Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '06

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Suriye'de tatil - Birinci bölüm

Suriye'de tatil - Birinci bölüm
 

Krak Des Chevaliers...


Tatilde Suriye’ye gideceğimizi duyan herkesin tepkisi aynı oldu.

"Niye, orada akrabalarınız falan mı var?"

Şart mıdır? Allah Allah...

”Başka yer bulamadınız mı tatil yapacak, insan Suriye’de ne yapar?”

Hmmm. Ne diyeyim şimdi ben size? Ben de bilmiyorum. Gidip göreyim, dönüşte anlatırım.

Hazırlık aşaması. Yerimde duramıyorum. Akıllar fikirler havalarda uçuşuyor.

Uçakla gidip, yolculuğu ıskalayacağımıza, hazır vaktimiz de varken, İstanbul’dan çıkıdık çıkıdık trenle mi gitsek dedik.

“İşte, ve ve ve, te ce de de kom te re. Onlayn rezervasyon diyor, tıkla bakalım.”

İnternetten bulduğumuz Halep trenine doğal olarak yine internetten rezervasyon yapmak istedik, olmadı, telefon edelim bari dedim. Uzun çabalar sonucu nihayet ulaşabildiğim “Yetkili Bey”le aramızda şöyle bir konuşma geçti:

“İyi günler, ismim uhudedipuhu, Halep treni için iki kişilik rezervasyon yaptırmak istiyordum.”

“Nereye?”

“Halep için, haftada bir Perşembe günleri kalkan bir treniniz varmış diye gördük de internetten.”

“Bi dakka.” (telefonun masaya bırakılış sesi, arka planda konuşmalar)

“Alo?”

“Buyurun, bekliyorum ben hâlâ.”

“Telefonla rezervasyon yapmıyoruz.”

Peki. İnternetten rezervasyon yapmıyorsunuz, telefonla rezervasyon yapmıyorsunuz, ne yapayım ben, posta güvercini mi uçurayım oraya? Zaten gelip biletimi alabilsem sizi rahatsız etmezdim böyle mesai saatleri içinde ama işte...

“Anladım beyefendi, ve fakat bizim şöyle bir sıkıntımız var, ben Almanya’dan arıyorum sizi, dolayısıyla gelip biletimi alma şansım yok, tren haftada bir kalktığı için de kaçırmak istemiyoruz, yapabileceğimiz birşey yok mu?”

“Bi dakka.” (bir kez daha telefonun masaya bırakılış sesi, arka planda konuşmalar, kocam "ne oluyor?" der gibi yüzüme bakıyor)

“Alo? İsim neydi sizin?”

“uhudedipuhu. İki kişilik olacak, bu Perşembe’ye”

“Yazdım ben buraya.”

“Çok teşekkürler, rezervasyon numarası gibi birşey verecek misiniz bana?”

“Telefonla rezervasyon yapmıyoruz. Perşembe günü gelir biletinizi alırsınız.”

“Berhudar olun.”

Ne güzel, havanda su dövdük yarım saat. Neyse, bu durumda gideriz İstanbul’a, yer bulursak çıkarız hemen yola, olmadı bir hafta bekleriz, ne yapalım dedik. Nasıl olsa kalacak yerimiz vardı, annemleri arayıp geleceğimizi haber verdim.

Berlin’deki Suriye Konsolosluğundan vizelerimizi kolayca aldık, İstanbul uçağına atladık. Gecenin bir yarısında Sabiha Gökçen’e indik, o saatte havaalanından şehre ulaşmak mümkün olmadığı için bizimkiler karşıladılar. Kadıköy’e indiğimizde, Ramazan olduğu için açık olan lokantalardan birinde bir çorba içtik, biraz sohbet ettik, sonra da onları eve gönderip, Haydarpaşa’da bilet gişesinin açılmasını beklemeye başladık.

“Yoruldun mu?” diye sordu kocam.

“Yok, esnedim öyle.” dedim.

“Kaçta açılırmış gişe?”

“Yedide dediler ama, bilmem. Saat kaç?”

“Beşe geliyor. Birazdan hava aydınlanır herhalde.”

“Sen buradan ayrılma, ben bir tuvalete gidip geleyim. Bozuk para versene bana biraz.”

“Al. Açık biryerler bulunur mu acaba, sigaram bitti.”

“İçmeyiver.”

Saat yedi buçuğa doğru açılan uluslararası bilet gişesinde, telefonda bize “Yazdım ben buraya” diyen arkadaşın aslında hikâye yazdığını keşfettik.

