Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Ekim '18

 
Kategori
Öykü
 

Çilekli Dondurma ve İyi İnsanlar

Çilekli Dondurma ve İyi İnsanlar
 

   “Çilekli dondurma istiyorum ben”, dedi benim küçük kızım. Eve geleli henüz on beş dakika olmuş. Televizyonda saçma sapan bir yarışma programı var, eşim ona bakıyor bir gözüyle. Yanlarına oturuyorum. Kızıma bakıyorum. “Baba, çilekli dondurma diyorum, beni duymuyor musun?” diyor.

    Bütün gün aklımı yazmayı planladığım iki yazı kurcalayıp durdu. Biri hastalık toplumlar üzerine olan biri de benim neden insan eleştirisi yazdığımla ilgili olan iki yazıyı parçalara bölüp bölüp birleştirdim, aklımın mutfağında. Dalmışım, gün boyu olduğu gibi. Kızımın ısrarlı sesi ve ağız dolusu “baba” deyişiyle ayılıyorum birden.

              Evimizin annesi benden yardım bekliyor, katlanacak çamaşırlar filan var. Aslında daha bir çok iş var… Ama benim hiçbir şey yapasım yok. Bahar yorgunluğu diyeceğim ama bahar filan fark etmiyor benim üşengeçliğim için. Her daim uyuşuk bir insan olabiliyorum. Ama en azından evimizin annesi işlerini rahatça yapabilsin diye kızımı alıp bir gece turu yapmayı kafaya koyuyorum. Tabi ki bunun içinde işten kaçma planı filan yok. İnanmadınız gibi sanki ben de inanmadım…

                Dışarı çıkıyoruz prensesle. Hava bu mevsim için şahane. Arabaya biniyoruz. Takıntı yapabilecek bir şeyler bulmakta usta olan kızımın son zamanlardaki takıntısı ise bir şarkı. İlla onu istiyor ve yol boyu onu dinliyoruz. Çarşıya doğru giderken pencereyi açıyorum. İçeri giren ıhlamur kokulu hava ikimizi de mutlu ediyor. Polis kontrolü var az ilerde. “Kızım eğ başını” diyorum. Oyun gibi algılıyor, gülerek yapıyor söyleneni. Nemize lazım, gece gece bir de ceza yersek…

                Caddelerde geziyoruz arabayla, müziğin sesi biraz açık. Bağıra bağıra şarkı söylüyoruz. Ne zaman bunu yapsak çok mutlu oluyoruz. Dolana dolana bir de park yeri buluyoruz, kokoreç tezgahının hemen yanında. Hiç sevmediğim bir koku bu. Burnumuzun içine yağlı, yanık bir duman kokusu doluyor. Birkaç genç bekliyor tezgâhın yanı başında. Yürüyoruz, kızımla.

                Hava güzel, dedim ya. İnsanlar evlerine gitmemişler. Her çeşit insan var sokakta. Aileler, aylaklar, sevgililer… Aralarına karışıyoruz. Birce, köpekler gösteriyor bana, son zamanlarda epey sokak köpeği görür olduk. Aklıma derste çocuklarla yazdığımız sahipsiz köpek hikâyeleri geliyor. Acımıyorum ama kıyamıyorum köpeklere.

                Yürüye yürüye dondurmacının önüne geliyoruz. Şehrin en eski dondurmacısı galiba o. Çünkü ben de bu şehrin eskilerinden gibiyim artık. On yıl olmuş ben buraya geleli, on yıldır hep orada o dondurmacı. Önü kalabalık, her zaman olduğu gibi. Bir aile ve birkaç üniversiteli genç kız dondurma seçiyor çeşitlerin arasından. Biz daha istikrarlıyız, kararımızı evde verdik çünkü. Sıramızı bekliyoruz. Ama kararsızların karar süreci, her zaman olduğu gibi çok uzun sürüyor. İnsanların ne değişik zevkleri var diyorum içimden, onca alakasız dondurma çeşidini üst üste koyduruyorlar, tezgâhtaki çocuğa. Çocuk, yorgun ve sinirli biraz. Sabahtan akşama kadar binlerce insan gelmiş ve kararsız biçimde dondurma kutularını seyretmiş. Ona da o insanları beklemek düştüğünden tahammül sınırları biraz küçülmüş. İnsanların arasından başımı uzatıp sesleniyorum ona. Belki kabalık yaptığım ama yapmak zorunda hissediyorum bunu. Alt tarafı dondurma alacaklar çünkü, hisse senedi değil ki. “Bir top çilekli alabilir miyiz” diyorum, Birce kucağımda. Başka bir çeşit ister misin diye sormuş olmama rağmen çileklide ısrar etmesi hoşuma gidiyor. En azından ne istediğini bilen bir kızım var diyorum içimden. Küçük bir mutluluk yaratıyoruz, çilekli dondurma üzerinden, bir bahar akşamı kendimize. Bolca peçete aşırıyorum. Malum kızım küçük daha ve bunun bir de evdeki kraliçeye hesap verme kısmı var. Her tarafı dondurma olmuş bir prensesi görürse kraliçe, evde küçük bir fırça yiyebilirim. Gülümsüyorum.

