Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '12

 
Kategori
Deneme
 

Bir lodos lazım şimdi bana...

Bir lodos lazım şimdi bana...
 

Bazen hiç sebepsiz yere ağlama isteği gelir ya insanın içine, öyle dolu dolu... Önüne, sağına, soluna bakar, bir neden bulamazsın. Saate, takvim göz gezdirir, bir ipucu ararsın. Ama göremezsin. Her şey yolundadır; üstündeki normalliğin, belki de neşenin zırhını delebilecek herhangi bir sivri uçlu hüzün yoktur. Derken başucundaki kitapları karıştırırsın. Gözün bir tanesine ilişir.

Üstünde “Eksik Şiir” yazan kitabın kapağının toz, kir tutmazlığı dikkatini çeker önce. Sanki sayfaların içinde sararmış bir hayat devam ediyor gibi hissedersin. O zaman aradığın sorunun cevabını bulur ve anlarsın ki Sezen, uzaklarda bir yerde, yine uyumuyor ve gerçek aşkın, hüznün ve acının meyvelerini yaşlıların bahçelerinden çalıp kapının dışında bekleşen bizim gibi çocuklara dağıtıyor olur.

Sezen’in sesi herhangi bir yerde her duyulduğunda, Eksik Şiir’in o sayfası birdenbire nemlenir. Cümlelerin sonundaki yüklemlerin tamamı ıslanarak hıçkırıklara boğulur. Hiç tanımadığı başka bir ele, yüreğe emanet ettiği sözler, bulundukları odalarda sılayı, yani Sezen’in yüreğini özlemişlerdir.

Müzikte insan sesi ve sözü yerine enstrümanların sesini ve haykırışını sevenlerdenim ben. Bu sarsılmaz direncimi kırabilen birkaç istisna varsa, en başında Sezen gelir. Yılmaz (Erdoğan) ne kadar güzel anlatmış: “Hiçbir ayrılık güzel değildir; ama Sezen’in her ayrılık şarkısı şahanedir. Yüreğinin her mağlubiyetinden namağlup bir şarkı çıkarır o. Biz, ölümsüz bir şarkı kazanırız o her kaybettiğinde…Sezen’in anlattığı her şey ya kendi hikayesidir; ya da o sıra dinleyenin.” Evet, sanırım bu son cümle Sezen’in çok güzel bir sinopsisidir. Eğer onu dinlerken, yüreğindeki romatizma şaha kalkmıyor ve göklerdeki bütün yağmurları çağırmıyorsa, maskülen hücrelerin toplu intiharlara başlamamışsa sen Sezen’i hiç ama hiç anlayamamışsın derim kendi kendime.

Sezen demek, kendini bedelsizce hem özel ve önemli hissetmeyi, hem de sonsuz endişeyi küçücük bir kalbin içine sığdırabilmek demektir. Çağ yangını karşısında dimdik durabilmek, yüreğini, sevgisini, umudunu savunabilmektir. Hiç kimse, bugüne kadar bunu Sezen kadar iyi yapamadı. Bazılarının bin yılda ve büyük kısmını sonsuz uykuda koşa koşa gelebildikleri yolu, o ağır adımlarla yürüye yürüye, sadece 58 yılda tamamladı. İşte Eksik Şiir, Sezen’in hayata, aşka, ayrılıklara, mutluluklara, adanmışlıklara karşı sadece yüreği ve sözcüklerinden aldığı güçle araladığı dev kapılardan görünen manzaranın adıdır.

