Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '18

 
Kategori
Kitap
 

Mürekkep Denizinde Bitmeyen Yolculuk (Meçhul Bir Adam)

Mürekkep Denizinde Bitmeyen Yolculuk (Meçhul Bir Adam)
 

Meçhul Bir Adam


Güçbela gelebildiğim ortaokulun son sınıfında kalan tek öğrenci bendim. Arkadaşlarımın hepsi mezun olmuştu. Ne kadar çabaladıysam, ne kadar istesem de başaramamıştım. Kendimi gerçekten yalnız ve değersiz hissediyordum. Bu kadar akılsız, beceriksiz olduğumu düşündükçe arkadaşlarıma duyduğum hayranlık giderek artıyor, onların yeteneklerini ulaşılmaz görüyordum. Bana verilenlerin adilane ve eşit dağıtılmadığını düşünmeye başlamıştım. 
 
Lodosta savrulan toz bulutları gibiydi düşüncelerim. Bazen “beceriksiz”, bazen de “geri zekâlı” der gibi yüzüme çarpıyor, değersiz olduğumu düşündükçe gözlerim yaşarıyordu. Sadece ve sadece, aklımın bir karış ötesinde kurduğum düşler, mutsuz ve öfkeli çehremi bir nebze olsun değiştirebiliyordu.
 
Yaşadığım yıllar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçmişti. Bomboş, konusu olmayan koca bir hiçlik şeridi... Sevilmiyordum, öğrenemiyordum, başaramıyordum. Niçin? Niçin? Niçin? 
 
Okullar kapanalı tam bir hafta olmuştu. Pazartesi sabahı erkenden uyanmıştım. Beni hiç yalnız bırakmayan yalnızlığımı yanıma alıp kasabanın dışına doğru yürümeye başladım. Tek vefalı dostumdu yalnızlık. Bugüne kadar beni hiç aldatmamış, yanıltmamıştı. Zaman zaman dertlerimi bir başkasıyla paylaştığım da oluyordu ama bütün benliğimle yaşadığım duygularımı bir tek yalnızlığım anlayabilmişti.
 
Bir saat kadar yürüdükten sonra nihayet kasabanın etrafını bir ince kemer gibi saran dereye varmıştım. Buz gibi suya ellerimi daldırdım, avuç avuç yüzüme çarptım. Bir iki yudum su içtikten sonra heybemi astığım ağaca sırtımı yasladım. Soğuk su hem yüzümü hem de yüreğimi serinletmişti. Tatlı bir ninni gibiydi suyun sesi. Kulağımı okşayan ninni sesi eşliğinde bir düşünceye dalmıştım. 
 
Her bir damlanın çok acelesi vardı. Sanki bir yere yetişecek gibiydiler. Birbirlerini ezercesine, acımasızca koşuşturuyorlardı. Niçindi bu acele? Niçin birbirlerini çiğneyip geçmek için olanca güçleri ile yarışıyorlardı? Varacakları yerde onları çok güzel bir şey bekliyor olmalıydı mutlaka… Akıp giden damlacıkların bile amacı varken, benim ne bir amacım ne de gidecek bir yerim vardı. Burun direklerim ince bir sızıyla yanarken, gözlerimden iki damla yaş süzüldü. Her damla yaş, katılaşmış yüreğimi bir nebze olsun yumuşatıyordu. 
 
— Merhaba delikanlı! Güzelce Kasabası’na bu yoldan mı gidiliyor? 
Öylesine dalmışım ki çok yakınımdan gelen bu sesle irkildim. Sırtımı yasladığım ağaçtan doğrulurken bir yandan da gözyaşlarımı saklamaya çalışıyordum. Başımı hafifçe kaldırıp cevap verdim:
— Haa, evet evet. Bu yoldan dümdüz gideceksiniz. 
— Yürüyerek ne kadar sürer?
— Bir, bir buçuk saat kadar yürümeniz gerekir.
 
Yanıbaşımda, 40-45 yaşlarında, siyah pantolonlu, beyaz gömlekli bir adam duruyordu. Epeyce bir süredir yürüdüğü, alnından yanaklarına doğru süzülen boncuk boncuk terlerden kolayca anlaşılabiliyordu. Sağ kaşının üzerinden saçlarına doğru uzanan hilal biçimindeki derin yara izi, çehresine farklı bir görünüm katmıştı. 
 
