Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ocak '15

 
Kategori
Felsefe
 

Analitik düşünmek ne demektir ve nasıl uygulanır?

Analitik düşünmek ne demektir ve nasıl uygulanır?
 

Analitik düşünmek “bir problemi çözmek için, bilgileri ayrıştırarak ve sorunu oluşturan öğeleri göz önüne alarak sonuca varmak için yürütülen sistematik düşünme tarzı” olarak tanımlanır ve diğer birçok kaynakta da aşağı yukarı benzer tanımlamalara rastlamak mümkündür.https://www.itusozluk.com/goster.php/analitik+d%FC%FE%FCnme  Ancak nasıl ve ne şekilde bu düşünce tarzı öğrenilir veya geliştirilir sorusunu sorduğumuzda kendimizi uçsuz bucaksız bir okyanusta buluruz. Çünkü analitik düşünmenin henüz keşfedilmiş ve uygulanılabilen bir yolu, yöntemi maalesef yoktur. Nasıl olsun ki?

İlk ve orta eğitim kurumlarından vaz geçtik üniversitelerde bile analitik düşünmek dediğimiz düşünme biçiminin öğretildiğini hiç duyanımız var mı? Bırakın öğrencileri, öğretim görevlileri anlı şanlı doçentler, profesörler analitik düşünce becerisine sahip olsalardı sosyal sorunlarımız çoktan çözülmüş olmazlar mıydı? Sosyal sorunlarımızın çözümlenmesinden vazgeçtim, her akşam TV kanallarında seyrettiğimiz tartışma programları sürekli kavgayla bitmiyor mu? Eğer, her biri birer “aydın” lık abidesi olan bu ünlü yazar, çizer, hocalarımız, kanaat önderlerimiz, rengârenk cüppeleriyle tavus kuşlarını bile çatlatan akademisyenlerimiz analitik olarak düşünebiliyor olsalardı bırakın sosyal sorunları çözmeyi, en azından ekranlarda, milyonların gözleri önünde birbirleriyle tartıştıkları sorunlar üzerinde anlaşamazlar mıydı?

Hayır, kendi kendimizi kandırmayalım, analitik düşünmek dediğimiz şey hayal ürünü bir varsayımdan, hurafeden başka bir şey değildir. İşin özü şudur: hayvanlarda, dağdaki çobanlarda, okullarda yıllarca eğittiğimiz çocuklarımızda, entelektüellerimizde, aydınlarımızda, akademisyenlerimizde hep aynı yöntemle aynı sistemle yani “ezbere”  düşünürler, konuşurlar ve yazarlar.      

Biz yeni doğan çocuklarımıza bir sürü şey öğretiriz. Örneğin yemeyi, içmeyi, biberon, lazımlık, çatal, kaşık, bıçak kullanmayı, oyuncaklarla oynamayı, yürümeyi, koşmayı, konuşmayı, okumayı, yazmayı, resim yapmayı gibi daha bir dolu eylemi öğretiriz. Ama onlara hiçbir zaman düşünmeyi, görmeyi, duymayı, gülmeyi, ağlamayı, kızmayı, isyan etmeyi, bir şeyi sevmeyi veya başka bir şeyden nefret etmeyi hiçbir zaman öğretmeyiz. Öğretmeyiz ve zaten istesek de öğretemezdik. Konuşmayı öğretiriz ama düşünmeyi öğretemeyiz. Çünkü birçok duyusal ve duygusal eylem gibi düşünmekte her insanın doğuştan sahip olduğu bir beceridir ve öğretilmesi, geliştirilmesi ne mümkündür ne de gerekir..

