Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Eylül '08

 
Kategori
Anılar
 

Çocukluğumun ramazanları!

Çocukluğumun ramazanları!
 

Çocukluğumun Osmancık'ı


Anadolu’nun ortasında o zamanların küçük bir kasabasında geçti çocukluğum. Çorum’un Osmancık ilçesinde…

Ramazanların tarhana çorbası kokusu, kaleden atılan havai fişek, uzun sıcak pideler, iftar sonrası koşulan teravihler, gece yarısı hamur işlerinin iştah açıcı kokuları anılarımda asla silinmeyecek izler bıraktı.

Ahmet Altan’ın babasının sözünü tutup ‘yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını’ bekleyen çocuğuna benzer şekilde, sulama kanalının kenarına yığılmış taşlara oturur, kasabanın tam ortasında yükselen kayanın tepesine her akşam çıkıp, gürültüsü her yerden duyulan havai fişeği –biz fişek derdik- atan Basri amcayı seyrederdik. ‘Aha ayağa kalktı fişeğin yanına gidiyor’. ‘Aha eğildi fişeği aldı’ ‘Bak kenara gidiyor şimdi atacak’ heyecanlı sözleriyle gözlerimizi bir an bile o yüksek kalenin tepesindeki silüetten ayırmazdık.

İlginçtir bazılarımızın elinde iftarını açmak için –eğer mevsimi ise- hemen yakındaki bahçelerden aşırılmış elmalar, armutlar olurdu. Basri amca ise görevinin öneminin farkında bir tavırla, ağır ağır kayanın dibine bıraktığı fişeği alır ve en görünür köşeye giderdi. Çakmağını çıkarıp fişeği ateşlediği an, bizim en heyecanlı ve en mutlu anımızdı. Önce bir siyah dumanla yükselen fişek ani bir alev ve gürültüyle patlardı. Herkes o anda elinde ne varsa onunla orucunu açar ve evlerine koştururdu.

Yer sofrasında tarhana çorbası daima hazır olurdu. Pide ve tarhana çorbası ayrılmazıydı iftar sofrasının. Ardından ailenin durumuna göre sebze yada et yemekleri gelirdi. Pilav pek eksik olmazdı sofradan. Çünkü Kızılırmak’ın bereketlendirdiği bir vadideydi kasabamız.

İftar ve sahur heyecanını yaşamak için oruç tutmamız gerekmezdi. Çocuktuk. Ama ‘tekne orucu’ olsun tutardık, öğleye kadar. Yada büyüklerimize satmak için tutardık orucu.

İftardan sonra sokağa fırlardık. Ramazan akşamları bizim akşam sokağa çıkma iznimiz olan tek zamanlardı çocuklukta. Arkadaşlarla köşebaşındaki semerci amcanın küçücük dükkanın önündeki taş sedirde buluşurduk. Mahallenin camisine koşar, güle oynaya abdestler alır, caminin balkonuna ve en arka sıralara doluşurduk. Büyüklerin müdahalesinden uzak kıkırdayıp, şakalaşabileceğimiz en emin yer orasıydı. Birbirini itmeler, gülüşler, fısıldamalara, güzel sesli imamın okuduğu Kur’an sesleri karışırdı. O güzelim ezanlar, teravihlerde okunan Kur’anlar, saf tutuşlar, çocukluk masumiyetimiz içinde kalbimize asla silinmeyecek bir inanç abidesi kazıdılar.

Tıpkı Yahya Kemal’in ‘Ezansız Semtler’inde anlattığı gibi: “Bugünki Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler… İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler… dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular”…

Biraz büyüyünce teravihi hızlı kıldıran imamların camilerine gitmeye başladık. “Jet İmam”ın küçücük camii en çok rağbet gören yerdi.

Teravih sonrası neşe içinde dönerdik eve. Kimse kızmazdı niye geç kaldınız diye. Usulca sokulduğumuz yatakta, fişekli, teravihli, çorbalı rüyalar görürdük. Sonra komşuların bir araya gelip bahçenin birine yaktıkları ocakta yapılan hamur işlerinin kokusu ve annelerimizin şefkatli sesleriyle uyandırılırdık. Oruç tutamasak da sahuru kaçırmak istemezdik. O bir törendi, ailenin yaşamın başka hiçbir zamanında pek görülemeyecek bir saatte bir sofranın etrafında bir araya gelmesiydi. Uykucu kardeşlere şakalar yapılırdı. Sonrasında kimi zaten hiç tam açmadığı gözleriyle tekrar yatağa dönerdi.

Biraz büyüdüğümüzde sahur sonrası camiye mukabele dinlemeye gitmeye başladık. Buna ilk gençliğin aşkının da aynı mukabeleye gelmesi eklenince, bu olay kaçırılmayacak bir etkinliğe dönüşüyordu. Abdestlerle açılan uykular arasında güzel sesli hocaların okuduğu cüzün bitiminde kılınan sabah namazından, ağaran tan yerinin güzellik ve tazeliği içinde çıkılırdı. Güneşle birlikte yatağa, nedense çabucak biten bir başka Ramazan gününe girerdik.

Bayram sabahları ise bambaşka heyecanlar yaşatırdı bize. Belki bir bayram günü anlatırım çocukluğumun bayramlarını.

Ben dinin, örf ve adetin yaşamın temel taşları olduğu bir Anadolu kasabasında büyüdüm. Gün geldi modern yaşamın kargaşası içinde kayboldum. Ama dönmek istediğimde dönebileceğim bir sağlam temel vardı kalbimde. Şimdiki çocuklarımız maalesef bunların çoğundan yoksun. Ancak bizim gayretlerimiz onlara bu atmosferin birazını yaşatabilir. Peki o gayretler olmazsa? İşte o zaman Yahya Kemal’in aşağıdaki satırlarındaki hüzünlü sona uğramak kaçınılmaz olmaz mı?

“Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesi ile yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar”.

Çocukluk tadında Ramazanlar yaşamanız ve yaşatmanız dileklerimle.

 
Toplam blog
: 51
: 2739
Kayıt tarihi
: 15.07.06
 
 

1961 yılında Çorum’un Osmancık ilçesinde dünyaya geldim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde li..