“Peki yer var mı bugüne?”

“Bugün için yer istiyorsunuz siz, anladım. Bakayım. Halep’ti değil mi?”

Uzatmayayım, vagondaki son kompartıman için biletimizi aldık, hemen trenin yanına seyirttik. Trende lokanta bulunmadığını daha önceden öğrendiğimizden, canım anneciğim kumanya hazırlamıştı bizim için. Kocam, torbayı annemden alırken gülmüş, “Oooo, yolluk, çok yolluk” demişti kıt Türkçe’siyle. Artık yalnızca uyumak istiyorduk bir an önce.

Trene bindiğimiz andaki duygularımı tarif etmem çok zor. Yorgunluk, hayal kırıklığı, panik, isyan, pişmanlık karışımı garip bir çorba. Burnumuzda kesif bir tuvalet kokusu, sağa sola değmemek için dikkatlice yürüyüp bulmuştuk sonunda, önümüzdeki yaklaşık 33 saat boyunca yaşayacağımız mekânı. “Halep treni”, bildiğimiz Gaziantep trenine her hafta Perşembe günleri ilave edilen ve esasen Suriye’ye ait olan tek vagondan ibaretti. Yolcular içinde tek Türk vatandaşı bendim ve ağlamak üzereydim. En son geldiğimiz için tuvaletten hemen sonraki ikinci kompartımana kalmıştık. Tuvaletten sonraki kompartımanın boş olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Yapacak hiçbir şey yoktu. Yüksek sesle küfür ettim, nasıl olsa anlamazdı kimse. Kocam çoktan üst ranzada horlamaya başlamıştı bile. Tren hareket etti.

Kaç saat uyuduğumu bilmiyorum, ama uyandığımda hem kendimi daha iyi hissediyordum, hem de tuvalet artık kokmuyor muydu ne? Alışmıştım sanırım.

“Günaydın tembel.” dedi kocam.

“Sana da günaydın." dedim. "Neredeyiz?”

“Bilmem. Türkiye’yiz hâlâ.”

“İyi ki açmışsın kapıyı, koridor pencerelerinden hava geliyor en azından.”

“Yan komşularımız Alman, biri Avusturya’da oturuyormuş. Onların yanındakiler Hollandalı, onların yanındakiler de Kanadalı.”

“Kaç gün uyudum yahu ben? Dur çıkıp bir merhaba diyeyim ben de millete.”

“Tuvalete gitmek istersen hemen sağdaki ikinci kapı.”

“Komedyensin değil mi sen?”

Neyse, kâh uyuyarak, kâh kitap okuyarak, kâh muhabbet ederek, kâh yemek yiyerek sonunda Gaziantep yakınlarında, lokomotif değiştirip, Suriye trenine bağlanacağımız noktaya ulaştık. Öne bir manevra, arkaya bir manevra, küt oradan, küt buradan yeni trenimize bağlandık, bizim tren Gaziantep’e devam etti, biz sınıra doğru ilerledik. Pasaport kontrol noktasından sonra vagonumuza askerler bindiler, tek tek kompartmanları dolaşıp pasaportlarımızı tekrar kontrol ettiler, rütbesini bilemediğim çok kibar bir subay (subaydı sanırım) Türk olduğumu görünce şaşırdı, ayak üstü muhabbet sırasında sordum:

“Güvenlik için buradasınız değil mi?”

“Güvenlik için. Sınıra kadar size böyle eşlik edeceğiz, sonra geri döneceğiz.”

“Anladım.”

“Sizlere iyi yolculuklar.”

“Sağolun. İyi günler.”

Yolumuza devam edip, sınırı geçtik. Pasaport kontrolü için durduğumuzda biz inmedik, Suriye’li yetkililer trene bindiler.

“Aaaa, Turkish. Very good, very good. Welcome to Syria.”

Halep’e vardığımızda akşam olmuştu. Komşularımızla vedalaşıp, bir otel aramaya koyulduk hemen. Rehber kitabımızın tavsiye ettiği ilk yer doluydu, civardaki bir iki yere daha baktık ama onlar da bizim hoşumuza gitmedi. Sonunda ünlü Baron Hotel’in tam karşısında güzel bir oda bulduk. Aslında oda güzel olmasa da aldırmazdık, banyolu bir oda değil, odalı bir banyo arıyorduk kendimize 33 saatlik yolculuğun ardından. Zamanında Arabistanlı Lawrence, Agatha Christie ve bir dolu ünlü insanın kaldığı Baron Hotel, sanırım hâlâ bütün odalarını bu şekilde pazarlamaya devam ediyordu.

