Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Aralık '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Amasya Amasya dedikleri - 2

Ferhat ile Şirin' in hazin aşk hikayesini dinledikten sonra, rehberin ısrarıyla otobüsten iniyoruz. Aşkın, yeryüzündeki izdüşümlerinden biri olan, Ferhat' ın Şirin için kayalarda açtığı oluklara hayran hayran bakıp duruyoruz. Bakıp duruyoruz durmasınada... Şu dağın başında, hava buz gibi. Güneşse yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlamış. Başlamış ama ne mümkün, günün şu erken vaktinde ısıtsın bizi. Ellerimiz paltolarımızın cebinde, ısınmak için ayaklarımızla olduğumuz yerde tepiniyoruz bir müddet. Hani, rehberin inmemiz için yaptığı onca ısrar sonrasında; "bu soğukta bu kadar seyir yeter" de diyemiyoruz rehbere. İstiyoruz ki; nasıl onun teklifiyle indiysek, yine onun teklifiyle binelim otobüse. Rehberse; kimbilir gönlünde hangi düşlerle, öyle seyre dalmış ki olukları ... İş başa düşüyor, yanına yaklaşıyorum. Ve az öncesinin rövanşını alır gibi, "hadi, tur rehberi" diyerek daldığı o düşlerden ayırıyorum onu. Yine gülümsüyor ve "haklısın, yolcu yolunda gerek" diyerek, otobüse binmemiz için çağrıda bulunuyor. Ah, sorsan koca insanlarız ama çocuktan farkımız yok. Rehberin çağrısı üzerine itişe kakışa otobüse biniyoruz. Sonra her birimiz kuruluyoruz da koltuklarımıza, otobüsün o ahengli salınımıyla yavaş yavaş uzaklaşıyoruz Şahin Kayası' ndan.

Koltuklarımıza kurulur kurulmaz, dinlediğimiz hazin hikaye ile gördüklerimizi büyük bir hevesle yorumlamaya başlıyoruz hemen. Böyle zamanlarda konuşmaktan çok dinlemek hoşuma gider ya... Arkama yaslanıp, kulağımı bu yorumların dinletisine bırakıyorum büyük bir keyifle. Dinlediklerim bir ninni misali iyice sarıyor beni ve otobüsün o sıcak havasının da verdiği rehavetle gözlerim yavaş yavaş kapanıyorduki tam, tur rehberi yine mikrofonu eline alıyor ve anlatmaya başlıyor...

"Şimdi ki güzergamız bir tepe. Bu tepeyi özel kılan da yine bir aşık ve onun efsanesi. Vaktin birinde iki kardeş yaşarmış Amasya' da. Biri şehirde ayakkabı tamirciliği yapan İğneci Baba, diğeri Karasenir Köyü' nde çobanlık yapan Serçoban. İkiside kendi gönüllerinde aşkın doruğuna varmış, ikisi de evliya. Günlerden bir gün Serçoban' ın aklına şehirdeki kardeşi İğneci Baba düşer. Bir yandan; ne haldedir, ne yapar diye meraklanırken kardeşi hakkında , diğer yandan da kardeşinin hasreti sarıp sarmalar yüreğini. Gitmeye karar verir. Gidipte görmeye, görüpte yüreğindeki hasreti dindirmeye... E, onca yolu eli boş gitmekte olmaz; koyunlarının birinden, bir mendile süt sağar. Yüreğinde hasreti, elinde içi süt dolu mendili... Bir sabah vakti koyulur yola; varıp şehre, bulur kardeşini. Halleşirler, hasret giderirler bir müddet. Bir zaman sonra Serçoban' ın aklına mendile doldurup getirdiği süt gelir. Mendilden tek damla süt sızmamıştır ya isterki kardeşi de görsün bu kerametini. Mendili dükkanın duvarındaki bir çiviye asar. O sırada bir hanım müşteri girer dükkana. İğneci Baba, hanımın ayak ölçüsünü almaya başlar. Serçoban da bir köşeye çekilip kardeşini izlemeye koyulur. Derken, hanımın pembe topuklarına takılır gözleri. Tam, "ne kadar da güzel" diye geçirirken aklından, duvara asılı mendildeki süt yavaş yavaş damlamaya başlar. İğneci Baba farkındadır ya herşeyin ama sesini de çıkarmaz. İşini bitirip, müşteriyi yolcu eder. Sonra döner kardeşine de , " Ya Serçoban , gördüğün gibi keramet dağ başında ermekte değil, keramet burada, halkın içinde mendildeki sütü sızdırmamakta" der. Neye niyet, neye kısmet... Serçoban kendi kerametine kardeşi şahitlik etsin diye niyetlenirken, kardeşinin kerametine tanıklık etmek düşer Serçoban' ın kısmetine.

