Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ocak '13

 
Kategori
Felsefe
 

Benliğine darılmış anatomi

Benliğine darılmış anatomi
 

Çok tuhaf bir özelliği vardı; yeterince zekiydi. İnsanların, beyinlerini bacak aralarında taşıdığını ve bu yüzden çoğunun idrar komasında olan bir zekaya sahip olduğunu düşünürdü. Susuyordu çoğu zaman, konuştukça aptallaşıyordu. Sarf ettiği her hece, her ses kombinasyonu onu gittikçe ötekilere benzetiyordu. Konuşmak, aptallarla olan tek ortak noktasıydı. Kendisi düşünen bir beyne sahipti, etrafındakiler ise bireysel içgüdü sınırını henüz aşmış değillerdi. Hayvani bir tutarlılık seziliyordu yaşantılarında. Konuşma başlayınca, fikirler söylemlere yeniliyordu. Söylemlerdeki eşitlik, düşüncedeki farklılığı ortadan kaldırıyor ve aptallarla arasındaki farkı gizliyordu. Dilin o dar sınırında can çekişen düşünceler bir vakte kadar direniyor, sonra sınırdaki tel örgülerde paramparça olmuş bir cesede dönüşüyordu. Düşüncenin sınırları yoktu; fakat alfabe değişmez bir harf sınırındaydı ve düşünceye sadece bu harf sayısı kadar yaşama şansı veriliyordu. Harflerin köleliği sözcüklerle meşru kılınıyordu. Sadece 29 harfle düşünebilme olanağı vardı.

Harflerin sınırını aşmak mümkün kılınabilir miydi? Öyle bir ifade yöntemi geliştirilmeliydi ki; susmalıydı ama bu suskunluk çoğu şeyi anlatabilmeli ve düşüncenin en yalın hali, seslere veya kağıda dönüşemeden anlaşılabilmeliydi. Fikir, sembollerin dayatımının ötesine geçebilmeliydi. Görsel ve işitsel olmayan bir dışavurum nasıl gerçekleşebilirdi? Harf ve ses diyetine girilebilir miydi?

Bu yüzden olsa gerek, klasik müzik dinleyip bu trajik kumpastan kurtulmayı umut ediyordu. Müzikte harfler yoktu ve ezgi bütün düşüncelere açıktı. Aşkı anlatan bir melodiye gülünebilir, acıyı anlatan bir diğer melodiyle dans edilebilirdi. Algının sınırı yoktu ve özne, kendi belirleniminde ilk defa bu kadar özgür olabiliyordu. Her melodide, sonsuz bir hissediş yelpazesi kanatlarını ona sonuna kadar açıyor ve onu 12 metra karelik odasından çekip alıyor, melankolinin dehlizlerinde uçuk maceralara sürükleyebiliyordu.

Bestelerini isimlerini ve sahiplerini merak etmez, bunları ezberleyip entelektüel şaklabanlıklara girmezdi. Beste hakkındaki herhangi bir bilgiyi öğrenmemek için tüm gücüyle direnirdi, öğrenmiş olduklarını da unutmak için hafızasını beyninden kovmak isterdi. Çünkü bilgiler, nihayetinde harflerle ifade ediliyordu ve sözcükler, müziğin o kutsal dünyasına kelepçe vurmakta, onu duyguların işkenceye uğratıldığı bir idam sehpasına çivilemekteydi. Belki de bu yüzden, hiçbir zaman bir enstrüman çalmak istemedi; notalara sadık kalan bir müzisyene dönüşüp tek kurtuluş umudu olarak koşullandığı müziğin kapılarını kapatmak istemiyordu. Müziğin kaybı, onu ölüme sürükleyebilirdi. Umutsuzluğu bir tür ölme biçimi olarak görüyordu çünkü.

Sevmeyi de tam olarak beceremiyordu. Hep acemi kalmıştı bu konuda. Yeterince korkak sevmeyi yeğliyordu. Sevgi bir öldürme biçimiydi çünkü. Sevilen her kişi, seven kişi tarafından, kendisi dışındaki tüm alanlarda öldürülür ve ona sadece kendi alanında yaşama hakkı verilirdi. O, bir deliydi; sıra dışı bir deli…

İntihar eden yazarları düşünüyordu bazen. Yıllarca soluk soluğa ciltlerce kitap yazmış, sonra da hayatlarına son vermişlerdi. Belki onlar da harflerin ötesine geçemeyişlerini kavramış, ellerinde dünyalarını ifade edebildikleri tek bir yöntemin kalmadığını anlayınca intiharı bir ifade tarzı olarak kabul etmişlerdir. Kim bilir?

O, tanrısız biriydi. Tıpkı tanrı gibi. Tanrının da tanrısı yoktu nihayetinde. Bütün kullarını toplu bir intiharda kaybetmiş ve tek eğlencesini de böylelikle yitirmiş bir tanrıya benzetiyordu kendini. Hükmedecek kulları olmayan bir tanrı ile söyleyecek bir şeyi kalmayan bir insan arasında bir fark görmüyordu. Kulları tükenince tanrı; söylemleri tükenince insanlar kendilerini öldürmeliydi…

 
Toplam blog
: 3
: 265
Kayıt tarihi
: 10.01.13
 
 

2011 İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Mezunu. Yazar, aktivist. Herkes gibi sıradan bir insanım..