Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Nisan '09

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Kıpkızıl bir alev

Kıpkızıl bir alev
 

Kıpkızıl bir günbatımı...Kızıl alevler şöminede...Masada kimbilir kaç yıl öncesinden mutluluğun son demleri: kurutulmuş kırmızı çiçekler ve güzel mi güzel kızıl saçlı bir genç kız...Kızıl saçlı kız esaretteydi o gün; ailesinden ayrılıp, uzun bir yolculuğa çıkmış, ilk başta kolay olacağını sanmış ama gözpınarlarından taşan yaşlar bunun hiç de basit olmadığını kanıtlamıştı; bu kadarla da kurtulamamıştı tabii...Tren seyahatinde karşısındaki meraklı bey de iyice asabını bozmuştu, ağlamakla müzik dinlemek arasında kararsız kaldığı dakikalarda gözlerini kaldırdığında meraklının fotoğraf makinesinin patlayan flaşıyla beyninden vurulmuş ve işte o an kıyamet kopmuştu.Sonrasında her ne kadar genç fotoğrafçıyla hayata dair derin sohbete dalsalar da gözyaşları hiç o günkü kadar özgür olmamıştı.Neyse ki yolculuktan ve meraklının sorularından kurtulup kendini eve atmıştı ki bu sefer de yalnızlığın derin kuyusuna düştüğünü farketti. Sanki annesinin çeyiz sandığını açmış ve naftalin kokuları eşliğinde kimsesizliğin soğuk yüzüyle karşılaşmıştı.Gece yarısı penceresine inadına çarpan yağmur damlaları da unuttukça hatırlatıyordu onu çepeçevre saran boşluğu.Sahi geceler hep bu kadar rutubet mi kokar, duvarlar hasretlere mi ağlardı? Kızıl saçlı kız, bir kez daha anladı: bekleyişlerin boş olduğunu.Giden gelmiyordu, çoktan demir atılmıştı yabancı limanlara.Aşk şarkıları bile yalnız söylendiğinde 'sası' bir tat bırakıyordu ağızda.Oysa aşk kapıyı çalıverse, kapı deliğinden bile bakmaya hacet kalmazdı ;sanki sevinç dolu şarkılarla yankılanır semalar ve gelişi şaşaalı olurdu. Sahi 'aşk' diye bir şey var mıydı? Yoksa geçici bir yanılsama mıydı hafızada kalan? Yine bir gün, o penceresine yumruklar atan yağmura inat, SIRILSIKLAM AŞIK olacağı düşlere uyuyakaldı.

Uzun süredir o deli dolu kızın ruh hali bambaşka bir hale bürünmüştü.Artık yıldızlara anlamlar yüklüyor, her gün sabahı olmayan gecelere uyuyordu. Kulağına bir deniz kabuğunu dayayıp, dalgalar çağırsın istiyordu benliğini uzaklara.Göğsüne buz gibi rüzgarlar saplanıyordu, ok gibi...Umursamıyordu...Deniz kenarında aşkıyla sudan çıkmış balığa döndüğü o akşamı anımsıyordu. Aşk orucunu bozmak istiyordu artık.Ellerini yine okadar sıcacık yapabilcek bir yürek daha atıyor muydu dünyanın başka bir yerinde?

'Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana
Yalnızlık hep bana
Bana mı düşer usta?'
...........

