Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Nevi şahsına münhasır kadın

http://blog.milliyet.com.tr/sahsinamunhasir

02 Nisan '18

 
Kategori
Öykü
 

Düşüş

Düşüş
 

“Demek böyle bitecekmiş,” diye geçirdi içinden Hacer. “Demek böyle bitecekmiş benim hayatım.” Önceleri de gelmişti bu noktaya, tanıyordu bu hissi, korkmuyordu. Yüreğini ağzına getiren, dişlerini, bedenini titreten o korku yoktu artık içinde. Defalarca dayak yemiş, hırpalanmış, duyguları örselenmişti. İsmail yine onu dövüp ittikten sonra kapıyı çekip evi terk etmişti.

Boşluktaydı Hacer, zaman durmuştu onun için, gözlerinden sicim gibi gözyaşları süzülüyordu. Başka da hiçbir şey hissetmiyordu, kanadı kırılmış, soluğu kesilmiş yaralı bir kuş gibi sadece titriyordu. Yaraları kanıyordu, salondaki babaannesinden kalma antika büfeye doğru itmişti İsmail onu. Büfenin camları kırılmış, düşerken kolları, bacakları kesilmişti Hacer’in...Toparlanmaya çalışmıştı hemen, yerdeki yazmasını yeniden başına bağlamış, elbisesinin yırtılan yanlarını birleştirmiş, gözyaşlarından tuzlanmış dudaklarını hırsından ısırmıştı. Başı dönmüştü kalkarken, kanepenin kenarına tutunmuş, ancak dengesini kaybedip yaralı bir kuş gibi yeniden düşmüştü kırık camların üstüne. Bedeni acımamıştı bu defa, yaraları daha çok kanamıştı ama az öncekinden daha çok yanmamıştı canı. Alışkındı Hacer, umutsuzluğa, yalnızlığa, çaresizliğe. Alışkındı, kanayan yarasını bir başına sarmaya. Şimdi, içindeki yarayı saracak gücü var mıydı? Kendisi de bilmiyordu.

Bir başınaydı.

Gücünü toplayıp yeniden doğrulmaya çalıştı. Yüzü buruştu acıyla, gözündeki yaşlar camların üstüne düştü. Doğruldu, kırık camlara basmamaya çalışarak kendini eski kanepenin üstüne attı. “Böyle olmamalıydı,” diye geçirdi içirden. “Bir hayatı bitirmek bu kadar kolay olmamalıydı…” Bitiyordu işte.

Oysa sevdikleri de vardı bu hayatta… Çocuklarını çok seviyordu mesela. Evinin avlusunda yetiştirdiği maydanosları yemeyi, Yağ tenekelerinde yeşermiş reyhanları koklamayı, al yazmasını takmayı, tuzlu çekirdek eşliğinde çay içmeyi seviyordu. Kimbilir arkadaşları ne diyeceklerdi ardından. Gülsüm kesin çok ağlardı, “Ah ablam dayanamadı, yapamadı gayrı yoksa bırakır mıydı el kadar kuzularını diye,” pembe avuçlarına vura vura ağlardı. saçları yanaklarına yapışırdı gözyaşlarından. Sımsıkı sarılırdı sonra Elif ile Mehmet'e.

Peki çocuklar ne yapacaklardı? Elif daha dört yaşındaydı, ileride hatırlar mıydı Haceri? Yok hatırlamazdı. Ama Mehmet hatırlardı. Dokuzuna basmıştı bu yaz. Bisküvili pasta yapmıştı hacer doğum gününde ona, “bir daha yap Anne” demişti Mehmet. “Yapmaz mıyım guzum,” deyip bağrına basmıştı bu kara gözlü koca delikanlıyı Hacer. Daha dokuzuna yeni girmişti ama hayatın erken olgunlaştırdığı çocuklardan biriydi.. Daha şimdiden ev kirasını düşünüyor, Hacer evde yokken Elif'e abilik yapıyor, hatta çalışıp eve üç beş kuruş getiriyordu. O herşeyin farkındaydı, üzülürdü.. Ya sen Hacer? Böyle olsun ister miydin? Sana hiç sormadılar ki, hayat bile yok saydı seni. 17'sinde verdiler İsmail'e. Allah biliyor ya hiç ısınmamıştı yüreğin ona. İstemeye geldiklerinde İsmail'i görünce başından aşağı dökülmüştü kaynar sular. Zayıf, sönük bir yüzü ve korkutucu bakışları vardı. Gözlerinin beyazı kıpkırmızıydı, yıllardır uyumamış gibi bir havası vardı, göz bebekleri de yılanlarınki gibi küçücüktü. Korkmuştun, o gözlerin arkasında yatan sinsiliği, hainliği o an hissetmiştin. O çelimsiz adamın içindeki zalimliği, sevgisizliği onun o ölü ruhunu hissetmiştin. öyle de oldu; hiçbir zaman mutlu olmaya çalışmadı İsmail, hiç gülmedi, hiç sevgiyle öpmedi seni, güler yüzle bakmadı doğan güneşe, açan çiçeklere.

Çocuklarını da hiç sevmedi. Hep uzak durdu onlardan ve onların mutlu olmasına da katlanmadı. Çevresinde mutlu insanların varlığına dayanamazdı, çocuklar gülünce uykusundan uyanır döverdi onları.

