Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Haziran '10

 
Kategori
Sosyoloji
 

Bir sosyolog: Immanuel Maurice Wallerstein

Önce kendimize bakalım

Fizik ile kimya ne kadar uyuşabilir, ne kadar uyuşamaz, diye sorduğumuzda, ister istemez; tavuk mu yumurtadan yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır, sarmalının içine düşeriz. Bu yüzden de birbirine yakın olan çalışma alanları, karşılıklı etkileşimde bulunmak zorunda. Özellikle tarih için var olanlar, sosyoloji için de vardır. Bu iki çalışma alanı da birbirleirnden yararlanmak, bilgi ve belge alışverişinde bulunmak zorundadır. Batı bunu yapıyor yüzlerce yıldan bu yana. Ne ki bu gibi yordamaları yapabilmek için; bizdeki durum içler acısıdır, diyebiliriz.

Sosyoloji ile tarih uyuşabilir mi uyuşamaz mı? Tarih bilgisi içinde öbekleşen kültür olayları ile siyasi olaylar ve özellikle savaşlar, değişen şartlara göre bugün nasıl yordanabilir? Bu konuda başvurulacak yollar olarak ''siyasi yaklaşımlar'' mı, ''tarih bilgisi'' mi, ''diplomatik yaklaşım'' mı, yoksa ''sosyolojik bakış'' mı daha etkilidir?

Nedir bizdeki durum? Kısaca, özel çalışma alanları ne olursa olsun: Tarihçi tarihçidir, sosyolog da sosyolog. Benzeri durum bir benzetme; fen bilimlerinin bileşkesi olan ''teknoloji'' için hiç de uygun düşmez. Çünkü bir fizikçi bir kimyacının bulgularını kulak ardı edemez. Bir inşaat mühendisi de bir jeologun (yerbilimcinin) bulgularına rağmen, başka türlü davranamaz. Bilir ki bu durumda ''felâketler'' birbirini izleyecektir. Oysa askeri konularda ve yönetim konularındaki bazı gelişmelerde görüldüğü gibi, kimilerinin astığı astık, kestiği kestiktir. Bunu Osmanlı'da sık sık başvurulan yönetemlerden biri olarak bildiğimiz ''idare-i maslahatçılık''ın bir uzantısı olarak ''bulanık suda balık avlamak'' diye de niteleyebiliriz.

Gönül ister ki her alanda uzlaşmanın olsun, çalışma alanları arasında da karşılıklı etkileşimden ve yardımlaşmadan uzaklaşılmasın. Ne yazık ki maddi ve manevi her alanda bu gibi özlemler ile dolup taşıyoruz. Her alanda sapır sapır döküldüğümüz açık. Eski olan ne var ise saklanıyor! Yeni olanlar için ise Batılılar gibi yaklaşamıyoruz. ''Kökü mazide olan âti'' olarak, kendi kendimize böbürlensek de ortalıkta ne ''adalet'' ne ''uhuvvet'' ne de ''müsavat'' var! Osmanlı'da bir zamanlar özlemi çekilen ''hürriyet'' ise çok şükür istemediğimiz kadar var olmaya başladı! Bu da Doğulu zihniyetin çağımızdaki uyumsuzluklarından biridir, diyebilir miyiz, bilemiyorum.

Bu kargaşa ne olacak


Bugünün sorunları dünden soyutlanamaz. Bu yüzden toplum hayatında geçmişin izleri ile etkilerini araştırmak gerekir ki sağlıklı değerlendirmeler ve çözüm yolları bulabilelim. Bu tür sorunlarımız tapu kayıtlarından çağdaş sanat eserlerine, yerleşim yeri adlarından teröre kadar geniş çalışma alanlarını kapsıyor. Bir örnek olarak, son yıllarda tartışılıyor olması bakımından Osmanlı kaynaklarında çok geniş dökümleri yapılmış olan oymaklar, cemaatler ve aşiretler konusunda dün olduğu gibi bugün de tutarlı açıklamalar yapılabilmiş değildir. Çünkü tarihçi, tarihçiliğin gereklerini yerine getirerek sosyolojik değerlendirmeleri, zorunlu olarak sosyologlara bıkarmaktadır. Bu da ortaya konulmuş olan eserlerin, monografik bir çalışmadan öte anlam taşımadığını gösteriyor. Ne toprak mülkiyeti ne ağalık beylik ne Osmanlı düzeni ne de Cumhuriyet'le gelenler konusunda yeteri kadar yüzleşebilmiş değiliz.

