Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mayıs '16

 
Kategori
İnançlar
 

Ayrılıklar, çağdaşlık ve Mona Lisa

Ayrılıklar, çağdaşlık ve Mona Lisa
 

Yazıya din konusu üzerinden giriş yapıyoruz.

Dünya çapında dinlerin dağılışına bir göz atarsak, insan topluluğunun %32 sinin Hristiyan olduğu görülüyor. (Amerikan PEW Enstitüsünün 2010 tarihli araştırması) Müslümanlar bu dağılımda %23, Hindular %15, Budistler %7, doğa dinleri %6 ve Yahudiler %0,2 oranında yer alıyorlar. %0,8 oranında bir topluluk daha küçük çaptaki başka başka dinlere tabi. Geriye kalan %16 ise, hiç bir dünya dinine ait olarak görülemeyecek özel bazı inanışlara inananlar, ateistler, agnostik ve teistler (belirsizciler) gibi gruplardan oluşuyor, ki bunların arasında Tanrıya inanan ve bazı dini kuralları tatbik edenler de var.

Dinler konusundaki bu araştırmayı daha derinleştirmek ve çok ilginç şeylere rastlamak şeklindeki zevkli uğraşı şimdilik bir kenara bırakıp, başka bir noktaya odaklanmak istiyoruz.

Günümüzün politik ve toplumsal sahnelerindeki çatışmalara bakıldığında, insanların görünüşte çeşitli nedenlerle birbirine girdiğini; bu çatışmaların, gerek milletlerarası platformlarda, gerekse ayni devletin sınırları içinde yaşayanlar arasında, sözlü kavgalardan başlayarak, birbirlerini en kötü durumlara düşürecek çeşitli hile ve kurnazlığın kullanıldığı acımasız entrikalara ve hatta insan yaşamını hovardaca harcayan kanlı katliam ve savaşlara dönüştüğünü üzülerek tesbit etmekteyiz. Bütün bunlara sebep olan unsurlar da, yine çeşitli konulardaki fikir ayrılıklarından başlayarak, etnik farklılıklar, ideolojik görüş ayrılıkları, ekonomik farklılıklar, geleneksel ayrılıklar ve çok kere de din ve inanış biçimlerinin birbirinden olan farklılıkları olarak kendisini göstermektedir.

 

Ayrılıklar, Benzerlikler

 

„Dinle neyden kim hikayet  etmede, ayrılıklardan şikayet etmede….(Mevlana)“ (Dinle, ney ile kim bir öykü anlatıyor (ki), ayrılıklardan şikayet ediyor)

Dünyada, gündelik kişisel ve mesleki yaşamımızdan, aile fertleri arasındaki ilişkilere, ayni şehir hatta ayni devletteki olaylara varıncaya kadar ve buradan da daha ilerisine gidildiğinde, dünya çapındaki olaylarda, kavgaların ve çatışmaların temelinde yatan şey demek ki ayrılıklar, farklılıklar.

İnsanlar örneğin bugünkü Ukrayna-Rusya anlaşmazlığında olduğu gibi, ideolojik farklılıklar dolayısile, uzun diplomatik çabaların çözemediği, silahlı çatışmanın eşiğine gelinen anlaşmazlıklar içine giriyor veya din ve mezhep ayrılığı sebebiyle, ISID örneğinde olduğu gibi veya Afrika’nın bazı ülkelerinde zaman zaman yaşandığı ve halen de yaşanmakta olduğu gibi, birbirlerinin canını en vahşi biçimde almaktan çekinmiyor.

Bir yandan ekonomik ve bölgesel savaş şartlarının yurtlarından ettiği milyonlarca insanın, yabancı ülkelerde yaşama koşulları arayışı; öte yandan birden bire yaşam ortamını adeta istila eden yabancı görünüşlü, yabancı geleneklere sahip insanların tehdidine uğradığı korkusuyla, yabancılara karşı nefret duyan, onları itelemek isteyen yerli halklar. Yine farklılıkların çatışması.

Tarihi hiç karıştırmayalım, çünkü tarih dini, ekonomik, etnik, ideolojik vesaire farklılıklar yüzünden yaşanmış sayısız savaşların tarihi aslında.

Oysa ki, hani farklılıklar bizim zenginliğimizdi?