Ve yine serseri gece...Anıların sarmaşdolaş olduğu bir arnavut kaldırımında sahlepçiler, hüzünler, sevinçler, heyecanlar, geçmişten gelen bir ezgi kulağında... Bu kadar mı zordur bir yüreğin fethi? Fethi zor, fatihi bulunmaz mıdır?Bu kadar mı tatlıdır sevgiliyle teknede yenen balığın tadı?.Anıları düşündükçe azaptadır vicdanı. Kiralık kalplarin revaçta olduğu zamanda yaşamaktadır nafile.Ne eski kağıt helvalar vardır, ne elini öptüğünüzde işlemeli mendillerde harçlık veren tonton dedeler, ne siyah-beyaz filmlerdeki aşklar.En azından siyah-beyaz filmlerdeki gibi insanların net olmasını ister: iyi ve kötünün siyahla beyaz kadar açık olmasını, rol yapıldığında yalan makinelerinin hep bir ağızdan ötmesini.Biz mi bittik, masallar mı tükendi? Gaz lambalarının gölgesinde kardeşiyle oynadığı gölge oyunlarını özlemişti, annesinin süt kokusunu, babasının masallarını ve aşkı...Bedeli neden ağırdır aşkların? Su gibi duruyken sen, karşıdaki neden okuyamaz ki yüzündeki izleri, yakamozları, sarı beyaz papatyaları neden anlamlandıramaz. Kalabalıkların içinde yapayalnız hisseder kendini...mahkum ama isyankar!..Aynaya her baktığında daha yorgun ve her yaşanmışlığın bir çizgi daha kattığı bir yüz.Anılarının da kıpkızıl saçları gibi akşamın kızıllığında kaybolmasını isterdi.Mektuplar alevler içinde kül oldu...Geride sadece bir mektubun içinden düşen küçük mor kır çiçekleri kaldı.Boğuldu, boğazında düğümlenen de neydi? O an alelacele kendini dışarıya atmak istedi...

Neşesinden eser kalmamış faytonlar, suskun martılar, yorgun aydede, haşarı bir çocuk İstanbul...Nereye koşuyor bu trenler? İnsanların acelesi de niye? Köpüklü bir kahve de mi içmeden terk edeceğiz buraları?Son bir bakış, son bir elveda, son bir meltem dokunmadan bukle bukle saçlarına.Son bir vals, son tango, son temas.Son bahar getirecek mi ilk baharını avuçlarına?Unutursun dediler inananıyım mı Simitçi Amca?Alışır mı insan gidişlere zamanla? Küçükken hep merak ederdi kızıl saçlı kız, trenler mi hareket ederdi düdük sesiyle olanca hızıyla, yoksa kalanlar mı uzaklaşırdı burukça?Hala bulamadığını fark etti doğru cevabı.Sislerin ardında kalan tek cevap da bu değildi üstelik. Yıkık dökük oyuncaklar bile mutlu ederdi onu, küçücük sevinçler çalmıştı yaşamdan. Şimdi ise o kadar becerikli değildi, esaretinden kurtulmak istiyordu.çindeki gel-gitlere bir 'dur' demek, dalgaların çırpınışlarını sakinleştirmek, huzurlu bir limana yerleşmekti dilediği.Derken kızıl saçlarının kızıl alevinde yüreğinde bir deprem hissetti. Güneş batmak üzereydi, deniz kenarında kayalıkların üstünde dalgaları dinlerken bir an ellerinde o aradığı sıcaklığı, gözlerinde o gizemli varoluşu buldu...

Issızdı adam...Hiç sevmemişti, sevememişti...Ta ki buzdağlarını eriten o bir çift buğulu bakış çeperlerine işleyene kadar.Elinde fotoğraf makinesi fersah fersah öteden görüntülemeye geldiği İstanbul'un günbatımındaki o tatlı kızıllığı, kızıl güneşi yakalamak için bekliyordu. Derken trende sohbet ettiği kızıl saçlı kızı fark etti kayalıkların üstünde.Şimdi objektife girmesi gereken daha güzel bir şey vardı: 'susma' dedi o an kalbine, daha fazla ömürden çalmanın anlamı yoktu. GÜNEŞ BATMAK ÜZEREYDİ, DENİZ KENARINDA DALGALARI DİNLERKEN BİR AN ELLERİNDE O ARADIĞI SICAKLIĞI BULDU!Kıpkızıl bir alevdi içine düşüp kaybolduğu...

 
Toplam blog
: 6
: 421
Kayıt tarihi
: 05.02.09
 
 

Merhabalar, ben Mekteb-i Mülkiye mezunuyum; yani Ankara Ünv. Siyasal Bilgiler Fakültesi- Sanırım Ulu..