Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ekim '15

 
Kategori
Deneme
 

Özgüven

Özgüven
 

Öz güven, sahiden de iyi bir şey midir? Ya da azı karar çoğu zararlardan mıdır.

Kendi içimde, çelişkiye düşme sebebim midir şu özgüven, onu düşünüyorum. Bunu anlayabilmek adına çok kere etüt ettiğim sebep sonuç ilişkisine değindiğini düşündüğüm bir hikaye var aklımda o hikayeyle bir giriş yapıp  bağlayayım durumu.

Çok eskiden duyduğum bir hikayedir, biraz sınırlandırarak paylaşmak isterim, belki işe yarar meramımın yerine ulaşabilmesi açısından.

Vaktiyle bir çukurda kurbağaların yarışı varmış ‘ne çukuru olduğunu sizin hayal gücünüze bırakıyorum’

Bütün kurbağalar heyecanla dünden hazır, cumburlop içine atlamışlar çukurun, yarış tüm hızıyla sürüyor, hepsi birbirine rakip.

Kurbağalardan biri yarış esnasında, başını çukurun içinden ara sıra kaldırıp arkasına bakıyormuş, her baktığında da rakiplerinden birkaç adım geriye düşüyormuş haliyle.

Diğer kurbağaların, neredeyse çoğu, ilk atladıkları andan itibaren kafalarını hiç kaldırmadan finiş’e doğru yüzmeye devam etmişler.

O başını kaldırıp, arkasındaki rakiplerine bakan kurbağa için yarış, geriye baktığında rakiplerini göremediğinde bitmiş, çünkü vakıf olacağınız üzere, hepsi öne geçmiş ve finişi kucaklamış. Bizim kurbağa içinde yarış, başarısızlıkla sona ermiş.

Şimdi çukurun ne çukuru olduğu malum, ama içine atlamak zorunda kaldıysanız, osunu busunu irdelemeden kazanmaya yönelik hedefe kilitleneceksiniz, bir de kokusuna aldırış etmeden elbette. Öyle mi diyor  hikaye.

Özgüven yani. Ya da ben çekiliyorum diyeceksiniz, özgüven eksikliği yani.

Kendimi hizmetçi ruhumla mutlu olduğuma inandırdığımdan beri, bunun yanı sıra, kendi mıntıkamın kölesi olduğumdan beri, korkar oldum başka dünyaların içine dalmaya, atlamaya, işte o yüzden gözümde büyüyor ve yine  o yüzden korkuyorum yarışlardan.

Ancak buna rağmen, korkularımın bir kısmını ‘nasıl yapabildiğime hayret etsem de’ öteleyip, cahil cesaretiyle tam da içine yolcu olduğum dünyanın keşmekeşini yaşıyorum kokulu çukurunda.

Mıntıkamın dışına yol almaya korkuyor olmam işte bu yüzden. Kim demiş buna sebep bende olmayan ‘özgüven’.

Çukur tehlikeli de ondan, üstelik bu yarış, üstüne üstlük kurbağalar arasında değil, Ayağımın altına kabak oyucusuna rakip çalışan insan oyucuları yüzünden, tehlike daha da büyük.

İçinde bulunduğum ve birilerine göre tek düze olarak nitelendirilen yaşam yolculuğuma, yeni bir soluk, yeni bir sayfa arayışının sonunda bizim sektörün içine düşmüştüm ya hani.

Bilenler bilir, sunuculuk yapmaya çalışmak, biraz da olsa yazmaya çalışmak eee hadi şiirsiz, aşksız olur mu? Biraz da ona dokunmak aslında hepsi iç içe.

Düştüm diyorum çünkü ne bir hazırlığım ne de yeteri kadar bilgi sahipliğim vardı.

Daha önce bir çok kez anlattığım gibi, şu, ya da bu sebepten dolayı, şartlar beni itiverdi çukurun içine. Aslında bilinç altında dünden hazırmışım gibide bir gerçek de var mı ne? Çocukluk hayallerim demişimdir çoğu kez.

İç sesim içten içe sürekli komut veriyordu aslında. Kader ve alın yazısı olduğunu düşünmüyor da değilim ne yalan söyleyeyim. Kadere karşı gelmek olmaz, çukurlardan da kaçamazsın, tam bir teslimiyetle elinden  tuttum bende.