“Bakın bu da Agatha Christie’nin kaldığı oda, bazı şeyleri yenilemek zorunda kaldık ama klozet hala eski meselâ.”

Neyse, bizim klozetimize Agatha Christie oturmamıştı ama odamızdan memnunduk, acilen birer duş yapıp, birşeyler içmek için Baron Hotel’in terasına geçtik. Trendeki komşularımızın çoğu da oradaydılar. Bir ara masamıza gelen otel yetkilisi, Türk olduğumu öğrenince, biraz aksanlı ama çok düzgün bir şekilde Türkçe konuşmaya başlayarak beni şaşırttı. Hoşbeş sırasında Dolar'larımızı bozup, ertesi güne bir tur ayarlamayı da ihmal etmedi bizim için. Amerikan karşıtı olarak bilinen Suriye’de yabancı para olarak sadece Dolar kabul edilmesi bence ilginç bir detaydı, ama hazırlıklı gelmiştik, sorun değildi.

Ertesi gün San Simeon Manastırı ve Ölü Şehirlere gittik. San Simeon’un yaşlı bekçisi, rehberi, herşeyi, bastonuna dayana dayana, elindeki lazer anahtarlıkla sağa sola işaret ede ede, bize manastır ve çevresindeki tüm kalıntıları gezdirdi. Tur bittiğinde, trenden yan komşumuz olan orta yaşlı iki Alman hanımla pek sıkı fıkı olmuşlar, el ele, bel bele fotoğraflar çektiriyorlardı.

Ölü Şehirlere girdiğinizde buralara neden öyle dendiğini hemen anlıyorsunuz. Evleri, hamamları, kiliseleri, zeytinyağı presleri, ne bileyim herşeyleri olan köyler hayal edin, sonra içlerinden insanları çekip alın. İnsanların Ölü Şehirleri neden aniden terk ettikleri bilinmiyor, arkeologlar tahmin yapmanın ötesine geçemiyorlar. Halep civarında bunlardan yüzlercesi var, bir süre sonra “Tieeeeeeeyyt, daha daş yok mu daş?” tepkisi yaratmıyor da değil tabii. Bir iki tanesini görseniz yeterli.

“Karnım acıktı benim.” dedim.

“Daha akşam yemeği için çok erken, azıcık dinlenelim, çıkarız dışarı.” dedi kocam.

“Acıktım diyorum, önce yemek yiyelim, akşam erken yatarız. Nasıl olsa o bar senin, bu bar benim gezmek için ortam müsait değil.”

“Biz açık bir yer bulana kadar zaten yemek saati olur, iyi, gidelim bari.”

Tatilimizle ilgili en hayati planlama hatasının Ramazan ayını seçmemiz olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Hem hava çok sıcak değildi, hem yakındı, hem dönüşte bizimkilere uğrayabilecektik, vesaire vesaire, idare ederiz diye düşünmüştük. İftara yarım saat kala, caddelerden akan araba seli yanlışlıkla bizi de götürmesin diye kaldırımın binalara yakın tarafından tek sıra halinde yürürken, bir yandan da yiyecek birşeyler arıyorduk. İnsanlar, arabalar, gürültü, koşuşmaca, düüüüüt, iiiiiiiii, daaart, ebüüve derken bütün bunları bastıran top sesiyle zıpladık.

“İftar oldu, bu top sesi o.” dedim.

“Biliyorum, şimdi müezzin çağıracak.” dedi kocam.

“Evet.”

“Lokantalarda oturacak yer yok, farkında mısın?”

“Olsun, iki kişi sıkışırız bir köşeye.”

Bu arada yarım saat önce arı kovanı gibi uğuldayan şehrin sokaklarında bizden başka kimsecikler kalmamıştı. Dükkân sahipleri dükkânlarını çoktan kapatmışlar, ya yakınlardaki lokantalara, ya da evlerine iftara gitmişlerdi. Kelimenin tam anlamıyla in cin top oynuyordu. Yürümeye devam ettik, sonunda açık büfe iftar yemeği veren büyük bir lokantada karar kıldık. İftardan bu yana en fazla 15 dakika geçtiği halde, millet büfeyi silip süpürmüş, tatlı ve kahveye başlamıştı bile. İnanılmazdı. Herkes bize bakıyordu, biz de gülümseyerek, birilerinin yeni kalktığı belli olan bir masaya iliştik. Garsonlar geldiler, masayı temizleyip, yeni servis getirdiler, biz de en sonunda “orucumuzu” açabildik.