Gerçek aşkın kutsal kitabıdır bir bakıma. Okuyan, dinleyen yüreklere bir nakış gibi ince ince işlediği, her birinden en az bir hayat çıkarılabilecek o sözleri, kutsal kitabın ayetleri gibi hafızalara kilitlenmiştir. Tıpkı insan olmanın, korunmasız ve savunmasızlığın insanın üzerine bulaştırdığı, bir türlü yama tutmayan bütün nakıselerin ruhlarda açtığı yaralara basılacak tuz misali…

Dahası, insanın en yalın, en beşeri duygularının bir araya gelip olağanüstü bir ekip çalışmasıyla asırlar boyu yaşlanmayacak, kollarında nesiller büyütecek şarkılar, sözler meydana getirmelerinin, adına inat kocaman bir yürekte bıraktığı haklı gururun ifadesidir. “Kaç ömür yaşayıp bitirdi de yol boyunca biriktirdikleri, bu ölümsüz dizeler için kan ve oksijene dönüştü” diye düşündüren bir öğretmenin elinden çıkmış bir mütevazılık dersidir aynı zamanda. “Ben eksik bıraktım, sonunu sen tamamla” diyebilmenin, seni o buğulu, nemli dünyanın içinde, kral dairesinde ağırlama isteğinin en erdemli sunumu, en Sezen duruşudur.

O minik kanatlarında bugüne dek kim bilir benim gibi kaç tane hantal yüreği taşımayı başardı. Hiçbir zaman şikayet etmeden, ara vermeden, sesini çıkarmadan… Onu tanıdığım yaşlarda bilmediğim her şeyi, o kanatlardan tutunarak yaptığım yolculuklarda öğrendim. Attığımız her adımda, ileri gidiyoruz zannederken aslında bizi bir adım geri götüren, önümüze ustaca kurulmuş muhteşem tuzakları, çağ yangınlarını, tükenişin anaforlarını, plasebo misali geçici zaferlerin ne kadar kocaman ve gösterişli paketlerde insanlara sunulduğunu… Hangi aşkın hangi iklimlerde yetiştiğini, vefanın en güzel çiçekleri verdiği mevsimleri, kalbin hangi zamanlarda türbülansa düştüğünü ve yaprak dökümü günlerini, ayrılıkların ardından gelen yürek kanamalarının kaç mevsim sürdüğünü, insanın ne zaman yaşlandığını, ne zaman gençleştiğini, gözyaşlarının günün hangi saatinde en güzel, en saf ve en kaliteli haliyle yanaklara düştüğünü, insanın en acınası hallerini… Daha sayamadığım bir sürü şeyi…

Ben onun odasından sokağa yansıyan ışığın altında büyüyenlerdenim. Hep onun gibi aşık olamamanın, onun yazdıkları gibi konuşamamanın eksikliğini, ezikliğini hissettim bugüne kadar.

Spinoza eğer Sezen’in çağdaşı olsaydı, bir numaralı aksiyomunu “Var olan her şey ya kendisinde, ya da başka bir şeyde vardır” yerine “Var olan her aşk, ya kendinde ya Sezen’in şarkılarında vardır” şeklinde yazardı der; hafiften gülümserim.

Tarih çok müzisyen, şarkıcı kayıtlarına geçirdi ama sadece bir kişiye "minik serçe" dedi. Onun şuanda 25 yaşında olmasını ve daha 50 sene bizim gibi çakma şizofrenler için şarkılar yazıp besteler yapabilmesini ne kadar çok isterdim anlatamam. Şimdi de düşünüyorum, acaba onun olmadığı bir dünya nasıl olurdu…

Onun kaleminden ve dudaklarından dökülen her şey, aşka ve müziğe yazılmış ölümsüzlük muskaları gibi geldi bana hep. O muskayı nefes aldığım süre boyunca boynumdan hiç çıkarmayacağım..

Ve onunla birlikte harikalar diyarında yaptığımız bütün bu sergüzeştlerimiz, hep aynı şarkıda bitti. Lacrimalis’lere gece mesaisi yaptırıp ürettiklerini Hisar’a doğru sulara bırakmak için, Kanlıca’nın orta yerinde sahipsiz bir taş arayışıyla…

 
Toplam blog
: 16
: 4272
Kayıt tarihi
: 16.09.08
 
 

Fotoğraf makinesiyle, gazetelerle, dergilerle içiçe yaşıyorum. Takım elbise ve kravatlı camiadanı..