Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Haziran '09

 
Kategori
Siyaset
 

Bir çatışma kaynağı olarak ‘iç düşman’ yaklaşımı

Bir çatışma kaynağı olarak ‘iç düşman’ yaklaşımı
 

Türkiye’de Marksizmin tarif ettiği anlamda klasik bir sınıf mücadelesi yoktur. Onun yerine, devlet ideolojisinin taşıyıcısı olan gerçek iktidar kurumlarıyla halk arasında bir mücadele vardır. Otoriter ve monist bir niteliğe sahip Türk Devlet ideolojisi, toplumu dinden siyasete, eğitimden dış politikaya kadar akla gelebilecek her alanda kendi kalıpları içinde tutmaya zorlamakta, toplum ise bu zorlamalara çeşitli biçimlerde itiraz etmektedir. Elbette bütün toplumlarda olduğu gibi Türkiye’de de çıkarları çelişen çok sayıda ekonomik, siyasi, dinî, sosyal grup birbiriyle çeşitli biçimlerde mücadele etmektedir. Ancak bütün bu çatışmalar egemen devlet ideolojisi ve onun ilkeleri doğrultusunda örgütlenmiş kurumlarla bunların dışında kalan güçler arasındaki mücadelede düğümlenmektedir.

İlk bakışta biraz akademik duran bu sözleri şöyle açalım: Temelleri Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda atılan, sonraki yıllarda askeri darbelerle adım adım geliştirilen bir devlet ideolojisi vardır. Bu ideoloji toplumsal, kültürel, siyasi ve dini alanda her şeyi kendine göre düzenleyip kurala bağlamıştır. Mesela, vatandaşlarının hangi dine, o dinin hangi yorumuna, nasıl inanacağını belirlemiştir. Bu kapsamda, mümkünse bütün vatandaşlar Sünni Müslüman olmalıdır. Ancak bu Müslümanlık da yine Devletin belirlediği biçimde yaşanmalıdır. Mesela, İslamiyet’in kaynaklarında Müslüman kadınların başlarını örtmeleri gerektiği emredilmişse, buna karşılık Devletin kıyafet kanunu kadınların örtünmesini yasaklıyorsa son kertede Devletin dediği olmalıdır. Müslümanlığın Sünni yorumu dışında kalan Alevilik gibi yorumlar ise mümkünse ortalarda görünmemeli, herhangi bir hak iddia etmemelidir. Hele Hristiyan vatandaşlar zinhar dinlerini yaymaya falan kalkışmamalıdır.

Aynı biçimde, bu ideolojiye göre Türkiye’de yaşayan herkes “Türk”tür. Vatandaş etnik köken bakımından Türk olmasa, tek kelime Türkçe konuşamasa dahi kendisini Türk saymalıdır. Tabii vatandaş böyle kabul edip ona göre davransa bile Devletin istediği zaman öz Türk soyundan gelmeyen vatandaşına “yabancı” muamelesi yapma ve malını mülkünü talan etme hakkı saklıdır (bakınız: Varlık Vergisi). Vatandaşın, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım ama Türk değilim, anadilimi konuşmak, kendi kültürümü yaşatmak istiyorum” deme hakkı yoktur.

Bunlarla da bitmez. Devlet, zamanında hemen her şeyi vatandaşı adına düşünmüş ve planlamıştır. Ülke tek parti - tek lider iktidarına dayalı rejimle yönetilecekse öyle yönetilecektir; oradan çok partili hayata geçmeye karar vermişse geçilecektir; bazı siyasi partiler sakıncalıysa sakıncalıdır (mesela zamanında komünist partiler); Devlet demokrasi gerekiyorsa demokrasiyi, komünizm gerekiyorsa komünizmi getirecek, icabında da bunları bir gecede rafa kaldırabilecektir. Özetle, vatandaşı için her konuda neyin faydalı neyin zararlı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu sadece Devlet bilir. Hikmetinden sual olunmaz. “Devlet ideolojisi” dediğimiz şey kabaca işte bu hikmettir. Türkiye’de devlet, kendisi için var olan, <ı>omnipotent bir varlıktır. Devlet yetkililerinin ve vatandaşların en önemli görevi de Devletin bu yapısını olduğu gibi ilelebet muhafaza etmektir.

Ancak Devletin en zayıf yanı da bu irrasyonel niteliğidir. Farklılıkları inkâr eden, ülkenin ve hayatın gerçeklerinden ziyade bir ideali yansıtan bu devlet anlayışı daha oluşturulmaya başladığı anda itirazlarla karşılaştı (Örn. Kürtler yok sayılmaya karşı çıktılar, demokratik bir rejim isteyen kesimler bu taleplerini çeşitli biçimlerde dile getirdiler). Devlet bu itirazları bastırmak için politikalarını daha katılaştırdı.

Devlet bu muhafaza görevini belli kurumlara vermiştir. Daha doğrusu bazı kurumlar bu görevi kendiliğinden üstlenmiştir. Tahmin edileceği üzere bunların başında ordu gelir, ancak ordudan ibaret değildir; yargı, millî eğitim, diyanet, akademi dünyası, medya, iç güvenlik örgütü ve hatta devletin dış politikasını yürütmekle sorumlu kurumlarının esas işi bu koruma ve kollama görevidir.

Burada bir yanlış anlamayı önleyelim: devletin “<ı>varlığının” korunmasından söz etmiyoruz, belli ideolojik kalıplara göre oluşturulmuş devlet zihniyetinin “<ı>olduğu gibi kalması” çabasından<ı> söz ediyoruz. Yoksa her devlet varlığını sürdürmek ister, bu da onun en tabii hakkıdır.

Devlet için en büyük tehlike onun bu kutsal dokunulmazlığını zedeleyecek fikir ve eylemlerdir. Bu tür fikir sahiplerini devlet <ı>“iç düşman” olarak tanımlar. Türk devlet zihniyetinde “iç düşman” kavramı dış düşmandan çok daha önemli bir yer kaplar. Devlet güvenliği her anlamda esas olarak “iç düşmanlar”ı yok etme hedefi üzerine kuruludur. Egemen devlet ideolojisine denk düşmeyen her fikir, her grup, her anlayış iç düşman olarak tanımlanır. Bu düşman bazen gayrimüslimler olur, bazen haklarını talep eden Kürtler; bazen daha iyi bir dünya isteyen komünistler, bazen inançları doğrultusunda yaşamak isteyen dindarlar…

İşte Türkiye’de toplumsal mücadele asıl bu güçler arasında gerçekleşir. Öteki bütün çatışmalar ya tali düzeydedir ya da bu çatışmanın bir türevidir. Bunu örneklerle somutlaştırmak gerekirse, mesela bir büyük burjuva olarak rahmetli Sakıp Sabancı’nın en tehlikeli karşıtı “sömürdüğü” işçileri değil, Kürt sorununa bakış konusunda ters düştüğü resmi devlet politikasıydı. Aynı şekilde, bugünlerde “İrticayla Mücadele Eylem Planı”yla gündeme gelen Albay Dursun Çiçek’in 2006 yılında hazırladığı andıçta işadamı Rahmi Koç “Sorosçu”, “bölücü” olarak gösteriliyordu.

(Sürecek)

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..