Uzun boylu adam, elinde tutuşuna bakılırsa pek ağır sayılmayan siyah çantasını yavaşça yere koydu. Mavi gözlerini, yaslandığım ağacın gövdesinde ve dallarında bir süre gezdirdi.
— Asırlık bir çınarmış. Nereden bakarsan bak en az 300 yaşındadır.
— Kasabanın büyükleri de aynı şeyi söylüyor. Bu çevrenin en yaşlı ağacıymış.
— Dinlenmek için çok güzel bir yer seçmişsin. Müsaaden olursa sana eşlik edebilir miyim?
— Tabi, buyurun.
 
Uzun boylu adam, sol elinde tuttuğu ceketini döşek gibi çimenlerin üzerine serdi ve bağdaş kurarak yanıma oturdu. Belki de yorgunluğundan olsa gerek, pantolonunun ütüsünün bozulacak olması umurunda bile değildi.
 
Elini uzattı:
— Benim adım Salih, ya senin ki delikanlı?
— İsmimin benim için bir önemi yok. Bana da Güzelce Kasabası’nın akılsızı derler. 
 
Kabasaba cevabım, yabancı adamın yüzündeki gülümsemeyi değiştirmemişti. Havada kalan elini sanki hiç uzatmamış gibi bağdaş kurduğu sağ dizinin üzerine koydu. 
— Güzelcelisin yani.
— Evet.
— Rahatsız ettiysem özür dilerim. 
— Estağfirullah. Biraz önceki davranışım için lütfen kusuruma bakmayın. Elinizi uzattığınızı geç fark ettim. Kafam biraz karışık da.
— Önemi yok delikanlı, olur böyle şeyler.
 
Gayet nazik ve içten konuşan bu adama kaba davrandığım için gerçekten üzülmüştüm. Bu sefer olabildiğince kibar olmaya çalışarak:
— Nereden geliyorsunuz? diye sordum.
— Ankara’dan geliyorum. 
— Dört yolda mı indiniz?
— Evet. Otobüs kasabaya girmiyormuş. 
— Kasabanın otobüsüyle gelseydiniz keşke.
— İyi olurdu ama sekiz otobüsünü kaçırmışım. Bir sonraki otobüs ise dört saat sonra hareket edecekmiş. Ben de beklemek yerine kasaba yakınlarından geçen otobüsle geldim. Yürümeyi severim zaten.
 
Yabancı adam konuşurken bir yandan da bana bakıyordu. Gözlerimdeki kızarıklığı fark etmiş olacak;
— Bir hayli dertlisin anlaşılan. 
— Eh işte, şu dünyada dertsiz olan mı var?
— Ruhum daraldığı zaman ben de uzaklara gider, dağa taşa içimi dökerim. Bana çok iyi geliyor.
— Haklısınız.
— Eğer kızmazsan sana bir şey sormak istiyorum. Merak etme ismini sormayacağım.
Adamın son cümlesi beni gülümsetmişti.
— Tabii, buyurun sorun, diye cevap verdim. 
— Kasabalının sana “akılsız” dediğini söylemiştin. Gerçekten öyle olduğunu düşünüyor musun?
— Evet, öyleyim. 
— Peki, doğru söylediklerini nereden biliyorsun?
— Biliyorum. Çünkü bu yaşıma kadar başladığım hiçbir işi başarı ile bitirebildiğimi görmedim. Hem akılsız olmasam, arkadaşlarım gibi ben de bu yıl mezun olurdum. 
— Demek okulunu bitiremediğin için üzgünsün. 
— Evet. Aslına bakarsanız, son sınıfa kadar gelebilmem benim değil, öğretmenim Mehmet Bey sayesinde oldu. Okula başladığım günden bu yana derslerle aram hiç iyi olmadı. Doğru dürüst hiçbir dersi anlayamıyordum, ders çalışmaktan da hoşlandığımı söyleyemem. Son sınıfta da derslerim o kadar kötüydü ki, eee öğretmenimin desteği de bir yere kadar. Üzülerek beni sınıfta bırakmak zorunda kaldı. Öğretmenime hiç kızmıyorum, adamcağız çok haklı. 
— Canını sıkma delikanlı. Zamanı gelince hepsi hallolur. Anlattığına göre Mehmet Öğretmenin seni çok seviyor. 
— Evet, beni çok severdi. Mezun oluşumu göremeden tayini çıktı. Keşke önümüzdeki yıl da burada olsaydı. En çok da buna üzülüyorum biliyor musunuz. Benimle o kadar çok ilgilenmişti ki ama olmadı, yapamadım…
 
Birden sinirlerim boşalmıştı. İstemsiz olarak dökülen gözyaşlarıma engel olamıyordum. O güne kadar beni ağlarken hiç kimse görmemişti. Şimdi ise biraz önce tanıdığım bir yabancının yanında çocuk gibi ağlıyordum. Kısa bir süre sonra ensemde bir el sıcaklığı hissettim. 
— Bu kadar üzülmene gerek yok delikanlı. Bence sen, düşündüğünün aksine akıllısın hem de çok.
 
