetinin bu yorgunluk üzerine olmayacağını söyleyen arkadaşlarla sohbet ediyoruz. Grup yarı yarı gitmek taraftarı. Ancak hemen toplanıp 3100 e inmemiz gerekiyor. Ve öyle yapıyoruz. Çadırlar toplanıp katırlara veriliyor ve hızla çok uzaklarda görünen aşağı kampa doğru alçalmaya başlıyoruz.

Yol bitmek bilmiyor. Adım atan artık ben değil gibiyim. Bu akşam belki kampta kalıp yarın sabah yola çıkmak daha iyi gibi. Ama o zaman da Alamkooh iyice riske girecek. Ne yapsak ki? Ekipten dört kişi dağ faaliyetine ara vereceğini söyledi. Özgür, Gürbüz, Hasan ve Nilgün Dağa gelmeyeceklerini, İsfahan’ı gezeceklerini söylediler. Kalan dört kişi ise Alamkooh’a gidemeyeceğimizi iyice fark ederek, Tahran’ın hemen dibindeki 3.962 mt yükseklikte ki Tochal zirvesine gitmeye karar verdik. Nihayet 3100 kampındayız. Bursa ekibi hala burada araç bekliyor. Kaynaşıp sohbetler ediyoruz ve fotoğraflar çektiriyoruz. Mesud ile yapılan konuşmalar neticesinde Rineh’de, Mesud’un pansiyon olarak kullandığı evde gecelemeye karar veriyoruz. Sonraki gün Cuma ve buralar çok kalabalık olacak. Herkes tatil günü şehir dışına dağlara kaçıyor çünkü.

Mustafa’nın bildik kamyonetine çantaları yükleyerek Rineh’e doğru yola çıkıyoruz. Tozlu yollar bitecek gibi görünmese de sıcak duş ve uzanıp rahatlanacak ev havası düşüncelerimize sıcak geliyor. Döne döne gidilen yoların sonu pansiyonumuza ulaştığında hemen çantalarımızı içeri atarak midelerimizin derdine düştük. Gittiğimiz yol kenarındaki lokantada geniş masanın üzeri kebaplarla dolduğunda gözümüz çoktan doymuştu bile. Duvarlarda asılı Demavent fotoğraflarının görüntüsü altında yenen yemekten sonra Hasan ve Nilgün yaptıkları plan gereği Tahran’a hareket etti. Ve kalan ekip taksilere doluşarak evimizin yolunu tuttuk. Gökte yıldızlar seyredilmeyi bekliyordu, uzakdağlar gölgelerini çoktan bağırlarına basmıştı bile…

Evimizin geniş bir salonu ve iki küçük odası var. Her yerhalı kaplı. Yerde oturulacak şekilde düzenlenmiş. Mutfakta her tür malzeme mevcut. Salonda televizyon, duvarlarda dağ resimleri ve bir köşede çeşitli kuluplerin flamaları var. Ve bu flamaların birine iliştirilmiş zirve logosu bizi şaşırtıyor. Zirvenin yolu bir aralar Mesud’un pansiyonundan geçmiş demek ki.

Ev hali artık. Nasıl rahat ediyorsak öyle hareket ediyoruz. Duş sırası gelen rahatlamaya dalıyor, arınıyor önce… Sonra Mahmut’un yaptığı çayları yudumluyoruz balkonda. Ve hemen bahçemizin dibinde bir evde düğün nağmeleri çalıyor… Balkon serin, balkon dağdan gelen rüzgarı yudumluyor ağır aksak…

Sabah erken kalkan Hıdır ve Ali alışverişe gitmişler. Pide fırınında yaşadıkları tartışmayı dinliyoruz, kadıların zulmunden zor kurtulmuşlar ama ekmekleri alıp gelmişler…Zengin bir kahvaltı yapıyoruz, gözümüzde doyuyor gönlümüzde.

Artık ayrılma zamanı. Toplanıyoruz. Yönümüz Tahran. Daha önce kaldığımız otelden eşyelarımızı alarak, geceyi geçirmek üzere Ali’nin arkadaşının evine gideceğiz. Gece orada kalacak ve, sabah erkenden Tochal zirve için yollara düşeceğiz. Özgür ve Gürbüz ise İsfahan yollarında olacak. Ve tüm ekip bir sonraki gece yarısı İmam Humeyni havalimanında buluşacağız… Rineh’e yol kenarına inerek otobüs beklemeye başlıyoruz. İlk otobüs durmasa da ikincisine binerek yollara revan oluyoruz. Tahran’a kadar uyuklama modundayız hepimiz.