Düşünmek beynin gerçekleştirdiği bir “bilgi işlem” operasyonudur ancak ne var biz “ruh ve beden” ayrımı yapamadığımız için beynimizin düşündüğünü fark edemeyiz ve bilinçsel bir varlık olan ruhumuzun düşündüğünü zannederiz. Oysa beynimiz düşünür, gözlerimiz görür, kulaklarımız duyar çünkü bütün bunlar bedensel işlevlerdir. Buna karşılık “ruh” beynin düşündüklerinin, gözün gördüklerinin veya kulakların duyduklarının farkına varır ve sonuçta da içinde yaşadığı dış dünyasının “bilinç” ine erişir. Entelektüellerde, aydınlarda veya profesörlerde de durum hiç farklı değildir.

“Ruh” un gözün, kulağın veya beynin işlevini yerine getiriş şekline müdahale etme şansı yoktur. Ruh tüm yaşam süresince duyu organları vasıtasıyla alınan,  beynin gri hücrelerine kaydedilen milyonlarca “bilgi” birikiminin nasıl, ne şekilde, hangi hücrelerde kaydedildiğini onlardan nasıl ve ne şekilde faydalanılabileceğini kesinlikle bilmez. Haliyle de beynin nasıl ve ne şekilde bizim düşünmek dediğimiz “bilgi işlem” operasyonları yaptığını bilemez. Peki, hal böyleyken bizim düşünmeyi öğretemeyeceğimiz beynimize “analitik düşünme” becerisi gibi yeni, daha farklı daha nitelikli bir düşünme becerisi, yöntemi kazandırmamız mümkün mü?

Hayır, biz beynimizi hiçbir şekilde yönlendiremeyiz, ona yol, yöntem öğretemeyiz ve onu eğitemeyiz. Komik bir benzetme yapmak gerekirse her gün kullandığımız bir “bilgisayar” ı nasıl ve neden eğitemezsek, beynimizi de aynı nedenlerle eğitemeyiz. Ama biz bir bilgisayar operatörünü kolaylıkla eğitebiliriz ve işin özü de bu ayrıntıda gizlidir.  .

Beyin yaşam boyunca dış dünyadan aldığı bin bir çeşit veriyi “bilgi” olarak duyumsar, bunları ileride, gerektiğinde tekrar kullanmak üzere beynin gri hücrelerine kaydeder ve bu “bilgi” ler arasında “bilgi işlem” operasyonları yaparak bütün ruhumuzu ve bedenimizi yönlendirir. Bütün bu işlemler olup biterken de ruhumuz içinde yaşadığımız dünyanın bilincine varır, bir takım değer yargıları oluşturur ve olabildiğince bilinçli bir şekilde yaşamını sürdürür veya çoğu zaman olduğu gibi cahil kalır.

İçinde yaşadığımız kültürel çevre beynin bir dünya algısı oluşturma ve sonrasında da ruhumuzu bilinçlendirme sürecinde birinci derecede etkileyici ve belirleyici faktördür. Örneğin bir Hintli, ineğin kutsal bir hayvan olduğu “bilgi” sini duyumsadığı için o hayvanın kutsal bir varlık olduğu inancıyla yaşar. Buna karşılık Müslüman bir Türk’te İslami dogma gereği domuzun Allah tarafından lanetlenmiş bir hayvan olduğunu ve onun etinin yenmesinin haram olduğunu düşünür ve o doğrultuda yaşamını sürdürür. Oysa doğa da aynı doğadır, beyin de aynı beyindir ama beyinde kaydedilen “bilgi” ler farklı olduğu için Türk’ün beyni ile Hintlinin beyni aynı “bilgi işlem” operasyonlarını yapmasına rağmen farklı sonuçlara dolayısıyla da farklı bir dünya algısına ulaşmış olur. Şimdi burada bir Türk’e veya Hintliye “siz analitik düşününde domuzun haram, ineğin de kutsal olmadığını” anlayın demenin bir yararı olabilir mi? Olamaz! Çünkü Türk nasıl düşünürse düşünsün, ister analitik, ister sentetik, ister yaratıcı, ister pozitif düşünsün, isterse de domuzla “empati” yapsın sonunda varacağı sonuç daima domuz eti yemenin Allah tarafından “haram” kılındığı varsayımıdır. Çünkü beyin daima ve daima kendi gri hücrelerinde kayıt altına alınan “bilgi” birikimi doğrultusunda “bilgi işlem” operasyonu yapar ve ne düşünüyorsa yine onu düşünür. Çünkü beyin dediğimiz o muhteşem organ kelimenin tam anlamıyla “ezber” ci bir düşünür, “bilgi işlemci” dir. İneğin kutsal, domuzunda haram olduğunu öğrendiyse, ezberlediyse bunlardan asla şaşmaz ve papağanlar gibi aynı şeyleri tekrarlar durur.