Öyle ya, tüm insanlarının ayni renk saçlara, ayni görünüşteki yüzlere, ayni beden yapısına, ayni ses tonuna sahip, ayni şekilde hareket eden, ayni düşünen ve hep ayni şeyleri söyleyen varlıklardan oluşan bir insan topluluğunu düşünürsek, bununla ilgili aklımıza gelen tek bir şey olur: Robot gibi. Demek bizi, şimdi olduğumuz gibi insan kılan şey , biribirimizden farklı oluşumuz aslında, hatta farklı kafa yapısına sahip olmamız, farklı düşünmemiz, farklı konuşup davranmamız, yani farklı kişiliğimiz. Kişisel kişiliğimiz olduğu gibi; toplumsal, kültürel, geleneksel, yöresel ve inançsal kişiliklerimiz de var tabii. ( Bu farklılığımızın, ancak biz insanların algılayabileceği cinsten farklılıklar olduğunu da gülümseyerek kaydetmeden de geçmeyelim, kim bilir belki başka alemlerden gelebilecek başka varlıklar için bizler tıpa tıp biribirimizin aynisiyiz. Tıpkı bir Avrupalı için örneğin Çinlilerin hepsinin; bir Çinli için de, batılıların hepsinin ayni görünüşlü olması gibi. Böyle ırksal benzerlikleri olan insanları ancak tek tek tanıdığımız zaman birbirlerinden farkları olduğunu algılıyoruz.) Ama ne tuhaf ki, tam da bu sözünü ettiğimiz farklılıklarımız yüzünden biribimize düşman olmaktayız.

Biz nerede yanlış yapıyoruz?

 

Suç Dinlerde mi, Kökende mi?

 

Hemen tüm dinlerin kökeninde yatan ana unsurların benzerliği herkesce bilinir. Tüm dinler insanlara iyi ve dürüst insan olmak, birbirini sevmek, yardım etmek, sabırlı  ve merhametli olmak gibi erdemleri aşılamaya çalışırlar. İnsanoğlunun sürekli bir zihinsel gelişim içinde olduğu unutularak, dinlerin yeryüzünde ilk görüldüğü günlerde konulmuş bazı toplumsal kaidelerin ve emirlerin, bugün de ayni katı biçimiyle geçerli olması gerektiği şeklindeki bağnaz anlayış bir tarafa bırakılırsa- ki bu kaide ve kurallar şekli ilgilendiren hususlardır- dinler insanlara aslında iyiyi, doğruyu, birbirlerini sevmeyi öğretmeye çalışmışlardır. Kaldı ki günümüz yaşamına uymayan bazı dini anlayış ve kuralların da, çokça dine sonradan ithal edilen veya yorumlarla asıl anlamından uzaklaştırılmış şeyler olduğu da akıldan çıkarılmamalıdır.

Papa II.Urban örneğin, 1095 senesinde ilk haçlı seferini başlattığında ve sefere katılacak hristiyanlara cenneti vaad ettiğinde; Hz.İsa’nın „İnsanları seveceksin“ sözünün anlamını içselleştirmiş olsaydı, aslı iki yüzyıl kadar süren ve milyonlarca insanın ölümüne neden olan kanlı seferler belki de hiç yapılmayacaktı.

Geçmişte ve bugün de hala, islam dini adına katliamlar yaparken kendilerine müslüman diyenler, örneğin yalnızca şu hadisleri gerçekten anlamış ve  benimsemiş olsalardı, yaptıkları işleri herhalde icra edemezlerdi.

"Sizden önceki toplumların derdi size de bulaştı: Haset ve kin. Kin beslemek kökten kazıyan şeydir. Allah'a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız.

"Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah Teala katında en üstününüz, Allah Teala'dan en çok korkanınızdır."

Demek ki bugün hala, din dine, mezhep mezhebe karşıymış, dinler birbiriyle savaşıyormuş gibi bir görüntü varsa, bu,  biz insanların anlayış ve yorumumuz; daha doğrusu anlayışsızlık ve bilgisizliğimize kattığımız bencilliğimiz ve çıkarcılığımız yüzünden böyledir.

Demek ki bugün hala,  beyaz , siyah, sarı ve diğer  ırklar veya eşitli etniler birbirine karşı ise, bu onlar öyle yaratıldıklarından değil; bu renkleri veya kökenleri taşıyanların dünya görüşleri, birbirlerini kardeş olarak görmelerine engel olduğundandır.

Demek ki sorun,  şu veya bu dinden, şu veya bu etniden oluşumuzda değil,   doğrudan insan oluşumuzda; daha doğrusu insan olamayışımızdadır.

