Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Nisan '08

 
Kategori
Ankara
 

Ankara'da yürüyorum insan yüzlerine bakarak!

Ankara'da yürüyorum insan yüzlerine bakarak!
 

Fotoğraf:www.minibüsüm.com


Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte ilk yerleşmelerin insanlık tarihi kadar eski olduğu bilinen, birçok medeniyete beşiklik eden başkent Ankara’nın Kızılay’ında insan yüzlerine bakarak yürüyorum son zamanlarda öğle paydosu ve mesai çıkışlarında.

Kesin belgelere dayanmamakla birlikte ilk adinin Galatlar tarafından 'Ankyra (Ancyra)' olarak verildiği ve zamanımıza kadar 'Angora', 'Engürü' ve 'Ankara' şeklinde değişime uğradığı tahmin edilen, gençliğimin ve orta yaşlılığımın bu kentinde, tarihi boyunca başkalarının da yürüdüğü gibi yürüyorum insan yüzlerine bakarak...

Bilinen tarihi, Hitit devrine kadar uzanan; daha sonra sırasıyla Frigyalılar, Kimmerler, Persler, Lidyalılar, Makedonyalılar, Galatlar, Romalılar ve Selçukluların hâkimiyetinde kalan Ankara’da, o erdemli "Ahi evran geleneği"nden habersiz, ekonomi tıkırındayken gelirleri ve vergileri gibi kayıt dışı ve bıyık altı bir tebessüm takınan, ama ekonominin dingillerinin gevşediği dönemlerde acınası çığlıklar atan esnafa değil de, halkın yüzüne bakarak yürüyorum başkent sokaklarında.

1354 yilinda Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılan başkentte 654 yıl sonra cehalet ve yoksulluktan değil de ilgi yoksunluğu, kayıtsızlık ve piyasalaşmış plastik gerçeklerle çoğu maskelenmiş insan yüzlerine bakarak yürüyorum. Asırlar öncesinden farklı olarak acelecilik ve gülümseyen yüzlerin azlığı dikkatimi çekiyor.

1902 yılında beş sancak, 21 kazayı kapsamakta iken, 1924 tarihli Teşkilat-i Esasiye Kanunu ile kendisine bağlı olan Kayseri, Yozgat, Kırşehir ve Çorum Sancaklarına da il statüsü verilen, cumhuriyet döneminde bağrından il olarak Kırıkkale'yi de çıkaran başkentimde, bu illerimizin sosyal yaşamına günümüzde bile çoğunlukla hâkim olan samimiyet / mahremiyet sınırlarının aralanması zor ve çoğu kez aşılamaz sınırlarını da yakalıyorum kızlarımızın ve kadınlarımızın hal ve tavırlarında.

Kurtuluş savaşımız yıllarında daha sonra Büyük Millet meclisi’ne dönüşen Temsil Kurulu'nun çalışmalarını yürütmek için karargâh olarak seçtiği Ankara'da 27 Aralık 1919'da büyük bir coşkuyla karşılanan Mustafa Kemal’in, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini attığı hem geleneksel hem modern direnç simgeleriyle süslü gümüş çanağın içinde, başkent sokaklarında ve caddelerinde dolaşıyorum. Ulusal irade ve “ Ya istiklal ya ölüm!” diyen kararlı adımlardan 89 yıl sonra, ne yazık ki neticeden çok haticeye bakan tavır ve söylemler çarpıyor gözüme ve kulağıma.

Bir şehri, en nihâyetinde cansız yapılar, varlıklar olan yerleri ve yollarından çok, insan yüzlerine yansıyan ruhsal âleminden, yaşama sevinci ya da direnci veya mutluluk üretebilme kapasitesinden tanıyabilmekten ve öyle kavrayabilmekten yanayımdır ben!

Havanın ülke gündemi gibi gri ve bulutlu olduğu bu günlerde, yürürken nadir göz göze gelmelerde karşılaştığım ( çok sayıda nedeni olabilecek ) dik, sert ve olumsuz bakışların benim bakışlarımdaki masumiyet ve anlayışı da aşındırma, bulutlandırma riskini görüntülüyorum bazen cansız vitrin camlarında... Bu bakışlardan bu coğrafyada aşk, sevgi, dostluk, güven ve dayanışma duygularının da azaldığını, bu içsel değerlerimizin dışarı taşmayacak şekilde göz hapsinde tutulduklarına, endişe, kaygı ve belirsizlik duygularının insanların alın çizgilerine ve gözlerine sindiğine karar veriyorum böylece. Bir cephe savaşını kaybeden Kuva-i Milliye miralayı gibi çekiliyorum hayallerimde inşa ettiğim özel sevgi, dostluk ve dayanışma karargâhıma...