Özellikle Değişim Sosyolojisi ne gerektiği gibi ne de yeterince inceleyebildi Türk toplumunu. Bu konuların tarihçiler kadar toplum bilimciler(sosyologlar)'in de sorunu olması gerekiyor. Oysa bir de bakıyoruz ki tarihçiler, hiç bir yönteme başvurmadan toplum bilimci, toplum bilimciler de hiç bir dayanakları olmadan tarihçi olmaya kalkışıyorlar. Anlaşılıyor ki bilimler arasında ne bilgi belge alışverişi ne de ortak çalışabilmek için işbirliği yapılabiliyor. Bu açmazımızın içinde ekonomiyi çekip çeviren siyasi gelişmelerdeki çalkantılar kadar YÖK'ün ben merkezci işleyiş biçimi de etkili olmuştur, diyebiliriz. Özel kesimlerin de araştırma geliştirme için varsa yoksa eknik konulara yoğunlaştığını bilmeyenimiz yok.

Ne yazık ki çoğu tarihçi gibi çoğu toplum bilimci de, bilgi ve belge noksanlığından öte arkeolojik ve tarihi belgeleri okumasını bilememekten dolayı bu tür çalışma alanlarına uzak kalmışlardır. Anlaşılan o ki tarihteki bir olayın ya da süregelen çoğu olguların kendisi ile sınırlı olduğunu anlamamız isteniyor. Böylece diğer etkilerin ya da o çağlardaki diğer çevre olaylarının hesaba katılalabilmesinin ''şimdilik'' mümkün olmadığı gösteriyor. Bu bakımdan yaylak kışlak geleneği ile köylerden kentlere göç olgularının çoğu zaman tek yönlü bir biçimde açıklanmaya çalışılması gibi yanlışlıklar, sosyoloji kadar tarih ilminin de ucuzlatılmasına yol açmaktadır. Benzer olaylar çeşitli gelenek görenekler kadar, dil ve ağız özelliklerinde de kendisini gösteriyor. Çünkü sosyolojinin dar kalıpları içerisinde kalmak işine geliyor birilerinin.

Eğer bir kaç değişik araştırma ve inceleme de olmasa 1940'ların sosyoloji anlayışının egemen kılınmak istendiği zehabına kapılmamak elde değil. Bu yüzden de ''neremiz doğru ki!'' diyerek araştırmaya, öğrenmeye, yazmaya çalışıyoruz. Oysa Batılı böyle yapmıyor; dünü ile olduğu kadar bugünü ile de hesaplaşmak yoluna gidiyor. Yeni yeni kuramlar ve yöntemler çerçevesinde yapılan araştırmalar yanında bilimlerarası işbirliğinin de sınırlarının zorlandığını görüyoruz. Batı'ya göre feodalite, sanat, rönesans, reform, din, siyaset, aile, sanayileşme, tarih, ekonomi, iktidar, adalet, para-finans, moda, tüketim, enerji, teknoloji, emek ve küreselleşme için bir bütündür. Bilimlerarası (disiplinlerarası) ilişkiler ile karşılıklı etkileşimleri de mümkün olduğunca korunmalıdır.

