Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '12

 
Kategori
Deneme
 

Tahtadan kemiklerim acır mı arkadaş?

Tahtadan kemiklerim acır mı arkadaş?
 

Küçüklüğümüzde şiddeti çağrıştıran her müzikten, her sözden, her bakıştan, her davranıştan çekinmez miydik?

Evet ben de çekinirdim...

Ve şimdi bu hisleri hala ilk günki tazeliğinde taşıyorsam ruhumun kaçak dövüşmelerinde...

Demektir ki ben de sizin gibi şiddeti sonradan öğrendim...

Çocukken inandım ki şiddet sonunda sadece ölüm getirirdi... Yani bizler ölümden de korktuk zamanında, hangimiz "anne ben ölmek istemiyorum" diye ağlamadık ki?

Yüzleştiğimde ağlamadığım gün anladım, ben ölümü de sonradan öğrendim...

Büyükleriniz, bebekliğinizin ilk adımlarını şahitleri, düştüğünüzde dizlerinizi silen, düğümlendiğiniz bağcıklarınız gibi karışan düşünce dehlizlerinizden sizi kurtaran, üşüyen ayaklarınızı sıcacık ayaklarına saran, sizi sevmiş, hem de çok sevmiş insanlar sıralı sırasız gittiler. Sizi çok sevebilecek insanlar da şu anda takır takır ölüyorlar hem de sizden habersiz.

Onlar ki birilerinin sevdikleri, çok sevdikleri, sen gitme ben gideyim dedikleri... Ardında kalan insanlara koltukları, sehpaları, masaları tabut eyleyen insanlar...

Son kalanın kendiniz olmayacağını bilmek. Canlı felaket. Gidene kadar her daim "kalan" olacağınızı bilmek, pas tutan demir gibi, günden güne çürüme sebebi mi?

Vardır yerin göğün bir bildiği...

En çok siz kalırsınız, kendini kandırdığının farkında olan, avuntuların düzenli müşterileri gibi acı çekmeye dünden gönüllü olan, hissetmeyi bile beceremeyip yapay acılara sarılan, sarılacak acı bulamayıp yapay acılar yaratan insanlar dışında kalan olursunuz.

Üzüldüğünüze değil, nasır tutmuş gibi hissettiğinize ağlarsınız...

Onlar size "metin ol, sabırlı ol" dediler...

halbuki acılarla genleşip büyüyen insanlar kalıp sözlere sığar mı? İnsanların sizi hiç tanıyamadığına, onlarca sene kırbaçlayarak, cezalandırarak, cezalandıracağınızı bile bile hissetmekten vaz geçmeyerek eğittiğiniz kişiliğinizi zerre fark etmediklerine mi yanarsınız...

Hikayeniz orada başlar, en acımasız cehennem, hak etmedğiniz sözlerde yaşanır... Kimseyi dinlemeseniz celladınıza sarılır, kendinizi dinlersiniz. Cennetiniz yalnızlığınız olur...

Susarsınız...

Vardır yerin göğün bir bildiği...

Canlı ölülerin fotoğraflarını çeker gözleriniz, anıları görüntüye aktarır, ölmüş anları ölümsüzlerştirir beyniniz... İçinizde ararsınız güzel inanları, ne kadar büyürseniz büyüyün yetmez gücünüz bir insanı tamamen bedeninize, ruhunuza, hafızanıza, hiç tadamadığınız duygularınıza, çaresizlik içindeki çocukluğunuza, dinlenmemiş şarkılarınıza, okunmamış şiirlere, içinizden söylediğiniz şarkılara, kimse anlamadığı için konuştuğunuz "kendinize" katmaya... Ve tüm bu çaresizlikleri özenle giyinmiş "kendinizde" yaşatmaya kalkarsanız sakatlanır bedeniniz, hem siz düşersiniz, hem onlardan başka insanlar yaratır beyniniz.

Çürüme kokusu alır kalbiniz, kaybedersiniz çünkü orjinali de gitmiştir, içinizdeki de bitmiştir...

Susamazsınız, mırıldanırsınız, yarısı duyulmayan sesler çıkartırsınız, anlamsız...

Vardır yerin göğün bir bildiği...

Siz de en yanlış çözüm yolu olarak içinizdeki acıları benzeştirirsiniz. Hepimiz yaptık, acılara isim taktık. Aşk acısı dedik, ölüm acısı dedik, can acısı dedik...