Uzun uzadıya anlatıyorum sıkılmıyorsunuz umarım. Ama bu yollar da sus, pus oturup gitmekle bitmez ki... Şimdi de gelelim Serçoban' ın diğer efsanesine. Seçoban, bir gün koyunlarını otlatmak için dağa çıkar ve salar koyunları çimene. Koyunların her biri önündeki otla meşgul olurken aksilik bu ya sürüden bir oğlak kaçar. Kaçar kaçmaz Serçoban' la oğlak arasında bir kovalamacadır başlar. İyice yorulan Serçoban, "bir yakalarsam, keseceğim seni" der oğlağa. Nihayetinde yakalar ve sözünü yerine getirmek için tam kesecekken oğlağı, oğlağın melül bakışları yüreğine işler Serçoban' ın. "Sende, bende yorulduk hadi kalk ayağa da dönelim artık " der oğlağa ve sürüsünü toplayıp iner dağdan. Eee, sayılı nefes, çabuk biter. Gün gelir, vade dolar; Serçoban Hakk' a kavuşur. İşte ne olduysa ondan sonra olur. Serçoban Hakk' a kavuşur kavuşmaz, sürüdeki koyunların her biri, bir ağaca dönüşür. Bir anda koca bir orman meydana gelir. Ve o gün bugündür tek bir ağaç bile kesilmemiştir, yöre halkınca bu ormandan. İşte şimdi bizler de hem Seçoban' ın kabrini ziyarete hem de bu son kerametini görmeye gidiyoruz" diyerek nokta koyar sözlerine tur rehberi. O sözlerini noktalayıp, mikrofonu yerine bırakadursun, şimdi de kalemi elime alıp, ben başlayayım anlatmaya.

Bağların, bahçelerin kenarından, nice evlerin önünden geçtik, az gittik, uz gittik derken nihayet vardık Serçoban' ın ormanına. Bir tepenin eteğinde park ettik ve indik otobüsten ve tepeye doğru tırmanmaya başladık grup grup. Ormansa ... Ah, o kadar güzelki... Her biri yemyeşil ağaçlar sere serpe kaplamışlar tepeyi. Ağaçların altlarında banklar, bankların altlarındaysa bir çimen... Çimen öyle bir sökün etmişki, toprağın o kahverengi yüzünü aralıksız yeşile boyamış. Hani o, az evvel kuru dağlarda bizi ısıtmayan güneş ! Güneş tepede ışıl ışıl... Sanki kucak açmış ormana da sarıp sarmalamış ormanı sıcaklığıyla.... Nefes nefese kalıyorum birden. Bu, nefes nefese kalışım; ormanın güzelliğinden mi yoksa tepeyi tırmanmanın yorgunluğundan mı ? Kararsız kalıyorum, bu konuda bir an. Bu kararsızlıkla Serçoban' ın türbesine varıyorum nihayet. Erenler, evliyalar, türbeler... Şu emsalsiz Anadolu' muzun diğer bütün diyarları gibi, elbette Amasya ' da; tıpkı şimdi ziyaret ettiğimiz Serçoban gibi nice evliyayı barındırıyor olmalı koynunda. Hem evliyalar şehirlerin, beldelerin manevi sahipleridir bir nevi. Serçoban' da Amasya' nın bu manevi sahiplerinden biri öyleyse. Selam verip, dua ediyorum. huzurunda. Ve izin istiyorum Serçoban' dan; sahibi olduğu şehir, Amasya' yı görmek için. İzin defaten veriliyor olmalı ki her birimize, o ana kadar suskun olan tur rehberi ansızın konuşmaya başlıyor. "Artık, gitme vakti " diyor. Gidipte Amasya' yı görme vakti" diye devam ederek tamamlıyor cümlesini.

Usulca ayrılıyoruz Serçoban' ın huzurundan. O yemyeşil ormanın içinden geçiyorum yine nefes nefese. İşte şimdi bir karara varıyorum ki; nefes nefese kalışım ormanın güzelliğindenmiş meğer. Nasıl grup grup çıktıysak yine grup grup iniyoruz tepeden. Serçoban' ın bir kerameti olsa gerek; bu sefer itişe, kakışa değil de sırayla, tek tek biniyoruz otobüse. Yine koltuklarımıza oturuyoruz ve arkamıza yaslanıyoruz. Yine gördüklerini ve dinlediklerini yorumlamaya başlıyor herkes. Ve ben bu yorumların dinletisine bırakıyorum kulaklarımı yine. Bağların, bahçelerin kenarından, nice evlerin önünden geçiyoruz ve tur rehberi mikrofonu eline alıyor ve yine anlatmaya başlıyor.

"Bu seferki güzergahımız da Amasya kalesi" diyor.

Devam edecek (*)

Not: İğneci Baba ve Serçoban efsanelerini anlatırken yayarlandığım kaynak: http://www.amasya.gov.tr/http/index.asp?PageNo=122°er1=1

 
Toplam blog
: 11
: 1566
Kayıt tarihi
: 29.09.06
 
 

Yazmak bir tutku içimde. Kimi zaman öyle zor ki içimdekileri yazıya dökmek. Bir kelime, bir kelime d..