Farklılıklarımızın zenginliğimiz, özümüzün ise birbirinin ayni, yani sadece insan olduğunu göremeyişimizdendir.

O yüzden, bizden başka bir biçimde ibadet edeni kendimizden saymaz; o yüzden başka dil konuşup, başka geleneklere bağlı olanı, varlığımıza bir tehdit olarak algılarız. Bizim gibi yiyip içme eylemini yerine getirmeden, bizim gibi uyku uyumadan hayatta kalamayan; beden yapısı ve iç organları tıpa tıp bizimle ayni olanı, sırf yediği şeyler bizimle ayni değil diye veya derisi bizimkinden koyu veya gözleri çekik diye bizden saymayız.

Oysa dünyamız, özellikle teknoloji ve iletişimin son derece geliştiği yaşadığımız günlerde neredeyse büyük bir köye dönüşmüştür. Tarihin hiç bir devresinde, haberler bu hızla yayılmamış,  bir yerden bir yere gitmek bu denli zahmetsiz ve hızlı olmamıştı. Dünyanın bir ucunda olup bitenlerden, hemen hemen ayni saat içinde öbür ucunda yaşayan insanlar televizyonlar, uydu telefonları, internet vasıtasıyla, oturma odasında otururken haberdar olmaktalar. Küreselleşen dünyada her çeşit malı dünyanın hemen her yerinde bulmak mümkün. İnsanlar, yöresel özellikler hariç, hemen ayni şeyleri yiyip içiyor, ayni şeyleri giyiyor, ayni filmleri ve televizyonlarda ayni tarz programları izliyor, ayni modaları takibediyorlar. Küresel ekonomi ve uluslararası şirketler tüm dünyayı çoktan ayni kalıba soktular. Dünya üzerinde dışa kapalı ülke hemen hemen kalmadı. Kapalı olanlar bir bir açılmakta, kapanmaya çalışanlar da başarılı olamıyorlar. Örneğin bu sene mayıs ayında, batıya ait her şeyin yasak olduğu İran’da, Pharrell Williams’ın geçtiğimiz sene hit olan „Happy“ adlı şarkısıyla örtüsüz ve batılı giyimle dans eden altı gencin videosu ortaya çıktığında, gençler önce tevkif edildiler ama hatta İran Devlet Başkanı Hassan Rohani‘nin de müdahalesiyle sonunda serbest bırakıldılar.

 

Batılılık ve Çağdaşlık

 

Dünyamız garip akımlar yaşamakta. Bir yanda süratle gitgide birbirine benzemekte olan yaşam tarzları, öte yanda etnik ve yöresel kimliğinin elinde kalmış olan kısmını korumaya çalışırken, agresifleşen insan toplulukları. Bunu yaparken de, belki de bu benzeşmeye isyan biçimi olarak dini, dili veya etniyi silah olarak kullanma çabaları. Kimliğini korumaya çalışırken, batıdan gelen her şeye itiraz eden topluluklar.

Bu noktada bir an durup, batılı ve çağdaş kavramlarını incelemekte yarar var.

Batılı olarak tanımlanan kavram, batı yönünde bulunan ülkelerin, -ki bunlardan kastedilenler genelde Avrupa ülkeleri ve ABD- yaşam biçimi ve kültürü. Çağdaş kavramı ise, „ayni çağda yaşayan“ ve „bulunan çağın anlayışına, şartlarına uygun olan“ şeklinde tarif ediliyor. (TDK)

Günümüzde, yaşadığımız çağın şartlarını ve anlayışını dikte eden topluluklar, elbet ki teknolojide, ekonomide ve uygarlıkta en ileri noktada olan toplumlar ki bunlar genelde, „batılı“ tabir edilen Avrupa ülkeleri ve ABD ile örtüşüyorlar. Hal böyle olunca, „batılı“ olmayı reddeden toplumlar haliyle „çağdaş“ olmayı da reddeder hale geliyorlar. Teknoloji ve uygarlıkta ileri gitmiş olan, Japonya, Güney Kore, Singapur gibi uzak doğu toplumları da var tabii ama onlar çağdaş olabilmeyi, kendi gelenekleriyle de bir şekilde uzlaştırabilmiş toplumlar ve batılı yaşam biçimini „veren” değil “alan” toplumlardan.