Beyin muhakkak ki doğanın tüm evrim süreci boyunca geliştirdiği en mükemmel, en olağanüstü bedensel organdır. Ancak beynin “ufak” bir sorunu varsa o da edindiği “bilgi” lerin “gerçek” çi olup olmadığını ve “bilgi” ile “değer yargıları, varsayımlar, hurafeler, yalanlar, dolanlar” arasındaki farkı ayırt edemez. Edemediği içinde dış dünyasından duyumsadığı her türlü yazılı veya sözlü söylemi, iddiayı, varsayımı, hurafeyi “bilgi” olarak kabul eder ve ömür boyu papağanlar gibi tekrarlamak üzere gri hücrelerine kaydeder.  

Bütün bu yukarıda saydığım nedenlerle de “bir problemi çözmek için, bilgileri ayrıştırarak ve sorunu oluşturan öğeleri göz önüne alarak sonuca varmak için yürütülen sistematik düşünme tarzı” olarak tanımladığımız “analitik düşünmek” hayal ürünü bir varsayımdan başka bir şey değildir. Gerçek olan şudur ki biz beynin çalışma sistemini değiştiremeyiz ve ona yeni bir şeyler öğretemeyiz. Beyin milyonlarca yıldır olduğu gibi nasıl düşünüyorsa öyle de düşünmeye devam edecektir. Bütün bu nedenlerle de sorun insanın beyninde, onun bilgi işlem operasyonları yapış biçiminde değil aksine sadece ve sadece beynimizi bilgilendiren, dolayısıyla da ruhumuzu bilinçlendiren kültürlerimizde ve o kültürleri tüm varsayımları, dogmatik ezberleri, akla zarar hurafeleriyle yücelten, kutsayan, genç nesilleri acımasız bir şekilde, hatta ahlâksızca ezberciliğe mahkûm eden eğitim sistemlerimizdedir.

Peki, biz aklı bir karış havadaki insanlar neden şimdi durup dururken “analitik düşünmek” gibi yeni bir düşünce biçimine gereksinim duymaya, onu icat etmeye veya en azından ondan söz etmeye başladık?

Bilgi, bilgisayar, teknoloji ve iletişim çağında yaşıyoruz ama insanlığın geldiği nokta hiç iç açıcı değil ve son derece ürkütücü. Sosyal sorunlar saymakla bitirilemeyecek kadar çok ve artarak çoğalıyor. İnsanlar arasındaki kültürel eşitsizliğe dayalı çatışmalar, giderek artan şiddet ve terör olayları, ahlâki çöküntü, bireyler ve toplumlar arasındaki gelir eşitsizliği, yoksulluk, açlık, insanların giderek aptallaşması ve davranış bozuklukları göstermesi, hızla artan alkol, uyuşturucu ve ilaç kullanımı. Saymakla bitirilecek gibi değil. Bir tarafta “doğa bilim” lerinde yapılan keşif, icatlar ve teknolojik gelişmeler vasıtasıyla günden güne geliştirilen   “alet ve gereç” lerle kolaylaştırılan “doğal dünyamız” diğer tarafta da “dini, milli, ideolojik” varsayımlar, hurafeler, dogmalar doğrultusunda yerinde sayan hatta giderek karmaşıklaşan “sosyal dünya” larımız arasındaki derin uçurum. Belli ki insanlık “teknolojik” olarak giderek gelişirken “sosyolojik” olarak bu gelişmelere ayak uyduramıyor ve bu nedenle de  “analitik düşünmek” gibi hayal ürünlerinden medet umuyoruz.Sorun aslında insan beyninin “analitik” olarak düşünüp düşünmemesi değil aksine insanlığın tarihi süreç içinde icat ettiği “soyut” kavramların içlerinin boş olması ve geliştirilememesi nedeniyle “analiz” edilememesidir. Öyle ya, içtiğimiz “su” yu, yediğimiz ıspanağı, maydanozu, yumurtayı, elmayı, portakalı, fındığı, fıstığı “analiz” edebilen insan aklı neden devlet, millet, hak, hukuk, ahlâk, etik, demokrasi, yöntem, yönetim, eğitim, yasa, kural, örf, adeti namus, aydın, haram, sevap gibi “soyut” ama son derece önemli “sosyal” kavramları, ilkeleri “analiz” edemesin, onların her birinin ne olduğunu, ne işe yaradığını, bize yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu ortaya çıkaramasın?    