Daha on dakika önce tanıştığım bir yabancı, akıllı olduğumu söylüyordu. Şaşırmıştım. Sahiden gerçek miydi bu? Hayır, hayır, gerçek olamazdı. Teselli olmam için söylenmiş sözlerdi bunlar. 
 
Salih Bey, hislerimi anlamış gibi:
— Bunları seni teselli etmek için değil, gerçekten öyle olduğun için söyledim. Ne kadar akıllı olduğunu hemen gösterebilirim istersen.
 
Kendinden emin söylenen bu sözler, beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı.
— Tabii ki isterim, diye cevap verdim. Bir taraftan da bunu nasıl yapacağını merak ediyordum. 
 
Salih Bey, yanında duran siyah çantasından bir kâğıt çıkardı. Sonra gözlerini gözlerime dikerek ağır ağır konuşmaya başladı:
— Türkçe ile aran nasıl?
— Berbat…
— Peki ya matematik?
— O daha da berbat.
— Hımm, anladım. İyi olan bir dersin var mı?
— Sadece müzik. 
— O zaman sen güzel türkü de söylersin.
— Biraz.
— İstersen bir türkü söyle de dinleyeyim.
 
Başka zaman olsa ulu orta avazım çıktığı kadar bağırarak söylerdim türküleri. Nedendir bilmem Salih Bey’den utanmıştım.
— Sonra söylesem.
— Nasıl istersen.
 
Bu sırada Salih Bey, ceketinin iç cebinden çıkardığı kalemiyle elindeki kâğıda bir şeyler yazmıştı. Kafasını kâğıttan kaldırıp:
— Şimdi sana bugüne kadar hiç duymadığın bir soru soracağım. Eğer doğru cevap verebilirsen, dünyanın bütün bilgi hazinelerinin anahtarının elinde olacağını, her şeyi kolaylıkla öğrenebileceğini bilmeni istiyorum. Bu yüzden iyi düşün ve ona göre cevap ver olur mu?
— Tamam.
— Hazırsan soracağım?
— Evet Salih Bey, hazırım.
 
Salih Bey, bana doğru biraz eğildi ve elindeki kâğıdı ters çevirip yere koydu. 
— Söyle bakalım, bu kâğıtta ne yazıyor? 
 
Böyle bir şey nasıl mümkün olabilirdi? Bu kadar basit miydi bilgi hazinelerinin anahtarına sahip olmak? Kafam karışmıştı. Nasıl bir cevap vermeliydim? Bir süre kâğıtta ne yazılı olabileceğini düşündüm. 
— Hiçbir fikrim yok Salih Bey. Her şey yazıyor olabilir. 
— Çok haklısın. Senin yaşlarındayken öğretmenim aynı soruyu bana da sormuştu. Tabii ben de senin gibi doğru cevabı söyleyememiştim. Niçin biliyor musun?
— Hayır. 
— Rastgele bir şey söyleyip kâğıtta yazılı olanı bilmen, ihtimal hesaplarına göre neredeyse imkânsız da ondan. İşte bu yüzden bu soru bir insana sorulabilecek dünyanın en zor sorusudur.
— Peki o zaman bu soruyu niçin sordunuz?
— Birazdan öğreneceksin merak etme. Şimdi kâğıdı alıp yüksek sesle yazılanı okur musun?
 
Yerdeki kâğıdı aldım ve çevirip okudum:
— “Su” yazmışsınız.
 
Salih Bey, elimdeki kâğıdı aldı ve biraz önce yaptığı gibi kâğıdı ters çevirerek yere koydu.
— Şimdi aynı şeyi tekrar soruyorum: Bu kâğıtta ne yazıyor?
 
Salih Bey’in ne yapmaya çalıştığına bir anlam verememiştim. Biraz duraksadıktan sonra, yine:
— “Su” yazıyor, diye cevap verdim.
— Şimdi doğru cevabı söyledin delikanlı. Birkaç saniye öncesine kadar cevabını bilmenin imkânsız olduğu bu kadar zor bir soru, kâğıdı çevirip okuyunca dünyanın en kolay sorusu haline geliverdi, öyle değil mi? 
— Evet.
— Sorunun cevabını bilemedim, diyerek kendini akılsız görmen çok yanlış olur. Sen, sadece bu zamana kadar okuman gereken kâğıtları okumamışsın. Derslerindeki başarısızlığın esas sebebi de bence bu. Bilgi hazinelerinin anahtarları, kâğıtların arasında gizlidir. Kâğıdın arkasını çevirdiğin gün, öğrenemediğin şeyleri bir anda nasıl da kolayca öğrendiğini göreceksin. Bu nedenle hayatın zor sorularını çözmeye, kâğıdın arkasını çevirmekle başlamalısın. Okuduğun her sayfa, çözümü imkânsız soruların en basit cevabı olacaktır. Söyle bakalım, şimdiye kadar hangi çözümsüz problemin çözümü için bir kâğıt çevirdin? İşte hayat böyledir delikanlı. Bir soru varsa elbet bir cevabı, bir zorluk varsa elbet bir kolaylığı vardır. Bunu aklından hiç çıkarma olur mu?
— Çok haklısınız.
 