Prof. Immanuel Maurice WALLERSTEIN


16.yüzyıl ile birlikte yer küre üzerinde giderek artan bir biçimde etkili olan Batı'nın gücü de sanırım, bilimlerarasında olması gereken etkileşimden dolayı, günden güne artmaktadır. Bu tür gerçekleri gören uzmanlar olmadan ne siyaset ilerleyebilir ne de geleceğin sağlıklı bir biçimde inşaası mümkündür bence. Bu bakımdan size sosyoloji ile tarihi en güzel bir biçimde buluşturarak, kendince açıklamalarda ve yorumlamalarda bulunan Immanuel Maurice WALLERSTEIN adlı bir toplum bilimciyi tanıtmak istiyorum. Prof. WALLERSTEIN yaşadığı olaylar ve katılmış olduğu etkinlikler doğrultusunda, sosyoloji ilminin zaman zaman yararlandığı tarih ilmine verdiği önemden dolayı ''tarihsel sosyoloji'' dalının yaşayan en önemli sesi bugün. Batı dünyası için kuruluşundan bu yana ''sosyoloji'' alanındaki en etkili doksan iki kişiden biri olarak ün yapmış Prof. WALLERSTEIN. ''Dünya-Sistem'', ''Kapitalizm'', ''Liberalizm'', ''Irk, Ulus, Sınıf'', ''Afrika'', ''Küreselleşme ve Terörizm'' yanında ''Jeopolitik ve Jeokültür'' üzerine yazmış oldukları O'nun toplum bilim ile tarih ilmini nasıl biraraya getirdiğinin en önemli nişaneleri olsa gerek. Bu bakımdan bizde kimlere ne kadar ''derin'' etkilerde bulunduğunun sorgulanması ise başlıbaşına bir inceleme konusu bence.

Eserlerinin çoğu gibi yaklaşık onbeş günde bir yazmış olduğu makaleleri sürekli olarak dilimize çevrilen WALLERSTEIN 1930'da ABD'nin New York kentinde doğar. Hiç bir konuşmada ya da incelemede adı pek söylenmese de O'nun düşünce hayatımıza ve siyasetimiz üzerinde ne kadar etkili olduğunu söylemeye gerek yok, sanırım. Prof. WALLERSTEIN, Columbia Üniversitesi'ndeki bilimsel çalışmalarının ardından 1971'de McGill Üniversitesi'nde sosyoloji profesörü olur. 1976 ile 1999 yılları arasında Binghamton Üniversitesi'nde çalışır ve emekliliğini ister.

1994 ile 1998 yılları arasında Uluslararası Sosyoloji Birliği Başkanlığı görevinde de bulunmuş olan Immanuel Maurice WALLERSTEIN 1970'lerde kendisini ''bir tarihçi ve makro düzeyde küresel kapitalist ekonomi teorisyeni olarak tanımlamaya'' başlar. Kapitalizmin gelişmesine eleştirel yaklaşımlarından dolayı ''sistem karşıtı'' olduğu kadar ''küreselleşme karşıtı'' olarak da anılır. Bu yaklaşımlarında ABD, Avrupa, Afrika, Çin, Brezilya ve az da olsa Türkiye bağlamındaki yazılarında tarihten yararlanarak bazı sonuçlar çıkarmak istemesi de etkili olmuştur. WALLERSTEIN, özellikle ''Jeopolitik ve Jeokültür''(1993) adlı çalışmasında bu konuları da tartışır. O'nun olaylara ve olgulara bakışını ve değişim sosyolojisini de içeren ''Dünya-Sistem'' yaklaşımı bugün Binghamton Üniversitesi'nin çalışmalarına da etki etmektedir, diyebiliriz. Özellikle bilim dalları arasındaki etkileşimlerin sınırlarının zorlandığını ve özel bir önem verilen ''dünya-tarih araştırmaları''nın, geniş bir uygulama alanı bulmakta olduğunu görüyoruz.

Bu çerçevede ''Ekonomik politika araştırmaları kapsamında: Sınıf hiyerarşileri, ırk, cinsiyet; toplumsal hareketler; dünya-sistem çözümlemeleri; kültür, iktidar ve bilgi konularında, özel bir etkinlik sağlamaya'' çalışmaktadır. İş dünyası araştırmaları yanında toplumsal adalet araştırmalarına da yönelmiş olan Binghamton Üniversitesi'nde Prof. Prof. Dr. Çağlar KEYDER'in de içinde bulunduğu öğretim kadrosunda değişik ulustan pek çok uzmanın bulunduğunu belirtmekte yarar vardır. 1946'da kurulan Binghamton Üniversitesi, günübirlik yaklaşımların ötesinde bir çaba ile iş-emek-adalet-ekonomi politik-değişim, sosyoloji ve tarih konularında ''disiplinlerarası'' bir çaba ile eserler vermekte, öğrenciler yetiştirmektedir.

