Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '17

 
Kategori
Kitap
 

"Keşfedilmeyi Bekleyen Medeniyet"

"Keşfedilmeyi Bekleyen Medeniyet"
 

Süleyman Dönmez’in
-Keşfedilmeyi Bekleyen Medeniyet-
Kitabının Değerlendirilmesi;

 

Süleyman Dönmez, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi. Prof. Dr. Yayınlanmış 4 kitabı olan Dönmez, "Latin Ortaçağ Felsefesi, İslam-Türk Felsefesi, Ahlak, Eğitim ve Medeniyet Felsefesi" bağlamlı çalışmalar yapmaktadır. Dolayısıyla Süleyman Dönmez'in üretken bir yazar olduğu söylenebilir.

Ele alınacak bu kitap, söz başında da  belirtildiği gibi; yazarın bir kısmı çeşitli kitap ve dergilerde yayınlanmış, bir kısmı ise yayınlanma aşamasında olan çalışmalarından oluşmuştur.

Yazar, birinci çalışmasında yaşadığımız kimlik krizinden söz etmiştir. Konuya küreselleşme bazında yaklaşarak artık tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir kafa karışıklığının olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Camille Yulien’in, “Türklerin henüz keşfedilememiş bir millet olduğu” sözünü  hatırlatarak kafa karışıklığı iddiasını, 2006 yılında TESEV’in desteğiyle yapılan bir anket çalışmasını örnek göstererek izah eder. Daha sonra ise; ahlak temelli bir Türkiyelilik bilincinde buluşmanın kurtarıcı olabileceği çözümünü dile getirir.

Daha sonraki yazısında ise Türk Tefekkür Tarihini ve Felsefesini okumaya metodolojik bir öneri sunar. Türk tefekkürü ve felsefesinin geleceği kurmaktan daha ziyade  geçmişi okumakla alakalı olduğunu belirten yazar, “Türk var mıdır, yok mudur?” tartışmalarına girmeyeceğini, son yapılan bazı araştırma ve arkeolojik buluntuların bunu tersyüz ettiğini bildirmektedir. Geçmişin imkanlarından bugünü inşa edebilecek yüreğe sahip olunması gerektiğini bildiren yazar, önerdiği yönteme ‘keşfi inşa’ adını vermiştir. Daha sonra Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’ in bir yazısında “Eski Yunan Felsefesinin mirasyedi olduğu” ifadesinden alıntı yaparak hiçbir düşünce ve felsefenin gökten zembille inmediğini belirtiyor. Daha sonra Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay' ın bir tespitiyle bitiriyor. Bu tespit; “ Türk düşüncesinin tarihi ufkunun çok geniş olduğu ve tarihi seyri devletlere yaygınlığı itibariyle Batı düşünce hayatında daha geniş bir tarihe, coğrafyaya sahip olduğudur.

Daha sonraki yazısında 21. yüzyılın düşünce üretmede etkin olacak yeni doğumlara gebe olduğunu ifade eden yazar, rüzgarın artık batıdan estiğini ifade eder. Batıdan esen fırtına, Türk insanını perişan etmektedir. Lakin biz geçmişimizi bildiğimiz zaman bu fırtınadan etkilenmeyeceğiz. Bu da günümüz küreselleşen dünyasında zor olsa da; imkansız değildir.

Yazar, sadece inançla imanın kurulamayacağını, elbette ki imanın inançtan da beslendiğini ifade eder. Akıl, iman ve akıl-iman ilişkisini etkili bir biçimde açıklar. Bu ayrım eskiden yoktur. Bu ayrım, ne zaman dinle felsefe karşı karşıya getirildi, o zaman başlamıştır. Dindar bakış, imanı öncelerken, felsefe tarafında olanlar akla tutunmuşlardır. Ama bu ayrım sağlıklı değildir. Çünkü iki kavram tarih boyunca iç içe geçmiş kavramlardır. Ayrıca yazar, akıl-iman kavgasında Hristiyan düşünüşünün çıkmaz sokaklarda dolaştığını, Hristiyan’ın dünya akıl-iman ilişkisinde girdaba tutulduğunu belirtmiştir. Sonuç olarak; akılla dini inanç birbirinin alternatifi değildir.

Daha sonraki çalışması;  Nurettin Topçu’nun isyan ahlakının, Yalçın Koç’un Anadolu mayası üzerinden yorumlanmasıdır. Yazar burada incelemeyi iki eserle sınırlandırmayı hedeflediğini, ortak paydayı iki yazarında diğer eserlerinde muhafaza etmelerinden dolayı gerek görüldüğünde diğer eserlere başvuracağını belirtmiştir. ”Anadolu mayası, Anadolu Türk kimliğinin esasıdır, insanın özüdür” diyen Koç’a göre; Batı Doğuyu görmemezlikten geliyor. Anadolu mayası, içten dışa doğru birlik 'nous' esaslıdır. Batıda ise  logos esaslıdır. Daha sonra ise Müslümanlaşarak Anadolu coğrafyasına gelen mistik ruhun, gerek Topçu ve Hilmi Ziya gerekse de Koç tarafından işlenme ve felsefelendirilme sürecinden bahseder.