Hiç böyle düşünmemiştim. Salih Bey, doğru söylüyordu. O zamana kadar bana zor görünen hiçbir şeyin üstesinden gelmeye çalışmamış; mücadele yerine kaçmayı, tembellik etmeyi tercih etmiştim. 
 
Bu hayatta herkes gibi ben de çok farklı şeyler istiyordum. Kimileri istediğini elde ederken, ben ise düşler âleminde hayallerimin gölgesini izlemekle meşguldüm. Birilerinin beni uykumdan uyandırması gerekiyordu. Bazen bir söz, bazen bir bakış, bazen de bir davranış... Beni derin uykumdan yavaş yavaş uyandıran ise Salih Bey’in sözleri olmuştu. 
 
Etkilenmiştim. Sözleri, mimikleri, bakışları ile her halinden farklı bir insan olduğu anlaşılan bu adam da kimdi? Onu çok daha yakından tanımak istiyordum. 
— Ne iş yapıyorsunuz Salih Bey?
— Öğretmenim.
— Yaaa! Nerede?
— Ankara’nın Haymana ilçesinde öğretmendim. Bu yıl Ay Işığı Ortaokulu’na tayinim çıktı. Kısmet olursa, önümüzdeki dönem görevime bu okulda devam edeceğim.
 
Salih Öğretmen’e baştan beri içim ısınmıştı. Hele okulumuza tayininin çıktığını öğrenince çok sevinmiştim.
— Sahi mi söylüyorsunuz?
— Evet delikanlı. Niçin bu kadar sevindin?
— Ben de aynı okulda gidiyorum da. 
— Bak ben de buna sevindim işte. Okul, merkeze uzak mı?
— Yakın öğretmenim. Belediye binasının arka sokağında. Hangi derse giriyordunuz?
— Türkçe.
— Öğrenciniz olmayı çok isterdim. İnşallah benim olduğum sınıfı okutursunuz.
— Kısmet... 
 
Salih Öğretmen, başını dereye doğru çevirmiş, ağır ağır konuşuyordu:
— Derenin güzelliğine bakar mısın? Ne kadar saf, ne kadar da berrak. Tertemiz akan sular beni çok etkiler. Akıp giden suya derdini döksen, istediğin yükü yüklesen, öf bile demeden alıp götürür. Seni terslemez, karşılık beklemez. Bir damla su ile hayat bulan insanoğlu, özündeki suyun niteliklerini bir bir aksettirir. Aka aka yolunu bulan su, ya bir kap olacak ya da girdiği kabın şeklini alacaktır. Bir testiye girmişse, testidir; bir bardakta duruyorsa bir bardaktır. Bazen kaynar, bazen de donar. Bazen ateşleri söndürür, bazen de yakıp kavurucu ateşten daha fazla parça parça haşlar. Bazen tertemiz, billur gibi akar, bazen de kirlenmiş bir halde kapkara zift gibi... 
 
Salih Bey anlatıyor, ben ise pür dikkat dinliyordum. Birden bana doğru döndü:
— İstek ve hayallerinin arasındaki ince ve keskin çizginin farkına varabilmek, arzuladığın şeylere ulaşabilmenin ilk şartıdır delikanlı... Hayal kurabiliyor olman çok güzel. Hayallerin ardından koşmak ondan da güzel. Hayallerine kavuşmayı istiyorsan, gerçekten istemeli, hayallerine doğru hareket etmelisin. Hepsinden önemlisi doğru şeyi istemeli, gireceğin kabı çok iyi seçmelisin, anlıyor musun?
 
Derin mânâlar taşıyan bu sözlerle ne demek istediğini anlayamamıştım ama yine de: “Anlıyorum”, diye cevap verdim. Salih Öğretmen:
— Peki o zaman delikanlı. Senin gibi gençleri görünce konuşmadan yapamıyorum. Bir hayli kafanı şişirdim, kusuruma bakma lütfen. 
 