Bazen de, 23 Nisan 1920'de kurulan TBMM Hükümetinin idare merkezi ilan edilen Ankara’nın, 13 Ekim 1923'de Türkiye'nin Başkenti oluşunun heyecanlı, gökyüzünü pespembe bulutlarla bezeyen atmosferini yakalıyorum çocukların o masum, zeki ve tatlı bakışlarında. Çocuklar umutlarımızdır diyorum kendi kendime, yarınlarımıza yönelik düşlerimiz gibi.

Başkent olduktan sonra hızlı bir şekilde sosyal, ekonomik, siyasal, askeri ve kültürel gelişime sahne olan Ankara’nın yakın zamana kadar yaydığı mucizevî umut geliyor aklıma, anne ve babalarının ya da ağabey ve ablalarının güngörmüş ellerini sımsıkı tutan bembeyaz, pamuk çocuk ellerini gördüğümde.

Bu duygular ve gözlemlerle Çankaya sırtlarındaki mütevazı karargâhımın yolunu tutuyorum ve kafam oldukça karışık. Kapıdan içeri giriyorum, özel güvenliğin soğuk ve ihtiyatlı selamı eşliğinde. Suskunluk, ortak bir tavır gibi sinmiş ve daha da soğuk bir görünüm veriyor asansörün kenarını süsleyen mermerlere. Sabah işe gelirken kapıda unuttuğum umut demeti hala orada bekliyor, kimseler evine buyur edip ısıtmamışlar onları. Çok fazla değil henüz çeyrek asır öncesine kadar imece ve dayanışma eksenli bir toplum iken, komşuluk ilişkileri de erozyona uğradı diyorum yine, kendi kendime.

Üstümdekileri çıkarır çıkarmaz balkonuma çıkıyorum. Geceleri Çankaya sırtlarından aşağıya doğru baktığınızda, o dümdüz ışık selinin bittiği yerlerden başlar deniz hayali kıdemli Ankara'lıların. Sevgi, dostluk, aşk, dayanışma ve kardeşlik duygularının engin gece maviliğidir o deniz artık sizin için. Hele de; o karanlık alana serpiştirilmiş ışık kümeleri de varsa, şileplerinizdir artık onlar sizin, gün ağarana kadar hayal dünyanıza demirli. Gün boyu çift dikişli gözlemlerimin sağlamasıyla gördüğüm yüzlerin veremediğini istercesine, kent dışı tüm dostlarınız da sanki içinde. Kimi kaptandır, kimi tayfa ya da miço. Kaçak yolcu bulunmaz bizim şileplerimizde. Biletler yıllar öncesinin o derin ve mücadeleli paylaşımları sırasında kesilmiş olup eski ve buruşmuş bir halde, ceplerdedir zaten her daim. Adeta bir dostlar filosu demirlemiştir ışıkların bittiği yerlerin açıklarında, ışıklar saçarak! Kalbinizden bir el çıkar balkonunuz boyunca ve el sallar onlara tüm gece boyunca.”… Gördüler mi acaba..?” telaşı, bastırılmaya çalışılır anason kokusu ve “Eski dostlar” şarkısının içli nağmeleri eşliğinde.

Keza, başkent bir düşler kentidir. Kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil: İnsan başkentte düş kurmadan yaşayamaz da ondan. Ya ülkeyle, yönetimle ya mutlulukla ya da iyi insanlıkla, sanatla, bilimle ilgili bir düşünüz olmalı! Düşlersiz yaşanmaz başkentte ne denli olanaklı ve modern olsa da, bozkırın ortasında. Ufuklar dağlarla, dereler az su ile, cüzdanlar az para ile, hayat "kamusal denetimle" sınırlıdır burada. İstanbul ile kıyaslandığında...Yüreğiniz bir düşe çağlayanlar gibi su taşımıyorsa eğer, koskoca tarihi kale terkedilmiş, ilişkiler köhnemiş, memursu ve öğrencimsi kısır hesap-kitaplar arasında boğulmuş olarak kalır hep! Bunun için bazı şeyleri karşılıksız yaparız biz. Kentimize ve insanlarımıza karşı...

Balkondan çıkıp Milliyet Bloğumun başına geçiyorum son bir umutla, bu erozyona karşı yeni umut fidanları ile ağaçlandırma çalışmaları yapabilmek için!

Sizler de kentinizin ana ve kenar semtlerini geziniz, arkanızda kentinizin tarihinin görkemli dostluğuyla. Söyleyin bakalım durum çok mu farklı?

İ.Ersin KABOĞLU

9 / Nisan / 2008, Ankara

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..