Yarış ağır farkındayım, tehlikeli farkındayım, finişe endeksli olmalısın farkındayım ama değer mi değmez mi, onun ikilemi içerisindeyim.

Kazanmak istediğinde ve yahut başarılı olmak istediğinde, bir şekilde boşluklar doluyor mutlaka, er ya da geç öğreniyorsun bilmediklerini, tek ayrıntı, sabırlı olmak gerekiyor.  Madem kaderdi dedim sonunda ve döndüm yönümü hayata, oda kıyılara vura vura getirdi bıraktı beni, tam da bir kez daha çukurun ortasına.

Diğerlerine göre, biraz fazla debelenmem gerektiğini bile bile acımadı velhasıl, düşe kalka kirlenerek yürümüyor mu bütün çocuklar.

Öyle de oldu düşe kalka büyüyor, çarpa çarpa da nasırlaşıyor insan, ama yürek hala naif, hala pamuklara sarılı, hala çocuk ve umarım hep çocuk kalır.

Sözü farkındayım çok dolandırdım, ben şu özgüvene döneyim tekrar. Bu sektörde işin ehli olan olmayan kiminle tanıştıysam, karşılaştıysam, başardıklarıma takdirlerini gizlemezlerken, aynı zamanda da  daha ileriye gitmem gerektiğini söyleyen otorite ağızlarından, ilk dökülen sözcüktü bana dair ‘senin özgüvenin eksik’.

Şimdi ikileme düşmemin sebebi, bu söz dizgisi var ya hani, işte onun yüzünden, benim sahiden de özgüvenim eksik mi yoksa azı karar çoğu zarar mantığıyla mı hareket ediyorum.

Çok eleştirildiğime göre bu konuyla alakalı, vardır bir bildikleri diyorum, lakin özgüven patlaması yaşayanların bana nasıl itici geldiklerini de inanın anlatacak kelime bulamıyorum.

Mütevazi olmanın ne denli önemli olduğunu öğrendiğimden beri, ‘fazlası gereksizmiş onu da öğreniyorsunuz zamanla’ benim için tehlike arz edecek kişilik kavramlarına eşit davranmamış olabilirim. Bunlardan biri  olan özgüvenimin başını da farkında olmadan ezmiş olabilirim, bakın bu konuda şu dakika çelişki içerisindeyim.

Sadece o mu? Egomu da aynı şekilde, hani şımarır falan korkusuyla çok azarladım, çok çektim kulaklarından, hala daha korkar benden, sadece özgüvenim eksik  değil anlayacağınız.

Her daim kendimden yola çıkmayı severim, önce kendimi dizginlemek, eleştirmek, azarlamak, benim kendime iyi geldiğini düşündüğüm özelliğimdir, bırakırım takdir gelecek ise şayet dışarıdan gelsin, ama fakat, kendimden yola çıkınca etrafımda kim varsa gözüme batan onlarda duraklıyorum.

Gereksiz özgüvene sahip olmanın nasıl sırıttığını gördüğümde, işte bu diyorum, gülünç olma, bak nasıl fos çıkıyorlar, içleri nasıl boş, evet senden hızlı yüzüyorlar belki, ama…

Hepimizin görüş istikameti kendi penceremizin sınırı dahilindedir, evet bende dışarıya baktığımda gördüklerim kadar biliyorum hayatı, işte bu sebepten dolayıdır ki son günlerde gördüklerimle de yargılıyorum bazı hayatları. Ve elbette bazı yetkisiz yetkileri.

Şimdi senin ne hakkın var, başkalarının hayatlarını sorgulamaya, yargılamaya, ya da ne gerek var, dediğinizi duyar gibiyim. Eğer öyleyse, yani duyduğum gibiyse, aman diyorum sakın, yine hiç alıcı bulamayan önyargınızı  kontrol edin, sözüm böyle düşünenlere, çünkü işin aslı öyle değil.

Kültürümüzde çok söylenen bir uyarıdır, öğretidir aslında, kibir hırkasını çıkarmadıkça senden hiç bir şey! Olmaz.  Ben o hırkayı hiç giymemeyi tercih ederim, çıkaracağımız yeri zamanı bilemediğimizde ağır geliyor insanoğluna.

Evet o kibir hırkasını ne ara giydin de onun esiri oldun ve yahut oldunuz bilemiyorum ama ‘eğninizde’ hala, eskilerin değimiyle.