                Birce elindeki külahla öylesine mutlu ki kıskanıyorum. Yeni aldığım küçük bir servet değerindeki fotoğraf makinesi kitimi düşünüyorum. Beni bir külah dondurma kadar mutlu edemediği için kime kızacağımı bile bilmiyorum. Dondurmacıdan, yaşlı ağaçların olduğu havuzlu küçük parka geliyoruz. Burada gündüz vakitlerinde boş bir bank bulamadığım geliyor aklıma. Öğleden sonraları insanlar çimlerin üzerinde vakit geçirir burada ve ben bundan çok hoşlanırım. Okuduysanız bilirsiniz, bir yazımda çimlerin süs olmadığını yazmıştım. Boş bir banka oturuyoruz. Birce, dondurmasını yiyor, ben etrafa bakıyorum elimde peçetelerle. Birce bana ağız dolusu bir şeyler anlatıyor ve dinlemediğimi fark edince beni uyarıyor, çocuk asabiyetiyle. Hava çok güzel. Mutlu gibiyim.

                Aklıma yine yazı konuları geliyor. Hastalıklı toplumlar için yazacağım yazıya bölümler uyduruyorum, beynimin bir yerine yazıyorum, siliyorum, tekrar düşünüyorum. Birden burnuma bir çilek kokusu doluyor. Birce, sesleniyor: “Baba, sen de ye hadi” İster istemez ağzıma giriyor o dondurma külahı. Eriyen kısımlarını şöyle bir topluyorum. Aklıma annem geliyor, ana-baba olmak geliyor.

                Her küçük kız çocuğu gibi benim kızım da bir yerde fazla duramıyor. Havuzu gösterip beni “şelaleli” yere götür hadi diyor. Daha üç buçuk yaşında, bilmiyor küçüğüm. Şelale değil o fıskiye diye uyarıyorum bir baba şefkatiyle. “Fıskıyeeee” diyor. Gülümsüyorum.

                Taşlı yoldan yürüyerek havuzun kenarına geliyoruz. Bir bank kestiriyorum gözüme, havuz manzaralı. İki adam bizden önce davranıyor, yerimizi kapıyor. Yaşlı iki adam, birinin omzunda bir deri çanta var. Fotoğraf makinesi çantası mı diye bakıyorum, çıkaramıyorum. Bu ara fotoğraf ile ilgili ne varsa dikkatimi çekiyor.

                İki yaşlı adamın yanlarındaki banka oturuyoruz. Yanlarından geçerken selam verme fikri geçiyor içimden. Yapmıyorum ve nedenini bilmiyorum. Oturuyoruz kızımla. Havuza bakıyoruz. Küçük, basit bir havuz bu. Geçen hafta sonu havanın çok sıcak olduğu bir gün bu havuza atlayan çocuklar geliyor aklıma. Acaba hastalandılar mı diye düşünüyorum.

                Aklım sürekli bir yerlerde. Beynimin içinde bir yazı işleri bürosu var. Deli gibi şeyler geçiyor aklımdan. Yazı konusu olabilecek her şeyi düşünüyorum, her şeyi yazı konusu haline getirmeye çalışıyorum. Aklıma neden insan eleştirisi yaptığım ile ilgili yazmayı tasarladığım yazı takılıyor. On yılımı bir düşünüyorum. İyi insanlarla ne kadar az karşılaşmışım diyorum. Ne kadar bencil, kötü niyetli insan varsa beni bulmuş diyorum. Onlardan paragraflar üretiyor beynimdeki katipler. Bir isyan gibi oluyor aklımda o cümleler. Beni yaratana soruyorum on yılımı, beni bunlarla mı sınıyor acaba? Etrafımda neden hep garip insanlar olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sanırım sizler de ara sıra bunu hissediyorsunuzdur. Bilmem, belki de ben delirmişimdir bir tek bu dünyada.

                Birce’ye dönüyorum istemsizce. Dondurmasıyla ve ışıklı havuz manzarası ile çok mutlu. Konuşuyoruz. Havuzun ışıkları eğlendiriyoruz bizi. Maviye dönüyor, kırmızıya dönüyor, yeşile dönüyor havuzun ışıkları, biz birlikte büyüyoruz.