İçtiğimiz “su” yun hidrojen ve oksijen atomlarından oluşan bir sıvı olduğunu ve içeriğinde hangi minerallerin bulunduğunu, sertlik veya sıcaklık derecesini ve bu sıvının diğer varlıklar üzerinde ne kadar önemli etkileri olduğunu biliriz. Bütün bunları bildiğimiz içinde bizim “su” ile ilgili bir fikir yürütürken beynimizin “su” yu analiz etmesi gerekmez. Çünkü karşımızdaki muhataplarımızda o “su” hakkında aynı objektif, genel geçer, bilimsel “bilgi birikimi” ne sahiptir. İşte bu nedenlerle de “doğa bilim” lerinin alanına giren konularda, kavramlarda kayda değer anlaşmazlık çıkmaz ve örneğin bir fizikçi ile başka bir fizikçi kolaylıkla anlaşabilirler. Ama gelin görün ki toplumsal yaşamın en önemli ve üzerinde en çok tartışılan kavramlarından biri olan örneğin “cumhuriyet” kavramının tam olarak ne ifade ettiğini, ne olduğunu, ne işe yaradığını, neden ihtiyaç duyduğumuzu bilmeyiz. Çünkü “cumhuriyet” kavramı tek kelimeden ibaret ama yıllar boyunca yüceltilmiş, kutsanmış “soyut” bir kavramdır. "Soyut" bir kavram olduğu yani bir sürü belirsizliği içerdiği için her insan tarafından farklı şekillerde "algı" lanır ama genel geçer bir "anlam" ı olmaz ve pratiktede hiç bir "cumhuriyet" birdiğerine benzemez. "Cumhuriyet" mi "cumhuriyet" deriz, kutsar ve yüceltir sayısız "ezber" lerden biri haline getiririz.  

Örnek vermek gerekirse Türkiye’de bir cumhuriyettir, ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de cumhuriyettir. Ama bütün bu “cumhuriyet” ülkelerinin hiçbirinin yönetim biçimi diğerine benzemez. Saddam Hüseyin’in Irak’ı veya Kaddafi’nin Libya’sı da “cumhuriyet” ti ama kelimenin tam anlamıyla diktatörlükle yönetilen birer “cumhuriyet” lerdi ve bu nedenle de o ülkelerin “cumhuriyet” olup olmamalarının en ufak bir anlamı olmadı.

Türkiye Cumhuriyeti de 90 yıl önce kurulmuş ve her yıl büyük tantanayla, şamatayla kutsanan, yüceltilen, resmi bayram olarak kabul edilen ama sonuçta da “tek adam, tek parti” tarafından yönetilen, insan haklarının sürekli ihlal edildiği, hukukun üstülüğü, güçler ayrımı veya bilimsel, objektif eğitim gibi ilkelerin söz konusu olmadığı bir “cumhuriyet” olarak kalakalmıştır.  Şimdi, hal böyleyken 90 senedir ezberci eğitim sistemiyle eğittiğimiz insanlardan “analitik” düşünmelerini ve ülkedeki bitmek tükenmek bilmeyen sorunların çözümlenmesini beklemenin en ufak bir anlamı olabilir mi?