Batılı olmayı reddedenler, batının sömürgeci tarihinden ve günümüzdeki ekonomik dayatmalarından dolayı, bu davranışlarından ötürü kısmen haklı olsalar da, batıyı reddederken, eski bir Alman atasözünün dediği gibi “Çocuğun yıkandığı leğendeki suyu dökerken, çocuğu da atmak” eğilimindeler ki, bu da sonuçta kendi zararlarına olmaktadır.

Bu ne demektir? Çağdaşlık kavramı; teknolojide ilerleme, yaşam seviyesinin yükselmesi ve yaşanan çağın en ileri düşünceleri ile örülmüş olarak oluşur. Tabii ki bu açılardan gelişmiş ülkelerin kültür  seviyeleri ve gelenekleri de bu örgü içinde yerleşmiştir. Çağdaşlık düşüncesini ve çağdaş yaşam şartlarını bunlardan soyutlayarak tek başına almak olanaksızdır. Böylece toplumların kültür ve yaşam tarzları çağdaşlık kavramıyla birlikte birbirine bulaşır. Bu her devirde böyle olmuştur, ulaşım ve iletişim koşullarının bugünkünden çok daha geri olduğu zamanlarda tabii ki daha az olmuştur. Ama böyle bir bulaşmayı, bugünün ileri iletişim koşulları içinde engelleyebilmek de, akıntıya karşı kürek çekmek şeklinde bir uğraş olur.

Bu durumda, modern yaşam alet ve gereçlerini kabul edip uygulamak ama onların kaynağındaki, kültür, düşünce birikimi ve sanat gibi diğer unsurları dışlamaya çalışmak, başarılı olması pek de garantili olmayan bir çabadır. Günümüzün bazı petrol zengini Arap ülkelerinde bu tutumu ve sonuçlarını izlemekteyiz. Teknoloji ve modern gereçlerin yaşama dahil edilmesine rağmen, insan ve kadın hakları gibi, çağdaşlığın bir diğer gereksinimi olan konular, bu ülkelerde ayaklar altında çiğnenmektedir.

Kültür ve sanat, insanlığı yüksek bilinç düzeyine taşıyan vazgeçilmez unsurlar olduğundan, bu konulara değer vermeyen toplumlar, teknik seviyeleri ne olursa olsun ilkel kalacaklardır. Kültür ve sanat ise evrenseldir ve sadece kendi folkloristik özellikleriyle yetinen bir toplum fakir kalmaya mahkumdur. Örneğin Mozart’sız, Beethoven’siz, Verdi’siz, Dede Efendi’siz, Tolstoy’suz, Charles Dickens’sız, Mark Twain’siz, Yunus Emre’siz, Mevlana’sız, Michelangelo’suz, Tizian’sız, Leonardo da Vinci’siz bir dünya ne kadar sığ, ne kadar boş olurdu. Listeyi çok daha uzatabiliriz. Ve bütün bunlar tüm insanlığın ortak mirasıdır.

Evrensel sanata ve sanatçılara değer vermeyen toplumlar ve idarecileri hiç şüphe yok ki ters yönde gitmektedirler.

Örneğin Louvre müzesinde her yıl milyonlarca ziyaretçiyi kendine çeken bir Mona Lisa’yı düşünelim. Yalnızca bu tablo,  yüzyıllar boyu her milletten sayısız ressama örnek olmuş, dünyanın her köşesinden insanların hayranlığını kazanmış, bu yeryüzü üzerinde insanların meydana getirebildiği güzel şeyler listesinin ön sıralarına çıkıp oturmuştur ve insanlık durdukça da, insanlık birikiminin bir abidesi olarak yerinde kalmaya devam edecektir. O artık ressam, heykeltraş, mimar, kaşif, düşünür ve doğa araştırıcısı dahi Leonardo da Vinci’nin veya İtalyan Rönesansı’nın bir eseri değil, insanlık tarihinin bir mirasıdır.

Bu tablo konusunda çeşitli varsayımlar ortaya atılmıştır. Modelinin kim olduğu, Da Vinci’nin tabloyu ne zaman yaptığı, siparişi kimin verdiği hep merak edilmiştir. Bu konuda önüme çıkan son öyküyü de, şimdiye kadar ileri sürülenler içinde en güzeli olduğundan, sizlerle paylaşarak yazıyı sonlandırmak isterim.