Prof. Immanuel Maurice WALLERSTEIN 'ın ''tarihsel sosyoloji'' ve ''dünya-sistem'' yaklaşımları doğrultusunda da etkinlikler gösteren Binghamton Üniversitesi dünya üniveristeleri arasında 74. sırada bulunuyor. Öğrendiğime göre ülkemizdeki Bilkent Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi ile de ortak çalışmalar yapmakta imiş.
Immanuel Maurice WALLERSTEIN'ın başlıca görüşleri şunlardır:

''Dünya ülkeleri birbirlerine ''ekonomik değişim ilişkilerinin oluşturduğu çok karmaşık bir bağ ile'' bağlıdır. Bu yüzden ''üçüncü dünya ülkeleri'' tanımlaması yetersizdir.
Dünya Sistemler Teorisi (2004) olarak geliştirdiği yaklaşımlara göre, ''sermaye ve emek ikilemi'' birbiri ile rekabet içinde olan (tarihsel olarak ulus devletleri kapsayan ama onunla sınırlı olmayan) ajanlarca gerçekleştirilen ve içinde sonsuz ''semaye birikimi'' bulunan ''Çağdaş Dünya Sistem''(1989), ''tek bir dünya'' dır.

Modern dünya sistem”in kökeni olarak Wallerstein, 16. yüzyıl Batı Avrupası ile Amerikalar'ını gösterir. Sermaye birikiminde başlangıçta Fransa ve İngiltere’de görülen belirli politik olaylar, aşama aşama bir genişleme sürecini başlattı ve sonucunda bugün, sadece bir küresel değişim ağı kaldı. 19. yüzyılla birlikte yeryüzünün her köşesi kapitalist dünya ekonomiye entegre oldu.

Dünyanın her köşesine uzanan kapitalist dünya-sistem kültürel, siyasal ve ekonomik açıdan homojen (türdeş) olmaktan çok uzak bulunmaktadır. Aksine dünya-sistem medeniyetler arasında gelişme farklılıları ve politik gücün ve sermayenin artışındaki temel farklılıklarla karakterize edilir. Modernleşme ve kapitalizm teorilerinin iddiasının aksine, Wallerstein bu farklılıkları sistemin bir bütün olarak gelişmesi ile bertaraf edilebilecek sırf tortular veya düzensizlikler olarak görmez. Bunlar dünyanın merkez, yarı çevre ve çevre olarak bölünmesinde olduğu gibi dünya-sistem’in kalıtsal bir özelliğidir.'' (Alıntıdır)

''16. yüzyılda Avrupa, tepinen ehlileştirilmemiş bir ata benziyordu. Bazı grupların, özel bir işbölümüne dayalı dünya-sistem kurma, sistemin siyasi ve ekonomik garantörleri olarak merkez alanlarda ulus devletler yaratma, ve sadece 'kârın değil ayrıca sistemin sürdürülebilmesi için oluşan maliyetin işçiye kesilmesini sağlama çabalarının gerçekleşmesi kolay değildi. Bunu gerçekleştirme başarısını Avrupa gösterdi, 16. yüzyılın itici gücü olmasaydı, modern dünya doğmamış olacaktı ve tüm gaddarlığına karşı doğmuş olması, olmamasından daha iyidir.''
(Kaynak: "Modern Dünya-Sistem" 1974)

