Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Mayıs '08

 
Kategori
Doğa Sporları
 

Eski bir kitap yere düştü

Eski bir kitap yere düştü
 

Birkaç ay öncesinden planladığımız Alaca faaliyetinin yanına, Eğri Tepe ve Çıngıllı Beşik zirvelerini de dahil etmiştik. Ve ekip içerisinden daha önce bu rotalara tırmanış yapan kimse yoktu. Tamamen kendi çabalarımız ve becerimize göre hazırlanmıştık. Bir süre önce keşfetmenin tadını yaşamak için bir araya gelen ekip üyeleri, yeni faaliyetlere imza atmanın keyfi ile yola çıkıyordu bir kez daha…

Faaliyet organizasyonunu üstlenmeme rağmen, vakit gelip de gidileceği zaman içimden bir ses otur oturduğun yerde, gitme demesine rağmen, üç gün şehirde bir başıma kalmanın vereceği tek başınalık ve dağların çağrısı ile kimseye bir şey söylemeden planın içerisinde yer almaya devam ediyorum. Ama gerçekten bu kez gitmek içimden gelmiyordu.

Ekip beş kişiydi. Ben, Mahmut, Hayri ve Suna İstanbul’dan, Yakup ise Antalya’dan geliyordu. İstanbul katılımcıları Zirve, Yakup ise Todosk üyesi. Beş kişilik İstanbul Dağcılık ekibi bir kez daha dağların yolunu tutuyordu. Otobüs biletleri alındı, yol bizimdi artık.

Uzun ve yorucu yol arada bir otursaydın oturduğun yerde dese de, sabah saatlerinde Nigde otogarına, normalden uzun bir sürede ulaştık. Her yer sırt çantaları ile koşturan dağcılarla doluydu. İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den gelen arkadaşlar ile karşılaşıp merhabalaştık.
Yakup, Antalya’dan gelen arkadaşları ile birlikte Çukurbağ köyünün yolunu tuttuğunda biz daha yollardaydık. Çamardı’na giden 09,30 aracını kaçırınca, İstanbul’dan tırmanışa gelen bir grup arkadaşla birlikte bir araç ayarlayarak köye doğru yolculuğumuza başladık.

Her zaman ki gibi uzaktan Demirkazık selamladı önce, sonra eteklerinde Arpalık kamp yeri, hani neredesiniz özledim der gibi baktı buruk buruk, sessiz kaldım. Eski bir kitap yere düstü.

Mehmet’in başı kalabalıktı. Durmadan birilerini taşıyordu gidecekleri kamp yerlerinin yakınlarına doğru. Ve bize bir sure beklemek düştü, derken attık kendimizi bir Lada Niva’nın sert koltuklarına, yönümüzü çevirdik Sıyırma boğazına doğru.
Lada Niva’yı orman başında terk edip çantalarımızı yüklenerek Koca dölek kamp yerine doğru yola çıktığımızda ormanda kuşlar haykırıyordu acı acı, bir yerlerde bir keklik ötüyordu, belki yavrusuna ağlıyordu. Bu gün hüzün dokunuyor bana.

Kamp yerinin ilk konukları bizdik. Ve çadır yerlerinde biraz aşırı seçici davranarak yemyeşil çimenlerin üzerine kampımızı kurduk. Uzaklarda bir kaya yuvarlandı. Yanından dökülen küçük taşların sesi bir süre devam etti. Sonra sustu... Sustu güneşin türküsü, yağmur yerini aldı bir süre sonra. Çadırıma rüzgar damladı önce, sonra yağmur esmeye başladı. Her şey karıştı bir şeylere, güneş ıslandı, bulutlar çığlık atmaya başladı, uzak bir ülkede bir çocuk ağladı belki. Ellerim uzandı çimenlere doğru, tenim ıslandı…

Vaktimiz vardı. Çevrede küçük yürüyüşler yaparken Akşam pınarı’nın o tarafa doğru çıktık biraz. Aşağıda kampımızın yeni misafirleri geliyordu, onları izledik bir süre. Dağlar yukarıdan bize bakıyordu uzak uzak, göz göze gelemedik. Hüzün, her yana elini atmış… Bulutlar çığlık atıyor.

Gece yarısı 02.00’de kampı terk edip Alaca’ya doğru yön tutmak üzere sözleşerek çadırlara çekildiğimizde, gün hüznünü toprağa dökmeye çoktan başlamıştı. Ve geç saatlere kadar hırsını alamadı, ağladı adeta. Güneş yine ıslanmıştı.