 

Mona Lisa’nın Öyküsü

 

Bu güne kadar Mona Lisa’nın modelinin, Floransalı bir ipek kumaş tüccarı olan Sinyor Gioconda’nın eşi olan Lisa del Giocondo olduğu, en yaygın düşüncelerden biriydi. Sinyor Gioconda ayni zamanda Leonardo’nun noter olan babası ile de iş yapmaktaydı. Bu yoldan ikisinin tanıştıkları ve tüccarın ressama, karısının portresini ısmarladığı düşünülmekte. Yalnız araştırmalarda, ne Leonardo’nun kayıtlarında, ne de tüccarın defterlerinde, böyle bir satışın yapıldığına dair bir şeye rastlanmıyor. Yalnızca böyle bir siparişin verildiğine bazı tarihçilerce değiniliyor. Zaten bu sipariş kaydı yüzünden de tabloya “Mona Lisa” veya “La Giocondo” deniliyor.Ancak tüccarın siparişini, her ne sebeptense almadığı ve ressamın da tabloyu yanında dolaştırıp, sonradan tamamladığı tahmin ediliyor. Bilinen bir şey, Da Vinci’nin tabloyu, 1519 da Fransa’da son yıllarını geçirmek üzere Fransa kralının davetiyle yerleştiği Amboise’da, ölünceye kadar yanında bulundurduğu. Sipariş sahibinin tabloyu neden almadığı veya da Vincinin yarattığı yüzlerce eser arasından yalnızca bu tabloyu, diğer başka iki tabloyla birlikte neden yanında bulundurduğu açıklanamıyor.

Bu görüşe karşı çıkan bir başka grup araştırmacı da, Da Vinci’nin Mona Lisa adı verilmiş olan tabloda, ipek tüccarının karısını değil, bambaşka bir şeyi resmetmiş olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddiaya göre, Leonardo Roma’da bulunduğu sırada, sonradan 10.Leo olarak Papa seçilen Giovanni de Medici, Roma’nın en köklü ailesinden gelen bir asilzade ve  şehrin meclis üyesi olarak, ressamın en yakın çevresindekilerden biriydi. Giovanni’nin kardeşi Guiliano ise, ağabeyinin servetini har vurup harman savuran bir kadın avcısı olarak yaşamını sürdürmekteydi. Bu gencin, evli ve saygın bir kadınla olan ilişkisinden bir oğlu olur. Ne yazık ki, bu ilişkiden dolayı zaten zor durumda olan genç kadın, doğumda yaşamını kaybeder. Guiliano bir yetimhaneye verilen gayri meşru oğlu İppolito’yu, sonradan nüfüsuna geçirtir ve yanına alır. Bu aralar Roma’da bulunan Da Vinci’den, annesiz büyümüş olan oğluna teselli olması için bir anne portresi yapmasını ister. Tesadüfe bakın ki, Leonardo da, gayri meşru bir çocuktur. Annesi Caterina, noter babası Piero’nun yanında çalışan bir Arap kölesidir. Leonardo küçük yaşta annesinden ayrılır ve genç kadın başka biriyle evlenip gider. Baba Piero, küçük Leonardo’yu oğlu olarak tanır ve yanına alıp yetiştirir.

Anlaşılan o ki, meşhur Mona Lisa tablosundan bizlere o muhteşem hüzünlü gülümsemesiyle bakmakta olan kadın, Leonardo da Vinci’nin çocukluğundan beri hayallerinde yaşattığı bir annenin görüntüsüdür. Hiç bir canlı kadın bu tabloya modellik etmemiştir ve büyük usta, kendi acıklı çocukluk hikayesiyle harmanladığı, küçük Ippolito’nun hazin öyküsünden, bu balmumundan yapılmış görünüşlü şahane kadını meydana getirmiştir. Yapılan analizler, tablonun uzun zaman aralıkları ve düzeltmeler olmadan, bir seferde resmedildiğini ortaya koyuyor. Demek ki Leonardo, bu tablosunu yaparken büyük bir ilham sağnağı içindeymiş.

Tüm zamanların en ünlü tablosu olan Mona Lisa’nın, özlenen bir “anne”yi temsil ediyor olması, gerçekten de tam bu tabloya ve onun yaratıcısına çok yakışan bir açıklama ve şahsen bana çok sempatik geldi.

Tüm insanlığın, sanatta, kültürde ve insanca düşüncelerde birleşmesi dileklerimizle.

Zühal Voigt

(Bu makale Sevgi Dünyası dergisinde yayımlanmıştır.)

 
Toplam blog
: 165
: 1414
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Uzun yıllardır yurt dışında yaşıyor. İsviçre'de Adalet Bakanlığı'ndaki mesleği yanında tiyatro ya..