Uyku sersemliği ile indiğimiz tanımadık terminalde taksicilerin karşılamasına uğruyoruz yine. Sonra tuttuğumuz bir minübüs ile önce otele gidip eşyalarımızı alıyoruz. Ve orada Özgürleri bırakarak sıcaktan kavrulan sokakların arasında döne döne İran devriminin patladığı mahalleye Ali’nin arkadaşının evine doğru gidiyoruz. Her sokak bir alev topu gibi yanıyor. Ve tatil şehri boşaltmış kimse yok…

Daracık sokakların çevrelediği mahallenin yüksek duvarlı binalarının önünden geçerek bir evin önünde duruyor ve eşyalarımızı indirerek aracı terk ediyoruz. Önünde durduğumuz binanın merdivenlerinden en üst kata tırmanırken ter yüzümün yanından merdivenlere akıyor.

Evde iki Hüseyin ve bir Ali var. Bizim Ali ile iki Ali iki Hüseyin oluyor birden. Ve ikramlar koşturmacası başlıyor. Meyveler, kuruyemişler, içecekler her şey önümüze diziliyor. Ev sahibi Hüseyin, Azeri olmasına rağmen Türkçe bilmiyor. Ama keyifli bir eve sahip. Büyük ekran bir televizyon, amerikan mutfak ve tepeden askılı bambu koltuk ilk dikkatimi çekenler. Diğer Ali, diğer Hüseyin’in oğlu. Bir süre sonra bizim Ali hariç hepsi gidiyor ve bizbize kalıyoruz. Hepimiz bir kenarda uyuklarken sigara almak için dışarı attığım sokakların birinde yanımdan geçen motorsikletli sürücünün keskin bakışları ile karşılaşıp “go” demesi sinirimi bozuyor. Ve hemen geri dönüyorum.

Birden aklıma Tebriz havaalanında ki sivil görevli geliyor aklıma, telsizi yan cebinde sokulu olan hani… Evdeki Hüseyin’e ne kadar benzediğini düşünüyorum nedense…

Evde canımız sıkılıyor. Dışarıda hayat yok. Ve sıcak. Biraz zaman geçirmeye çalışarak, tavla ve kağıt oynuyoruz. Ve atıyoruz kendimizi sokağa, ama çok sıcak yinede…

Akşam Hüseyin’in ziyafetindeyiz. Her taraf kebap kokuyor. Evdeki ziyafette tıka basa karnımızı dolduruyoruz. Sonra tavla çekişmesi yeniden başlıyor. Ve bir iki yudum içilen içecek uykunun erken gelmesinde yardımcı oluyor yorgun bedenlere. Evin iki odası bize ayrıldı. Sabah 04:00 de kalkmak ve en geç yarım saat içinde evi terk etmek üzere anlaşıyor ve uykuya çekiliyoruz.

04:00 uyanmakta zorluk çekiyorum ama Hayri’nin ısrarı ile kendime geliyorum. Sallana sallana merdivenlerden inip gecenin bir vakti sokaklarda taksi kovalıyoruz. Bindiğimiz taksi bizi Derbent girişinde bırakıyor. Ve daha şehirde botlarımı giyerek tırmanışın ilk adımlarını atıyorum. Hedef Tochal.

Derbent bir vadinin iki kenarına yayılmış bahçeli evler ve aynı tarzdaki bahçeli lokantalar ile dolu. Ve ağaçlık. Yeşil yeşil burası. Ve serin. Ve derinlik ilerledikçe kayalık her yan… vadinin sol yanından ilerledikçe kayalar daha keskinleşiyor. Sonra iki yanı sabitlenmiş ip yollar. Merdivenler… Nihayet yukarılarda bir yerde kahvaltı molası veriyoruz. Çay, melemen, yumurta, bal, peynir ve tereyağı aç midelerimize güzel bir keyifoluyor.