Bir suredir devam eden uyku problemim ile baş başayım yine. On iki saat süren yolcuk sırasında bile bir tek dakika uyumadan gelmeme rağmen gözlerim kapanamıyor. Uyuyamıyorum. Yağmurun sesine ritim tutarak koyunların Aksam pınarında aşağı inişini sayıyorum tek tek defalarca, olmuyor. Sürüler gelip geçiyor Mahmut’un uyku sesleri arasında, ben uyuyamıyorum. Çadırın içinde bir koku, uyuma diyor sanki, uyuyamıyorum.
Tam gözlerimi kapatıyorum. Bir çınlama kulaklarımın içinden girip, beynimin içerisinde defalarca tur attıktan sonra gözlerimden geri çıkıyor gibi. Gözlerim kapanamıyor. Adı bilinmeyen bir kuş araya giriyor, çığlık çığlığa haykırıyor gecenin içerisinde, susuyorum. Yıldızları çekiyorum üzerime doğru, yağmur esmeye devam ediyor, rüzgar tel tel dökülüyor çadır üzerine…

Saat 01.00. saatim kalkma zamanı geldiğini söylediğinde en son kara koyunun çitten atladığını anımsıyorum. Biraz uyumuş olmak gerilimimi azaltıyor. Faaliyete daha iyi kendimi vereceğimi düşünerek son hazırlıklarımı yapıyorum.

Kamp yeri hareketli. Diğer ekiple aynı anda çıkacağız. Onların yolu Kaldı Buzulu. Uzun ve yorucu bir faaliyet olacağa benziyor. Başarılar diliyoruz.

Yağmur susmuş. Çimenler hiç ıslanmamış gibi olmasına rağmen hüzün kokuyor. Rüzgar arada bir çadırın etekleri savuruyor, saçlarım savruluyor gecede yıldızlara karşı… Çantamı sırtlıyorum ağır aksak, fenerim ilerileri aydınlatıyor, Akşam pınarından inen koyunlar çoktan yitmiş gecenin içerisinde.

Saat 02.10. Kampı terk edip karanlıkta patikayı bulmaya çalışarak ilerlemeye başlıyoruz. Ekip beş kişi. Beş kişi Avcı beline doğru kayaların arasında yönlerini bilerek yürümeye devam ediyor. Yönümüz yönsüz değil.

İlk karla karşılaştığımız yerde, batmıyoruz. Safi buz ayağımızın altındaki. Ses veriyor arada bir takır takır. Ve yer yer kayalarda, çarşaktan derken iyice giriyoruz karın içerisine. Parmak kaya sağımızda, eğiliyor yerlere kadar Eğri tepenin dibinden, uğurlar olsun diyor sanki. Uğurlar olsun…

Bir yerlerde dökülen suların sesi geliyor gecenin içinden, yıldızlar etek etek yukarılara savrulmuş gibi dağılmış dört bir yana, bugün hüzün dokunuyor bana…

Gün aydınlanıyor. Beş çift baton yer yer dizlerine kadar karlara gömülerek ilerliyor hedefine doğru. Bazen küçük kaya pasajlarına yükseliyor rahat geçişler için, bazen gömülüp gidiyor beyazların içerisine.

Avcı beline yaklaştığımızda beyazlık gözlerimizi rahatsız edecek kadar parlamaya başlıyor. Geçit balkonları ile çok güzel bir görüntü vermesine rağmen ürkütücü duruyor. Ve doğmaya başlayan güneşte buzları ile parlıyarak karşılıyor ekibi.

Geçiti sağ taraftan kayarak geçmeye karar vererek ilerliyoruz. Sıra ile iz açarak gelinen bu noktada Hayri önde gidiyor. Ve her adımda biraz daha yaklaşıyoruz geçiti aşmaya. Ve geçit meydan okurcasına dikleşmeye başlıyor önümüzde. Bir hamle, bir hamle daha derken düz duvara dönen, meydan okuyan son etabı geçiyoruz sıra ile, vahşi bir kısrağın üzerinde çevirmeden dört nala gider gibi… “Atlılar atlılar, atları rüzgar kanatlılar, atları atttt rüzgar gibi geçti hayat.”