Hacer, hep ağladı, yüreğinde keder, gözünde yaş eksik olmadı. Ne geri dönebildi, ne olduğu yere sığabildi. Kuş gibiydi oysa, incecikti kolları, fidan gibi boyuyla süzülerek yürürdü. Kaynanası da rahat vermemişti ona, hatta hamileyken bile dövmüştü onu çocuğu öldürmek için az yiyorsun diye. Canı o kadardı Hacerin. Daha büyümemişti ki!. İki çocuklu küçük bir kız çocuğuydu o. Aynaya bakardı bazen uzun uzun. Eski fırçasıyla yavaş yavaş tarardı ipek gibi saçlarını, pembe yanaklarına dokunurdu. “Keşke” derdi, “keşke sevgiyle dokunsa biri saçlarıma, keşke uzansam annem tarasa saçlarımı.” Annesi de katı bir kadındı. O da ismail gibi kimseyi sevmeden, baharı tanımadan, çiçekleri koklamadan, bir çocuğun başını okşamadan yaşıyordu. Hacer karanlıkta parlayan bir ateş böceği gibi dolaşıyordu aralarında. O karanlığın içinde tüm güzelliğiyle parlayıp ışık saçan, ama için için yanan, kavrulan bir küçücük yürekti. biri bari sevseydi, annesi , babası, ismail ya da kaynanası, kayınbabası. Oldum olasi korkuyordu babasından bugüne kadar en fazla birkaç kez konuşmuştu babasıyla. Ama ne çok konuşmak isterdi onunla Hacer. İçindekileri dökebilse ona, “Baba” dese, “Yüreğim yoruldu, her gün acı çekiyorum, vuruyorlar, küfrediyorlar, eziyet ediyorlar, tut ellerimi kurtar beni…” Gelse, tutsa kızının ellerinden, torunlarını alsa, İsmail’in yüzüne tükürse… Bunların hiçbirinin olmayacağını biliyordu. Kurtuluşu yoktu Hacer'in. Kabullenmişti artık çıkış yoktu bu cehennemden. Yaralarına baktı. Kanı durmuştu. “keşke durmasaydı, kan kaybından ölseydim,” diye geçirdi içinden. En azından insanlar İsmail'i suçlu bulurdu o zaman. Ayağa kalktı yavaşça. Aynada baktı kireç gibi olmuş suratına. Gözünün altı balon gibi şişmiş, dudağı patlamıştı. Acıdı kendine, insan böyle anlarda ne kadar acırsa kendine o kadar acıdı. Biliyordu sonu yoktu. Bu defa yoktu. Her seferinde toparlanmaya çalışmış, daha çok kaçmış İsmail'den az görürse az eziyet eder diye düşünmüş, her seferinde çocukları için kalkmıştı ayağa paramparça olmuş bir kalple.

Ama tükenmişti işte. Ve artık kaçamayacağını biliyordu. Kaçmayacaktı. Böyle yaşamaya dayanamıyordu artık, çocuk odasına doğru yürüdü adım adım. Her adım atışında kararlılığı artıyor, daha çok asileşiyordu. Bir adımda onu hiç sevemeyen kocası, diğer adımda yüzüne bile bakmayan babası, bir başka adımda sesini duyurmadığı Anası geliyordu aklına. Odaya baktı. Kızının eskimiş oyuncakları, yerdeki el işi çantası, duvarda köşedeki bakkalın takvimi, eski bir divan üzerinde Mehmet'in akşam üstüne örtmek için kenara koyduğu battaniyesi, yastığı…

Her şey öylece kalacaktı işte. Bir anda tüm kuşlar susacak, eski radyoda fısıldayan şarkı bitecek, Elif ile Mehmet uykusuna devam edecekti. Çocuklar Gülsüm'deydi. Son bir kez görsem diye geçirdi içinden. Son bir kez sarılsam Elifime. Doyasıya öpsem Mehmet'imi. “İyi bak” desem kardeşine, “iyi bakın biribirinize.” Keşke böyle olmasaydı, böyle bitmeseydi diye düşündü tekrar. Ama hayatı buydu ve böyle devam edecekti. Sandalyeyi çekti, ipi gerdi. Uykusuz ne çok gecesi geçmişti Hacer'in bu odada. Ne korkulu geceleri geçmişti. Bazen Elif'le Mehmet uyuduktan sonra bir demlik çay eşliğinde eski kovboy filmlerini izler mutlu olurdu., kendini hayal ederdi ata binerken. Oldum olası çok severdi atları. istediği zaman binip hızlıca gitme, buralardan uzaklaşma fikri hep heyecanlandırırdı Hacer'i. Ama gidemedi işte. Binemedi hiç o At'a. Kaldı bu eski rutubetli evin dar odasında. Sandalyenin üstüne çıktı, ipi geçirdi boğazına. “buraya kadarmış,” diye geçirdi içinden. Her şey bitecekti artık. Ağlatamayacaklardı, dövemeyeceklerdi, yok sayamayacaklardı. Herkes rahatlasın artık. Herkes mutlu olsun. Bir hayatı sığdıramadılar ömürlerine. Düşünmek istemiyordu artık , düşündükce korkuyordu Elifle Mehmet için. Derin bir nefes aldı, hızlı bir tekmeyle itti sandalyeyi ayağının altından. Bir kuş gibi çırpındı, bir kuş gibi kesildi soluğu yavaş yavaş. Rüzgarda sallanan bir gelincik gibi boynu büküldü. Bedeni, bir o yana bir bu yana savruldu. Sonrası simsiyah bir hiçlik, kocaman bir boşluktu…

 

 
Toplam blog
: 3
: 122
Kayıt tarihi
: 14.03.18
 
 

. ..