Cumhuriyet, hak, hukuk, demokrasi, siyasetçi, aydın, eğitim, bilgi, fikir, varsayım, hurafe, dogma ve benzerleri gibi “soyut” kavramlar hiçbir şekilde insanlar tarafından “analiz” edilemez ve “analitik, eleştirel, sorgulayıcı ve geliştirici” bir düşünmenin objesi olamaz. Ancak ne var “cumhuriyet” gibi “soyut” bir kavramın filozoflar, sosyal bilimciler tarafından içi somut bilgilerle doldurularak “somut” bir hale getirilmesi daima mümkündür. “Soyut” bir kavram içi “bilgi” ile doldurulduğunda ve genç nesillere o şekilde öğretildiğinde de o “bilgi birikimi” ile donatılan insanlar artık “somut” laşmış olan o kavramları “gerçekçi ve rasyonel” bir şekilde değerlendirebilir.

Ancak ne var “soyut” kavramların kuru lâflarla “somut” laştırılması da hiçbir şekilde mümkün değildir. Bir kavramın “somut” laşabilmesi için her şeyden önce o kavramın açık ve net bir “amaç” içermesi ve o “amaç” ın da insana “somut” bir yararının olması, insanın gerçek bir ihtiyacını karşılaması gerekir. Örneğin “cumhuriyet, hukuk veya eğitim” gibi kavramların belli birer “amaç” ı olmalı ki o kavramların içleri doldurulurken o “amaç” lara hizmet edecek şekilde bilgi ile doldurulabilsin. Örneğin “cumhuriyet” ten beklentimiz ne olmalıydı? Kralın, padişahın gidip onun yerlerine “siyasetçi” sınıfının iktidara gelmesiyse bu çok aptalca bir “amaç” olmaz mıydı? Öyle ya “siyasetçi” nin kraldan, padişahtan geri kalır yanı var mı?  Veya “hukuk” ta “amaç” ne olmalıdır sorusuna “var olan düzeni korumak”  olarak cevap veriyorsak o zaman da hangi hakla daha iyi bir gelecek, eşitlik, adalet istiyoruz sorusuna bir cevap aramak zorunda kalmaz mıyız? Veya “eğitim” de amaç “dinini, örf, adet, geleneklerine bağlı, varlığını Türk varlığına armağan edecek” genç nesiller yetiştirmekse yıllardır eleştirilen eğitim sistemimizin aslında son derece başarılı olduğu sonucuna varmamız gerekmez mi?  

Netice olarak “analitik düşünmek” dediğimiz şey hayal ürünü bir varsayımdan başka bir şey değildir. Yapmamız gereken tek şey toplumsal yaşamımızı belirleyen tüm “soyut” kavramları herkes tarafından anlaşılacak ve tüm insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde objektif, gerçekçi, bilimsel “bilgi” ler ile doldurarak “somut” laştırmaktan ibarettir. Bunu yaptığımızda hem öğretmenler, hem öğrenciler yani tüm halkımız tüm bu “soyut” ama “somut” laşan kavramların ne olduklarını, ne işe yaradıklarını veya yaraması gerektiklerini bilir ve “ezber” cilikten kurtulur, “bilinç” li insan mertebesine yükselir. “Bilinçli” insanlar da hem birbirleriyle konuşarak anlaşabilirler hem de bilinen bütün “sosyal sorun” lar teker teker çözülürler. Aksi takdirde “siyasetçi” ler tarafından kurgulanan sosyal dünyalarımızda “demokratikleşir” durur ama sonuçta da her gün sokaklarda, meydanlarda üniversite anfilerinde birbirimizle tartışır, çatışır hatta ölür ve öldürürüz. 

 

Mustafa Atilla

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..