Geçitin üzerinden dönüşte nasıl inebiliriz der gibi bakıyoruz balkondan aşağı. Ama hedef daha ileride, dönüş sonraki mesele diyor, devam ediyoruz…

Dağ önümüzde uzanıyor. Kaldı zirvesi sırtımızda gözleri ile “yaşartma onları delikanlım” der gibi bakarak izliyor bizleri. Ve vadinin üzerine dökülmüş bulutlar tur atıyor bir yerlerde, bir yerlerde bir çığlık duyuluyor sanki, sanki bu güneş dün ıslanmamış gibi sıcak veriyor üzerimize…

Zirve önümüzde görünüyor. Geldik gibi. Küçük ama zorlayan geçişleri ile kayaları aşıyoruz karlar arasından. Kaldı gülümsüyor gözleri ile uzaktan, hedef bitti gibi… Zirvedeyiz. Açız ve yorgunuz. Rüzgar sesini de şiddetini de artırmış iyice. Fotoğraflarımızı çekiyor ve terk ediyoruz alışılmışlığımız ile. Ulaşılanı terk ediyoruz. Zirve bizim. Çarşak bir alana geldiğimizde açlığımıza ve yorgunluğumuza mola veriyoruz. Uzaklarda Kaldı ile göz göze geliyoruz, gülümsüyoruz.

Avcı beli ile tekrar baş başayız. İnecek yer arıyoruz. Ancak her taraf balkon ve buz. İleri geri bakındıktan sonra çıktığımız yere yöneliyoruz. Zor, çok zor. Mangırcı vadisinden gidelim diyoruz bir ara, sonra vaz geçerek biraz yukselerek, yer yer kayaların arasında kaybolan oldukça dik bir kulvardan inmeye karar veriyoruz. Kramponlarımızı giyiyor kazmalarımızı elimize alıyoruz. Yakup öne geçiyor ve bir zülfükarı andıran kazmasi ile geri geri iz açarak inmeye başlıyor. Takip ediyorum. Yönüne yön veriyorum arada bir. Ve buz zemin ağır ağır yitiyor ayaklarımızın altında. İniyoruz…

Parkuru tamamlamadan başka bir ekip görünüyor Avcı belinde. Belli ki yol arıyor kendisine. Ve selamlaşıyoruz uzaktan parlayan beyazlığın içinde yankılanan seslerimizle. Yolumuz yol oluyor gelen ekibe.

Artık kampa doğru dönüşteyiz. Ama kar yumuşamış güneşin altında. Ve batıyoruz her adımda. Uzakta Parmak kayaya güneş düşmüş, dönüşümüzü selamlıyor bu kez sanki.

Çok yorulduk. Kendimizi çadırlara atmadan önce bir sonraki gün yapacağımız tirmanışları iptal ederek sabah köye dönmeye karar veriyoruz. Kuru fasulyenin enfes kokusu, yanında soğanın tadı ve sıcak bir çay, yiten günün tadları oluyor…

İki gündür uyuyamıyorum. Bugün üçüncü gün. Gözlerim bana, bedenime uyum sağlamıyor. Aykırılık yapıyor yine. Derken, o son kara koyun çıkıyor ortaya tekrar ve çitten atlayışını yapıyor yine. Gözlerimin kapandığını hissetmiyorum bile. Güneş ıslak mıydı? Ne zaman kurumuştu düşünemiyorum, uyumuşum.

Birkaç saatlik uyku yeter gibi geldiğinde, gün aydınlanmaya başlamıştı. Bir yerlerde yine o kekliğin yalnız sesi geliyordu ve bilinmedik bir kuş onu yanıtlamaya çalışıyordu. Yağmur çadırıma esmiyor bu sabah. Bu sabah güneş ıslak değil. Ve bu sabah yarine daha yakın…

Kahvaltı sonrası toplanıp yola çıkıyoruz orman başına doğru. Islak botlarımızın içerisinde poşetler sarılı olsa da, bizim için zorlu ama keyifli geçen bir tırmanışı geride bırakmış olmanın rahatlığı ile yürüyoruz traktörün bizi alacağı orman başına doğru…

Traktör ile alabalık çiftliğine geldiğimizde, kahvaltının üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen acıktığımızı hissediyoruz. Bol nar ekşili salatamiz, balığımız ve buz gibi biralarımız ile botlarımızı atıyoruz ayaklarımızdan. Derenin sesi ıslak gibi, uzakların sesi yakın gibi geliyor bir ara, çimenlerin yeşilliğine bırakıyoruz günü…
Sürgünüme, şehre dönüyorum artık.

Eski bir kitap yere düştü
Uzak bir ülkede bir çocuk ağladı belki
Belki hüzün güneşi ıslattı
Uzaklaştık.

Güneş ıslak değil bugün…

Cem Ergün / Gezgin Dağcı
Fotograflar için: http://picasaweb.google.com/erguncem/Alaca1719Mayis2008
Milliyet blogda okumak için: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=110613

 
Toplam blog
: 47
: 1425
Kayıt tarihi
: 20.09.06
 
 

İstanbul'da yaşıyorum. Kiraz ayının üçüncü günü doğmuşum. Dağlara dost, dağlara sevdalı ve sevdas..