Koskoca bir öğretmen bana tüm içtenliğiyle “kusuruma bakma lütfen” diyordu. Şaşırmıştım. Belki bir başkası için sıradan olabilir ama o an benim için öyle değerliydi ki bu cümle; her kelimesi yüreğimin taa derinliklerine işlemişti. O güne kadar hiç tatmadığım bir duyguyu yaşıyordum. Muhatap alınmanın verdiği tatlı bir huzurdu bu. Küçücük bir sözün, insanın ruhunda bu kadar büyük bir fırtınalar koparabileceği aklımın ucundan bile geçmezdi.
 
Yanılmışım. 
— Öyle şey olur mu öğretmenim! Uzun zamandır böyle güzel bir konuşma dinlememiştim. Bırakın kafamın şişmesini, aksine sizi dinlerken canımın sıkıntısı geçti. Çok sağ olun.
— Rica ederim delikanlı. Ben de bu arada dinlenmiş oldum. Artık yola çıksam iyi olacak.
— Mahsuru yoksa kasabaya kadar size eşlik edebilir miyim?
— Ne mahsuru, bilakis çok memnun olurum. Vaktin müsaitse tabi.
 
Salih Öğretmen bunları söylerken ben çoktan ayağa kalkmıştım. Ağaçta asılı duran heybemi omzuma astıktan sonra, Salih Öğretmen’in yerde duran çantasını almak istedim. Ne kadar ısrar etsem de: “Olmaz delikanlı! Kendim taşırım!” diyerek kabul etmedi. 
 
Kasabaya doğru yürürken Salih Öğretmen’in uzun adımlarına yetişebilmek için adımlarımı kıvraklaştırmıştım. Salih Öğretmen, kendisine yetişmekte zorlandığımı fark edince adımlarını olabildiğince yavaşlatmıştı.
 
Ben hem yürüyor hem de fırsattan istifade Salih Öğretmen’i daha fazla tanımaya çalışıyordum.
— Daha önce kasabamıza gelmiş miydiniz?
— Hayır, ilk kez göreceğim. Etraftaki yeşilliğe bakılırsa, kasabanız gayet güzel bir yerde bulunuyor anlaşılan.
— Evet efendim. Kasabamız çok güzeldir. Bu yüzden adına Güzelce demişler. Şu karşıki ormanlık tepeyi aşınca görünür zaten.
— İnsanları nasıl?
— İnsanları da çok iyidir. Hepsi kendi halinde, işinde gücünde insanlar. Seveceğinizden eminim.
— Peki sen kasabada en çok kimi seviyorsun?
 
Bu soruya bir süre cevap verememiştim. Çünkü kimi sevdiğimi gerçekten bilmiyordum. Aslına bakılırsa, arkadaşlarımı, çevremdeki insanları sevmeyi gerçekten istiyordum; fakat onların hiçbiri beni sevmiyordu. Kasabada samimi olduğum, dertlerimi paylaştığım hiç kimse yoktu. 
— Bilmiyorum öğretmenim. Bildiğim tek şey kasabadakilerin beni sevmediği.
— Yaaa! Hiç arkadaşın yok mu?
— Arkadaşlarım var da öylesine işte. Beni anlayan, arayıp soran gerçek bir dostum yok.
— Niçin böyle, hiç düşündün mü?
— Düşünmesine düşündüm “bu kadar kötü bir insan mıyım?” diye ama bir cevabını bulamadım. 
— Gerçek dostların olsun ister miydin?
— İstemez olur muyum öğretmenim. Bu zamana kadar birçok kişiyle samimi olmak istedim.
Nedendir bilmem, kime yakınlık gösterdiysem bulaşıcı bir hastalık taşıyormuşum gibi herkesin benden uzaklaştığını gördüm. Ben de her şeyi oluruna bıraktım. Benimkisi yalnızlık ve mutsuzlukla geçen bir hayat işte…
— Üzülme delikanlı. Şimdi hem bir öğretmenin hem de bir dostun var. Tabii ki kabul edersen.
Duyduklarım beni öylesine mutlu etmişti ki anlatamam.
— O nasıl söz öğretmenim! der demez Salih Öğretmen’in eline sarıldım. Elini zorla da olsa öpebilmiştim. Öncesinde sıkmadığım elini öperek yüreğimi serinletmiş oldum böylece. 
 
(Ali ÜNLÜ, Mürekkep Denizinde Bitmeyen Yolculuk) www.artibiryayinlari.com 
 
 
Toplam blog
: 7
: 237
Kayıt tarihi
: 02.11.16
 
 

Araştırmacı-yazar. İşletme Fakültesini bitirdi. Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalında yüksek l..