Daha sonra ise yazar, Kutadgu Bilig’in sadece siyasetname olmadığını, Yusuf Has Hacib’in dilin takati ölçüsünde ‘mecaz- metafor’ yoluyla aktardığı şaheser bir eser olduğunu belirtir. İslamlaşma sürecinin ürünü olan birçok önemli eser, kütüphane raflarında unutulmaya yüz tutmuştur. Yazar ‘kut’ kavramı üzerinden, öncelikli hedefinin Kutadgu Bilig’in içi olduğunu belirtir. Zira nazarımızda  Türklük gerek İslam gerekse felsefe üzerinden alınan destekler, ’iç’ olduğunu düşündüğümüz kut'a erişmede anahtar hükmündedir. Yusuf Has Hacib’in bilinçli olarak mecazi dili kullandığını belirten yazar, mecazi dilin bize sınırsız ve sonsuz olan kut hakikatını sınırlı ve sonlu varlıklara indirgemeden kavratabilmek için en etkili yol olarak göründüğünü belirtiyor.

Bir sonraki çalışmasında,  bilge filozof olarak Nasrettin Hoca’yı ele alır. Yazar Nasrettin Hoca’nın Anadolu Türk felsefesinin en canlı örneği olduğunu ve bugüne kadar felsefi bir okuma yapılmadığını belirterek birçok değer gibi bu değerimizin de unutulduğunu belirtmekte. Nasrettin Hoca fıkralarıyla bize mesajlar vermekte ama biz günümüzde onu bir dalkavuk veya bir şaklaban olarak görmekteyiz. Lakin Nasrettin  Hoca ne bir şaklaban ne bir meczuptur. Maya, gönle aşina olmayan için anlamsız, lakin maya hakikattir. Sütü bozuk olanda tutmaz. Nasrettin Hoca gönüllere maya çalar, bize coşkun ruhu aşılar. Nasrettin hoca gibi değerlerimizi iyi anlamalıyız. Küreselleşen dünyada onlara sahip çıkmalı ve o mayayı yeniden canlandırmalıyız.

Daha sonraki yazısında ise henüz felsefi bir okumaya tabii tutulmamış olan Türk Tasavvuf Geleneğini ele alır. Türk coğrafyasında tasavvuf, zirve noktasını görmüş, Anadolu mayası olarak bilinen gönül felsefesidir. Felsefe ve tasavvuf bilinenin aksine zıt ilimler değildir. İkisi de hakikatten beslenir ve ayrıştırılması yanlıştır. Alimle filozofu farklılaştıran, esasen bilgi değil, bilgiye yaklaşımdır.

Tarih boyunca bilge kişilere filozof sözcüğü yakıştırılmıştır. Bu genel bir kavram olmakla beraber daha sonra özelleşmiştir. Alim bildiğinin farkında olandır. Filozof ise bildiğini de bilmediğini de bilendir. İkisi de hakikati aramasıyla bizlere rehberlik görevi gördüklerinden dolayı saygıya layıktır. Elmalılı Vahib Ümmi unutulan ve bilmediğimiz  gerçek bir mutasavvıf,  gönüller sultanıdır, hakikate açılan bir penceredir. Türkçe şiir söyleme geleneğine bağlı olan Vahib Ümmi’ nin İslam'ın yaşanmasındaki katkıları kültürümüz açısından önemlidir. Daha nice Vahib Ümmiler belki vardır da kaybolmaya, unutulmaya yüz tuttuğu için bilemiyoruz.

Bir sonraki yazısında birbirine felsefi açıdan benzemesi açısından Türkiye ve Afrika karşılaştırılmıştır. Daha önce Türkiye’de değinilmemiş, batıda ise güncelliğini kaybetmiş bir konudur. Yazar Türk felsefesi yerine onun özünü teşkil eden- Anadolu felsefesi- kavramını kullanması konuya yaklaşımı açısından önemlidir. Türk ve Afrika felsefesi parçalanmaya yüz tutmuştur. Yazar buna çözüm olarak “Afrika’daki parçalanmışlığı Anadolu mistisizminin birleyici nefesiyle bertaraf etmek ve Afrika’yı ve Anadolu’yu birleyen bir felsefe ortaya koymak.” olarak ifade etmiştir.

Kitap daha önce konuşulmamış birçok eser, yazar  ve meseleye ışık tutmasıyla çok önemli bir eserdir. Başından sonuna kadar özellikle kaybolmaya ve anlamsızlaşmaya başlayan Türklük gibi değerleri bize yeniden hatırlatıyor. Son yazısında belirttiği gibi İsmail Gaspıralı’nın “dilde, fikirde, işte birlik” ilkesini hatırlatarak buna ulaşmamız gerektiğini belirtiyor. Anadolu mayasını yeniden canlandırmak, değerlerimizi unutmayarak onları anlayıp keşfetmekten geçer.

Yeniden Anadolu’yu mayalamak ve o mayayı diri tutmak dileğiyle…

 

 
Toplam blog
: 5
: 518
Kayıt tarihi
: 20.09.17
 
 

      ÇUKUROVA ÜNİVERSİTE İLAHİYAT FAKÜLTESİ DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ ÖĞRETMENİ ..