                Dondurması bitiyor kızımın, sıra külaha geliyor. Binlerce çocuk gibi o da külahı tersten yiyor kıtır kıtır. Külah çıtırtısı beni alıp, Bayburt’a götürüyor. Küçük bir çocuğum, kardeşim Fırat ile en büyük eğlencemiz dondurma ve külah çıtırtısı. Yazı bekliyoruz, kış boyu para biriktiriyoruz ama dondurmaya doyamıyoruz. Birce de doyamıyor, külahı bin bir zevkle bitiriyor. Hatta içindeki dondurma eriyiğini üflüyor bütün çocuklar gibi. Hoşuna gidiyor, gülüyor kalp dolusu. Elimdeki peçetelerden birini ona veriyorum. Özenle siliyor elini ve ağzını. Benim elimdeki diğer peçeteyi de alıp ikisini birlikte çöp kutusuna atmak istediğini söylüyor. İzin veriyorum, yanımdan ayrılıyor. Keşke, her insan çocuk duyarlılığında olabilse diye geçiriyorum içimden. Başım öne eğiliyor.

                Dondurması bitmiş. Dikkatini artık sadece havuzun renkli ışıkları çekiyor. İzin istediğini ifade eden boncuk gözleriyle bana bakıyor, gülümseyerek “Havuza git hadi” diyorum. Çok seviniyor. Yanımdan ayrılıyor. Havuzu çevreleyen alçak duvara çıkıp çenesini demirlere koyuyor. Sulara bakıp dalıyor. Bağımsızlığını kazanmaya çalışıyor. Özgür olmayı öğreniyor. Bana söylemeden havuzun etrafında karanlıkta kayboluyor. Ses çıkarmıyorum. Gözüm onda… Bir tur atıyor havuzun etrafında. Yanıma gelip önümde duruyor. Seferden dönen bir komutan edası ile bana bakıyor. Kolay değil, benden izinsiz bir şey yapmış. Mutlu, kendinden emin. “Hadi bir tur daha at” diyorum. Koşarak gidiyor. Fıskiyeden çıkan suların arkasına kadar gidiyor. Orada kendi yaşlarında bir erkek çocuğu buluyor. Ona bir şeyler anlatıyor. Duyamıyorum. İkisi bir, çok mutlu görünüyorlar, suların arkasından ve benim olduğum yanından dünyasının. Bana el sallıyor sonra. Bir şeyler başardığını gösteriyor kendi aklınca. Yanıma geliyor koşarak. Ağzındaki dondurma kalıntılarını fark ediyorum sonra. Elimde son kalan peçetelerle ağzını siliyorum. Sormadan elimden alıp peçeteleri, çöp kutusuna yöneliyor.

                O anda bizi, bizden başka izleyenlerin de olduğunu ikimiz de bilmiyoruz. Bizden önce gelip bizim istediğimiz banka oturan iki yaşlıdan biri dönüyor bana: “Yaşı kaç, bu küçük prensesin?” diyor. Söylüyorum. “Allah bağışlasın” diyor. “Cümlemizinkini” diyorum.

                İki yaşlı adam bunlar. Babam yaşında gibiler. Biri biraz iri yapılı gözlüklü, hani şu omzunda fotoğraf makinesi çantası gibi bir çantası olan. Diğeri daha zayıf bir adam.  İyi insanlara benziyorlar. Yaşlı insanlar konuşmak isterler ya benim de biraz çenem düşmek istiyor sanırım. Nereli olduğumu soruyorlar. Bursa diyorum. Düzce’ye ne zaman geldiğimi soruyorlar. Söylüyorum. İri yapılı olanı daha konuşkan. Diğeri Birce ile ilgili daha çok. Ne iş yaptığımı soruyorlar. Bu şehri sevip sevmediğimi soruyorlar. Babama benzeyen adam, “Biraz muhabbet edelim mi?” diye soruyor. Yeni insanlara bir şeyler anlatmayı amaç edinmiş ben seve seve kabul ediyorum. Gece gece, kısa kısa, çabuk çabuk konuşulabilecek ne varsa konuşuyoruz, ben, kızım ve o iki adam.

                Kızımın kendi kendine gidip çöp atması mest etmiş onları. Beni tebrik ediyorlar, çocuğuma böyle bir davranışı kazandırdığımız için. “Eğitim ailede başlar” diyorlar. Bu benim tanıdığım bir cümle. Gün içinde sürekli kullanıyorum ama ilk defa duyuyorum. Değişik geliyor.

                Çocuklardan, özgürlükten, bağımsızlık kavramından konuşuyoruz. Şehri konuşuyoruz. Şehri değerlendiriyoruz. İnsanları ve çağımızı yorumluyoruz, bir küçük, bir genç ertesi ve iki yaşlı insan olarak bir meclis kuruyoruz.