Fakat hepsini farklı kişilerden farklı tadlarla çektik... Benzersiz insanların acılarını benzeştirmek miydi çözümün yolu? Güçsüz anılarımıza denk gelir diye korktuk, korktuçka düştü gardımız, tüm acılara benzer isimler verdik, kabul tutturana kadar hem farklı güzellikteki insanların hakkını yedik, hem de hiçbir engeli devirmeden geçemedik...

İçinizdeki acıyla aynı demlikten çay içtiniz, aynı bardakları paylaştınız, bazen siz uyudunuz o uyumadı, geceler boyu tuttu nöbeti, secdi saçlarınızı, okşadı içinizdeki ateşi, bazen o uyudu siz kendinizi eğlediniz, dönüp dolaşıp geldiğiniz nokta yine kendinizsiniz...

Bekleme sıralarını hatırlayın, duvara çöküp kaldığınız anlarda her zaman yanınızda değil miydi yalnızlığınız?

Neden ona bu denli kötü davrandınız?

Neden onu seçtiniz? Neden seçilmediniz?

Bunları soran insanı hangi medeni düşünce sakinleştirir, düşünebilir misiniz?

Denizlere haykırasınız geldiği anlarda kaldırıp bakın şu kafanızı, önünüzden deniz yüzlü dupduru insanlar geçiyorlar, içleri fırtınalarla dolu ve durgunlar. Herkesin aradığı mutluluğu hiçkimsede bulamamışlar, yüzleri dalgın, kendi denizinde boğulur mu insan, hepsine haykırasım geliyor, deniz olmaya değil, su damlaları olmaya çalışın, bir deniz hepimize yeter de artar bile...

İçinizde isyanlar, uykularınız bile gel-git, gece gündüz tsunami...

Ama sustunuz, vardı yerin göğün bir bildiği...

Deprem gibi çöktü sevmişlikleriniz, inanmışlıklarınız. Dost acı söyler, sizler ya yanlış doğrulara inanmışsınız, ya da doğrulara yanlış inanmışsınız...

Üzülmek beyhude, sokaklar, ağaçlar, toprak, esmeyen rüzgar, bu bunaltıcı sıcak, verilmeyen selamlar ve görüp görmediğiniz bütün toz duman sizi içine almaya hazır bekler durur...

Siz, neredesiniz?

Hayallerinizi behude bağladığınız kuşlar bile sizlerden uzak dallara kaçıyorlar farkında mısınız?

Bu sessizliğin bir sebebi olmalı... Bu ıssızlığın da olması gerektiği gibi... Birileri birşeyler söylemiyorlar, birileri düşünüp konuşmuyorlar, her yer her şey saklı gizli ve apaçık yaşanıp geçiyor, herkes suskun, herkes ne yapıyorsa birşey demeden yapıyor. Yangından mal kaçırmak değil bu, susarak dünyayı yangın yerine çevirmek için uğraşıyorlar sadece...

Ve yakıyorlar, yanıyoruz, kaçarak atıyoruz kendimizi yangına, vardır yerin göğün bir bildiği...

Dağlardan ağır ayakları biz yarattık, uçurmayan kanatları ağırlık yapan canlılar olduk... Kimsesiz çoban bile bizden daha mutlu çünkü biz yalnızlığın karşıtına bir isim veremedik... Yalnızlığın aksini hiç hissedemedik...

Gittiğimiz gün anlasınlar bizi, yok olduğumuz gün anlarlar belki, sürü sürü güttüğümüz hayallerimiz, başkalarının sürülerine katılır diye umuyorsanız, elleriniz, ayaklarınız, dizleriniz, ciğeriniz kısacası beyniniz de dahil olmak üzere tüm vücudunuz tahtalaşmıştır... Onlar gittiler ve hayatınızı tabutlaştırdılar, siz de gitmeye karar verdiniz ve kendinizi tabutlaştırdınız...

Fark edin artık ne olur, sizden gidenler de tabutlaştıkları için gittiler... Kuşlar kaçtı onlardan, tsunamileri sahillerini yuttu, çöktükleri duvar diplerinde yanlarına yalnızlıkları oturdu... Ve onlar da sizin gibi tabuta girmeden tabutlaşmayı istediler çünkü vardı yerin göğün bir bildiği...

Sizin bildikleriniz oldular, size acıyı öğrettiler... Bu kadardı yerin göğün bildiği, bu kadar... Sizin anladığınız işte bu kadar...

 

 
Toplam blog
: 10
: 366
Kayıt tarihi
: 05.01.12
 
 

Edebiyat alanında çok da benzeri olmayan bir tarzda denemeler yazmaktayım. Ayrıca yerel bir gazet..