''Tarihsel kapitalizm daha ilk bakışta, bazı savunucularının öne sürdüğü gibi 'doğal' bir sistem olmak şöyle dursun, açıkça saçma bir sistemdir. Daha fazla sermaye üretmek için sermaye üretilmektedir. Kapitalistler ayak değirmeninde daha da hızlı koşmak için gitgide daha hızlı koşan beyaz fareye benziyor. Bu süreç içinde bazı insanlar iyi yaşıyor, ama diğerleri yoksul yaşıyor. Peki, iyi yaşayanlar ne kadar ve nereye kadar iyi yaşayacak? Hepimiz bu tarihsel sistemin moda ettiği haklılığı kendinden menkul ilerleme ideolojisiyle öylesine dolmuşuz ki bu sistemin çok sayıdaki olumsuzluklarını kabul etmekte zorlanıyoruz. Marx gibi kararlı bir suçlayıcısı bile tarihsel kapitalizmin oynadığı ilerici role büyük ağırlık vermiştir. 'İlerici' sözü tarihsel olarak daha sonra gelen anlamında kullanılmadığı sürece ben buna inanmıyorum... O zaman böyle bir sistem neden ve nasıl ortaya çıktı?'' (Kaynak: "Tarihsel Kapitalizm'' İstanbul Metis Yay. 1996)

''Tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin, kendinden önceki tarihsel sistemleri yıkarak ve değiştirerek onların üstünde bir ilerlemeyi temsil ettiği düşüncesi açıkçası doğru değildir. Bunu yazdığım için dahi, tanrılara hakaret gibi bir duyguya eşlik eden bir rahatsızlık hissediyorum. Akranlarım gibi aynı ideolojik atölyede biçimlendirilmiş ve aynı tapınakta ibaded etmiş olmaktan dolayı tanrıların gazabından korkuyorum.''
(Kaynak: "Tarihsel Kapitalizm'' 1992)

Prof. Wallerstein'ın Dünya-Sistem Kuramı

Immanuel Maurice WALLERSTEIN'ın 1974'de yayınlanan Modern Dünya-Sistem (The Modern World-System, vol. I: Capitalist Agriculture and the Origins of the European World-Economy in the Sixteenth Century. New York/London: Academic Press) adlı eserindeki öngörüleri bugün tek tek ortaya çıkıyor. 1990'larda yaşamış olduğu ekeonomik darboğaza rağmen bugün Brezilya küresel ekonomi içerisinde ''merkez'' açısından en ''çevre''nin en önemli devletlerinden biridir. Çin ise bilindiği gibi uygulamaya çalıştığı kendine özgü sosyalizm ve nüfusu ile uyuyan bir dev olması durumunu, 2000'le birlikte küresel bir etki gücüne dönüştürmeyi başamıştır. Hiç bir devletin ya da görüşün dümen suyuna takılmadan bana göre ''yoğun emek'' ve ''dengeli ticari açılım'' yanında ''ölçülü bir yabancı sermaye'' bağlamında I.M.Wallerstein'in 1974 yılında öngördüğü gibi ''merkez eğilimi gösteren'' bir ülke durumuna yükselmiştir. Oysa Doğu Avrupa ülkelerinin kendilerini toparlama süreçleri uzun sürdüğü için kendilerinden beklenen ''siyasal ve ekonomik homojenlik'', belki Rusya'nın etkileri ile istenilen düzeylere ulaşamamıştır. O'nun bu konudaki yaklaşımı için aşağıdaki alıntıya bakalım:


''Dünya-sistem teorisi, dünyanın merkez ve çevre olarak bölündüğünü savunur ayrıca bunlar arasında yarı çevre olarak adlandırılan ve tanımını diğerleri ile ilişkisine göre kazanan bölgelerde bulunmaktadır. Bu ayrışmada, merkez ve çevre arasında yapısal ve kurumsallaşmış bir “işbölümü” bulunmaktadır: Merkez, yüksek düzeyde teknolojik ilerlemeye sahip ve ileri düzeyde ürünler üretirken; çevrenin rolü, merkezin temsilcilerine ham madde, tarımsal ürün, ve ucuz işgücü sağlamaktır. Merkez ve çevre arasındaki değişim eşit olmayan şartlarda gerçekleşir: Çevre ürünlerini ucuz fiyatlardan satmak zorundadır fakat buna karşılık merkezin ürünlerini daha pahalı almak zorundadır. Ayrıca, yarı çevre adı ile adlandırılan merkeze göre çevre, çevreye göre merkez eğilimi gösteren bir bölge vardır. 20. yüzyılın sonlarında bu bölge Doğu Avrupa, Çin, Brezilya gibi alanları kapsayacaktır. Bazı durumlarda, çevre ve merkez bölgeler aynı coğrafi alanda çok yakın işbirliği içinde olabilir.'' (Alıntıdır)