                Depremi konuşuyoruz. Bir süre susuyoruz. Depremi düşünüyoruz. Susuyoruz. Sadece su sesi…

                Ben yeşilden, doğa aşkımdan bahsediyorum onlara. Onlar, insanlığın geleceğinin öğretmenlerin elinde olduğunu anlatıyor.

                Televizyon ile zaman öldürmenin kötülüğünü yorumluyoruz. Onlar da tıpkı benim gibi sevmiyor televizyon izlemeyi. İnsanlara bir şeyler katmadığı gibi insandan, insanlıktan götürdüklerini sıralıyoruz birer birer. İri yapılı olan, babama benzeyen yani, benim gibi fotoğraf meraklısı. Ben anlık fotoğraf çekmeyi severim diyor, ne kadar da bana benziyor…

                Birce, geliyor sonra. “Kucak” diyor. Sarılıyoruz. Kızım kucağımda biraz daha sohbet ediyoruz. Hava güzel ama artık serin. Kızım üşümesin diye sırtını ellerimle kapatıyorum. Eve gitmek istiyor. Bütün çocuklar gibi o da yorulduğu bir anda anlıyor.

                O iki yaşlı iyi insanla kalmak istiyorum. Sıkılana kadar insanları konuşmak, o insanlarla bir çay içebilmeyi istiyorum. İyi insanlar denk gelmiyor her zaman, zaten dünya çok kötü diyorum tıpkı geçenlerdeki gibi.

                Müsaade istiyorum. Ayağa kalkıyorum. Aynı anda onlar da kalkıyor. Şaşırıyorum. Nezaket diyorum, güzel şey. Ellerini sıkıyorum. Okuluma davet ediyorum, mutlaka bir çay içmeliyiz diyorum. Görüşürüz diyorlar, mutlu oluyorum. Biz caddeye doğru yürürken onlar gerimizde kalıyor. Birden arkama dönüyorum. Parkın içine doğru yol alıyorlar ve karanlıkta kayboluyorlar. Birce, olan bitenden habersiz, engelli rampasını tırmanıyor. Ben, iki iyi insanın arkasından bakıyorum. Yüzümde hafif bir tebessüm…

                Eve geliyoruz. Birce, yorgun. Kraliçe işlerini bitirmiş. Olanları anlatıyorum. Gülümsüyoruz.

                Kızım geliyor, “Seni çok seviyorum baba” diyor. Öpüyor beni, iyi geceler dilekleriyle. Annesiyle birlikte odasına gidiyorlar, yalnız uykuya dalamıyor çünkü. Eşime iyi geceler diliyorum.

                Çalışma odama geçiyorum. Bir sigara yakıyorum, astımıma inat. Ellerim klavyeye gidiyor. Bu sefer kısa yazmalıyım diyorum.

                Fonda “Elfida” şarkısı bu satırları döküyorum, aklımdan klavyeye. İki iyi yaşlı insanı düşünüyorum. Güzel bir sohbet, ayaküstü… Hayattan çalınan küçük dakikalar ve güzel sözler ortaklığında kesişen dört kişilik çaysız, sigarasız kısa zamanımızı düşünüyorum. Sonra, aklıma neden hep kötü insanlar ile karşılaştığım ile ilgili isyanım geliyor. Kendimden ve o iki yaşlı insandan utanıyorum. Başım yukarı kalkıyor istemeden. Biliyorum Allah’ım diyorum. Ne zaman sana ihtiyacım olsa, bana varlığını bir şekilde hissettiriyorsun, diyorum.

                Evdeyim, kaçıncı kez  “Elfida” şarkısını döndürüyorum beynimde bilmiyorum. Çalışma masamdayım, her gece olduğu gibi. Yazıyorum. İyi insanların bu dünyada olduğunu ve onlara ihtiyacımız olduğunda bir şekilde bizlere ulaştıklarını öğreniyorum tekrardan. Şükrediyorum. İyi insanlarla keşişen zamanlar sayesinde Allah’ın sürekli bizimle olduğunu hissedebiliyorum. Bu yazının türünün durum hikayesi mi fıkra mı olduğunu düşünüyorum. Bulamıyorum.

                Çilekli dondurma ve birkaç iyi insan istiyorum ben. Evet, biliyorum. Bunu gerçekten istiyorum.

                Yüzümde küçük bir tebessüm… Bir sigara daha yakıyorum. Fonda milyonuncu kez Elfida şarkısı… Yazıyorum. Siz okuyorsunuz. İnşallah.

(m.s.)

 

 
Toplam blog
: 2
: 182
Kayıt tarihi
: 02.02.18
 
 

Yazmak güzel şey... ..