Daha sonraki günler için yemek saatimizi iftar öncesi ya da sonrasına denk getirmeye karar verdik, ama tahmin edebileceğiniz gibi insan seyahat ederken belli bir düzene sadık kalamıyor. Neticede aynı sahne, Şam hariç diğer gezdiğimiz bütün şehirlerde neredeyse aynı şekilde yaşandı. Tatil sonrasında “Nasıl geçti?” diye soran bir arkadaşıma “Nasıl geçsin, tüm tatil yiyecek birşeyler ve yediklerimizi boşaltacak bir yerler arayarak geçti.” dedim. Şakaydı tabii, ama gerçekten de önce kocam, sonra da ben, birer günümüzü otel odasında klozette oturarak geçirmiştik sırayla. Tatilde oluyor bazen öyle. Onun haricinde yemekler bizim yemeklere çok benzediği için sıkıntı çekmedik.

Halep’ten sıkılınca, Hama’ya geçtik. Burası tahtadan yapılan ve “noria” denilen su değirmenleri ile ünlü bir şehir. Yakınlarında Apamea kalıntıları, onun yakınlarında da enfes bir mozaik müzesi var. Palmyra’dan sonra Suriye’de kesinlikle görülmesi gerekenlerin başında geliyor Apamea.

Lattakia, ya da bizdeki adıyla Lazkiye, çok ilgi çekici bir şehir değil. Hemen kuzeyinde, Türkiye sınırına çok yakın bir yerde, Ras Al Bassit adlı bir tatil kasabasının olduğunu duymuştuk. Havalar da fena gitmediği için, gidip bir göz atalım, geri döndüğümüzde, “Suriye’de denize girdik” diye herkesi şaşırtalım dedik.

Bol virajlı dağ yollarında kelle koltukta yaptığımız yolculuktan sonra, akşam vakti Ras Al Bassit’a vardık. Hafif “retro” bir havası vardı kasabanın, sanki 1970 ya da 1980’lerden kalmış gibi. Sağda solda birkaç harap bungalov, plaja benzer birşey, bir iki dükkân ve bizim eski Turban otellerine benzeyen kocaman bir otel. Girdik, resepsiyondaki görevliye oda sorduk.

“Merhaba, iki kişilik odanız var mı?”

“Ne kadar kalacaksınız?”

“Bu gece, belki bir gece daha, çok emin değiliz. Yarın en kısa zamanda size haber veririz kalıp kalmayacağımızı, eğer sizin için de sorun olmazsa.”

“Odamız var, ancak sıcak suyumuz yok şu anda.”

“Fark etmez, hava sıcak zaten. Eheh.”

Kısa bir süre sonra oteldeki tek odanın bizimki olduğunu ve sezon dışında olduğumuz için sıcak su bulunmadığını keşfettik. Be adam bize niye soruyorsun ne kadar kalacağımızı, yeni müşterin mi var, odaya mı sıkıştın? Neyse, yerleşip tekrar resepsiyona indik.

“Bu civarda bir lokanta var mı?”

“Yok.”

“Otelde yeme imkanımız var mı?”

“Yalnızca kahvaltı veriyoruz.”

Dışarı çıktık, bakkal, çakkal birşey bulursak cips, bisküvi, su falan alırız diye. Kocam bakkala bir daha sormaya karar verdi, koskoca kasabada yemek yenecek bir yer olmaması aklına yatmamıştı. Bakkal İngilizce bilmediğini el kol hareketleriyle anlattıktan sonra, hemen yanda bulunan eczaneye giderek, eczacı mıdır, kalfası mıdır artık bilemediğim bir adamcağızla geri geldi, o da bize yaklaşık yarım saat mesafede bir lokanta olduğunu söyledi. Teşekkür edip, gösterdiği istikamette yürümeye başladık. Çok değil, 10 dakika kadar sonra deniz kenarında bir balık lokantası bulduk. Tam arka masamızda iki Suriye’li aile, çoluk çocuk, kahkaha kıyamet demleniyorlardı. Böylece biz de Suriye’de bir kıyı kasabasında yerli turistlerle arak-balık muhabbetine daldık. İkimiz de bu kadarını beklememiştik, çok eğlendik. Ertesi gün denize de girdik, ama açıkçası çok zevkli değildi. Tekrar Lazkiye’ye döndük.

(Birinci Bölümün Sonu)

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..