Kendisini bir toplum bilimci ve tarihçi olmak yanında ''makro düzeyde küresel kapitalist ekonomi teorisyeni'' olarak da tanıtan Immanuel Maurice WALLERSTEIN'a göre, ''Küresel Kriz'' bakalım komşu Yunanistan'daki olaylar çerçevesinde nasıl değerlendirilebilir:

Korkunun Anatomisi

Korku bugün, dünyanın büyük bir bölümünde en yaygın kamusal duygu. Bu korku irrasyonel olmasa da beklenen tehlikelerle akıllıca mücadele etmenin yolunu göstermiyor. Korkunun işleyişi, yakın geçmişteki iki dikkate değer olay üzerinden anlaşılabilir. İlki, 6 Mayıs’ta New York borsasında değerlerin dibe vurmasıydı. Sadece birkaç dakika sürdü ve herkesi hayrete düşürdü. İkincisi ise, Atina’da 3 ölüme yol açan ve süregelen ayaklanmalardı.

Borsada ne oldu? O sabah Dow Jones endüstriyel ortalamasının 300 puan indiği görülüyor. Bu hatırısayılır (%3 civarı) bir düşüşken, Birleşik Devletler’de çeşitli cephelerdeki kötü haberlerle Yunanistan’ın iflastan kaçınma olasılığının birleşimine verilmesi olası bir tepkiydi.

Fakat, öğleden sonra, Dow Jones 700 puanlık inanılmaz bir düşüş daha yaşadı. Bu şimdiye dek gün içinde yaşanan en büyük düşüştü. Bu tümüyle beklenmedik bir şeydi ve simsarlar bunun karşısında adeta “kalakaldı”. Kimi önemli hisseler bir kuruşa kadar gerileyecekleri %90’lık bir düşüş yaşadı. Sonra, simsarların “ağızları açık” izledikleri ve neredeyse bu düşüş kadar hızlı biçimde Dow tekrar yükselerek, simsarların görünüşteki rahatlamasına yol açarak, “sadece” 371.80 puanlık bir kayıpla sonuçlandı.

Şüphesiz herkes bir açıklama aradı. Bir açıklama, bir simsarın alış satışta şişman parmağıyla milyon yerine milyar girmesinden kaynaklandığını söylüyordu. Bu açıklamanın sorunu hiç kimsenin bu kişiyi ve dolayısıyla şişman parmağını bulamamış olması.

Ardından, alternatif bir açıklama dolaşmaya başladı. New York borsası alış satışlar çok hızlı gibi göründüğünde, yavaşlamaya eğilimliydi. Fakat diğer borsalarda aynı mekanizma yoktu. Kimilerine göre, simsarlar New York borsasındaki yavaşlamayla karşılaşmış ve alış satışı başka borsalara kaydırmıştı. Kimileri de bu açıklamayı dolandırarak şöyle diyordu: bu, önceden böyle bir değişikliğe programlanmış otomatik alış satış mekanizmalarını içeren, algoritmik denen alış satış stratejilerinin sonucuydu. Çeşitli borsalar arasındaki koordinasyon eksikliği, düzenlemelerle ilgili bir hataydı ve şimdi kimileri tüm borsaların bir birleşik yavaşlatma etkisi göstereceğini savunuyor. Diğerleri içinse, düşüş otomatik bir mekanizmadan kaynaklanıyordu, yani suçlanması gereken insanlar değil, makinelerdi.

Tüm bu açıklamalar geçerli olabilir de olmayabilir de. Ne var ki, birçok noktada, insanların kararlarının devreye girdiğini ihmal ediyorlar: düşüşün başlamasına tepki verilmesi, alış satışın yavaşlaması, tekrar alış satışa başlama ve Dow’un yükselmesini sağlama gibi. Bu da korku faktörünün devreye girdiği anı teşkil ediyor.