Hani ‘baba bak sen adam olamazsın demiştin, ben koltuklarda oturacak kadar büyük adam oldum, gel gör beni’ diyen oğulcuk gibi. Koltuklara, ah o koltuklara yapışıp kalan popoların, birde üstlerine giydikleri kibir hırkalarının, emanet durduğunu bilmeyen birkaç kara cahile sözüm.

Bu sözlerimin siyasetçilerle hiçbir alakası yok, koltuk tanımı oraya getirmesin sizi,  zira bilmediğim bir kulvardır, fakat koltuklara oturtulanların işte onların üzerinde etkisi vardır belki bilemiyorum, ben sade vatandaş olarak aklımın erdiğince, vakti geldiğinde görevimi gereğini yaparım sadece fazlası beni aşar.

Benim derdim muhatap olmak zorunda bırakıldığım kara cahillerle, ben onlardan yana dertliyim. Çok şey bildiğini sananın hiçbir şey bilmediği gibi, sadece bolca bulunan şu özgüven cahillerinin bazılarına sözüm.

Hasbelkader, ya da birilerinin eteklerine tutunup, ya da tutundurup oturdukları koltukların onlara verdikleri yetkileri kendi amaçlarına ve çıkarlarına göre kullanmalarına sıkılıyor canım, adil olmayan dağılıma uydurdukları saçma sapan bahaneleri kabul etmiyor aklım.

Hiç bir zamanda etmeyecek.

Bir çocuğunun tanıdık yüzler, bildik kişiler olmaları, ne acı. Çünkü dünyanın küçüklüğünün kabul edildiği bu zaman diliminde, kaldı ki yaşadığımız kentin birkaç adımda, yüz yüze geldiğimiz sakinlerinin ‘bakın orada da çelişki içindeyim sahiden sakinler mi’ neredeyse bir çoğumuzun akraba olduğu yetki sahibi olan sözde bilirkişilerine sözlerim.

O koltuklar var ya hani, öyle rahat rahat oturduğunuz hiç kalkmayacağınızı düşündüğünüz.

Ama yanıldınız, gün geldiğinde kalkmak zorunda bırakıldığınızda, işte o an  yakar canınızı. (Yaksın da.)

Çünkü sizler o koltuklarda otururken çok yaktınız benim canımı.

Hızlı ve zirveye yürüdüğünü düşünenlerin, bir aciz kul karşısında çekingeli davranış sergilemeleri, bende olmadığı söylenen, durun düzeltiyorum, yeteri kadar olmadığı söylenen özgüveni kaybetmiş olmaları çok ilginç, üstelik altlarında çok sağlam koltuklar da varken. Ne oldum ve ne olacağım öğretisindeki gibi, aman temkinli diyorum, gereksiz abartılı özgüven, eksik olmasından daha tehlikeli.

Onlar hepimiz için hayat eşit aslında diyebilseler, ben bu koltuğa sana ve ona faydalı olabilmek için oturtuldum, hakkınızı gözetmek kollamak için oturtuldum diyebilseler, ne şiş yanacak ne kebap. Nede ben böyle gereksiz kafa şişireceğim.

Özgüven sorgulamasıyla başlasa da satırlar bir çok kavram girdi işin içine, demek ki hepsi de birbirine bağlanıveriyor söz konusu erdemsizlik ise.

Saltanat dediğin şey, göz açıp kapayıncaya kadar, ya da koltuk gün gelip altından kayana  kadar.

Biliyorum her şeyin fazlası zarar, fazla mütevazi olmak da iyi bir şey değil canım! Bende eksik olan kim bilir dışarıdan göründüğü gibi değildir, haddini bilmekle alakalıdır. Gereksiz özgüven, gereksiz kibirlenmek, gereksiz ön yargılar ve gereksiz olan ne varsa aman diyorum uzak dursun benden.. Yarışlar çukurlardaysa derecenin hiçbir önemi yok. Bazen yokluk insanın başına bela olur, bazen de çokluk. Kavramların kendileri değil içeriğinin eksikliği de değil fazlası sıkıntı bana göre, her şeyin fazlası zarar. Yani demem o ki nerde ‘’çokluk’’ ya da nerde…..? Orda …… 

 
Toplam blog
: 111
: 161
Kayıt tarihi
: 24.12.11
 
 

1965 Zonguldak doğumlu ve halen Zonguldak'ta yaşamaktayım.Yazarım ve çeşitli platformlarda sunucu..