Yaklaşık bir saat kaldığımız bu yerden ayrılırken 1600 metrelerde başladığımız tırmanışın daha 2000 metrelerinde olduğumuzu farkediyoruz. Uzakta şehir uyanmış, gün aydınlanmış ve biz şehrin dibinde 4 bin metrelere tırmanıyoruz. Bir cennet burası. Ve her yer kaya rotası. Her yer tırmanış bahçesi… Huuuu boldçu dostlar gelin menbaası burada matkaplarınızın, istediğiniz kadar delebilirsiniz… biraz yükselince oldukça büyük bir dağ evi karşımıza çıkıyor. Ali’nin dediğine göre 30/40 senelik varmış. Devam ediyoruz kıvrıla kıvrıla. Vadiyi çoktan aştık. Artık dağ kendini hissettiriyor, manzarası Tahran’da olsa. Biraz ileride bir dağ evi daha var. Oğullarını kaybeden biranne ve babanın dağa, dağcılara armağanı. Sonra zirve yolu ve zirve de görünen barınaklar… Şehre birleşik gibi duran bu dağ bile kışın çok can almış. İnanılır gibi değil. Artık zirvedeyim. Eski ve yeni iki tane barınak var. Eskisi taştan yapılmış. Yenisi metal. Ve içeride Demavent tırmanışı öncesi aklimatizasyon tırmanışı yapan karı koca ile, İranlı genç dağcılar üç kişi var. Önce yabanıl gibi davransalar da, Sabalan ve Demavent tırmanışından sonra buraya gelen Türkiyeli dağcılar olduğumuzu anlayınca daha sakin davranmaya başlıyorlar. Kulübenin içinde ki bir Lenin tırmanış afişine Kulübümüzü ve ekibin isimlerini yazarak tarihe not düşüyorum. Zirve fotoları ve video çekimlerinden sonra toparlanıyoruz artık. Bir an önce inmek, şehre ulaşmak lazım. Sabaha karşı ülkeye dönüş zamanı çünkü…

İniyoruz. Hızla ve fazla mola vermeden. Ve tabii yoldaki(!)GPS noktalarına dikkat ederek… Kahvaltı yaptığımız yere gelince aynı lokantada yemek molası veriyoruz bu kez. Acıkmışız… Çaysamışız, yorulmuşuz…

Derbent’e taksinin bizi bıraktığı yere indiğimizde artık güne gece karışıyordu… Ve belki bir yerlerden Orhan Baba’nın sesi yankılanıyor gibiydi… Tam yeriydi, tam faaliyetin artık bittiği noktaydı ve rakının yudumlanacağı andı. Ses Orhan Baba’nın olmasa da, içilecek zamandı.

Bir taksi çevirerek eve doğru yollandık. Ve bu saatten sonraher şey daha hızlı gelişmeye başladı. Kalabalık İran sokakları, gecede akıp giden otoban ve eve dönüş… Hızla alınan duşlar ve bir koltuğa yorgunluktan yığılış…

Temizlenip paklanan, çantalarını hazırlayan ekibin bu yanı artık hazırdı. Hüseyin’in ısrarlarına rağmen yenen yemek yine kebaptı. Son muhabbetler, son hazırlıklar derken veda ediyoruz artık. İran’a, bacağında roma askeri dövmesi ile Hüseyin’e, tavlada bir türlü yenemediğimiz diğer Hüseyin’eve 6 gün boyunca yanımızdan ayrılmadan, işini, eşini çocuklarını ihmal ederek yakınlık ve yardımlarını esirgemeyen Ali’ye… Bu ülkede kaldığımız sürece yaptığımız tırmanışların ağzımızda bıraktığı tatla gidiyoruz artık… Bindiğimiz taksilerin durağı Humeyni Havalimanı. Diğer arkadaşlar ile orada buluşacağız. Onlar İsfahan’ı keşfederken bizde dağ keşiflerimize devam ettik.

Sonrası, sonrası birkaç kelime sadece. Uçağın havalanması, yorgun bedenlerin derin uykusu ve İstanbul’a iniş. Ve Henkel’in aracı ileevlere ulaşım…

Bir senedir devam eden bir projenin sonu artık. Artık İran2008 Ekibi’nin faaliyeti başarı ile sona erdi. Zaman yeni projeler ve yeni faaliyetler için işlemeye başladı bile… 2009 yeni bir yurt dışı faaliyetine gebe… Yüzünüz dağlara hep dönük olsun ve asla sırtınızı dönmeyin, dağlara güvenin…

Cem Ergün

Fotolar: https://plus.google.com/u/0/photos/109947911128994292469/albums/5232804986663555617

 
Toplam blog
: 47
: 1425
Kayıt tarihi
: 20.09.06
 
 

İstanbul'da yaşıyorum. Kiraz ayının üçüncü günü doğmuşum. Dağlara dost, dağlara sevdalı ve sevdas..