Borsa riski ve belirsizliği doğal olarak bünyesinde barındırır. Fakat simsarlar dalgalanmaların görece az ve tahmin edilir aralıkta olduğu düşüncesine dayanırlar. Dalganmalar fazlaca ve aniden vahşileşmeye başlayınca simsarların paniklemesi anlaşılır. Panikledikleri zamansa dalgalanmaları kaçınılmaz olarak daha da açığa çıkarırlar. Bu bir kısırdöngüdür.

New York’taki simsarlar tam da paniklediklerinde televizyonlarda Atina’daki ayaklanmaları görebiliyorlardı. Bu, onları iki nedenle daha endişelendirdi. Avrupa Birliği ülkelerinin Yunanistan’a nasıl yardımcı olacağı (ya da olup olmayacağı) konusunda derin bir belirsizlik içindeydiler. ABD’de, Batı Avrupa’da ve Avrupa’nın faal olduğu (ya da olmadığı) Japon bankalarında Yunanistan sorununun yansımalarının ne olacağı konusunda belirsizlik içindeydiler. Yunanistan’ın potansiyel iflasının dünya pazarında global bir çözülmeye yol açıp açmayacağı da belirsizdi.

Ne var ki, hepsinden çok ayaklanmalardan ürkmekte haklıydılar. Ayaklanmalar Yunanların korkularının sonucuydu. Çoğu Yunanı ilgilendiren reel gelirlerinin gelecek yıllarda aşırı düşme olasılığıydı. Buna öfkeliydiler ve bundan korkuyorlardı. Bunun her nasılsa kendi hatalarından kaynaklandığına, ödemeleri gereken bir hata yaptıklarına da ikna olmuş değillerdi.

Yunan vatandaşlarının korkuları, dünyadaki liderlerin, borsa simsarlarının da pekala farkında olduğu gibi, buzdağının görünen kısmı. Yunan hükümetinin sorunu oldukça basit. Vergi gelirleri çok az ve harcamaları hâlihazırdaki ve gelecekteki gelirlerine göre çok fazla. Yani ya vergileri yükseltmeli (toplayabilirse) ya da harcamaları kısıtlamalı ya da büyük ölçüde her ikisini birden yapmalı. Bu aynı zamanda Almanya, Fransa, Büyük Britanya, Birleşik Devletler… ve daha birçok ülkenin sorunu. Mali durumu iyi haldeymiş gibi duran ülkeler de (ve Brezilya ya da Çin gibi) bu etkiden muaf değil. Yunanlar sokakları protestoları ile doldurdu. Bu, yayılacaktır. Yayıldıkça, dünya piyasaları daha da kırılganlaşacak, korkular azalmayacak, yayılacaktır.

Her yerde buna karşılık üretilen politika, kağıt para basarak ya da borç alarak zaman kazanmaktan ibaret. Umut edilen, her nasılsa, kazanılan zamanda, ekonomik büyümenin gerçekleşmesi ve güveni yeniden tesis ederek gerçek ve saklı paniği sonlandırması. Siyasetçiler en küçük bir işareti böyle bir büyüme olarak algılayıp, abartılı yorumlar yapıyorlar. İyi bir örnek, Birleşik Devletler’de yaratılan istihdam olanaklarının, bu istihdam nüfus artış oranından az olsa bile alkışlanmasında görülüyor.

Korku irrasyonel değil. Dünya sistemin yapısal krizinin bir sonucu. Bugün karşılaştığımız ciddi yaralara hükümetlerin yaptıkları geçici pansumanlar çözüm getirmiyor. Dalgalanmalar çok büyük ve hızlı olduğunda kimse rasyonel plan yapamaz. İnsanlar artık görece normal bir dünya ekonomide rasyonel aktörler olarak var olamaz. Çağımızın esas gerçeği de bu yükselen korkunun geldiği noktanın ta kendisidir.''

( Bu alıntı: Binghamton.edu adresindeki İngilizce orijinalinden Açalya Temel tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir. Alıntı Yeri: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=30887 )

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..