Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ağustos '09

 
Kategori
İlişkiler
 

Süper erotik öykü: Ateşli bir sevişme olacağı belliydi! (2)

Süper erotik öykü: Ateşli bir sevişme olacağı belliydi! (2)
 

Barmene parmağımla “iki bira” işareti çaktım. Olağan tanışma diyaloglarına başladık. Önce şu bölüm okunmalı:Blog.aspx?BlogNo=195745Ortam aşırı gürültülü olduğu için konuştuklarımızın yarısını bile anlayamıyorduk ama zaten benim için önemli olan anlamak değil, diyalogun sürmesiydi. Ben her zamanki gibi konuşandan ziyade dinleyen pozisyonundaydım. Mevlam, aynı zamanda hem prodüktörü, hem senaristi, hem de rejisörü olduğu insanlık filminde biz zavallı erkeklere böyle bir rol münasip görmüş; kadınlar konuşacak, biz dinleyeceğiz.

 

Arkadaş çok dertliydi. Erkeklerden nefret ediyordu ama kadınlardan iki kat nefret ediyordu. Erkeklerden nefret etmesinin en önemli sebebi, birkaç ay önce ayrıldığı sevgilisi Kaan’dı. Dediğine göre (ve benim gürültüden anlayabildiğim kadarıyla), terk eden Kaan değil kendisiydi. Buna rağmen Kaan’ın, ayrılık olayının hemen akabinde bir sevgili bulması onu çok üzmüştü. Kadınlardan daha fazla nefret etmesinin bir sebebi de buydu. “Boşver, bence öyle bir insan için üzülmeye değmez; bazı insanlar böyledir” falan dedim. Kıza yağcılık için araya bir iki küfür de sıkıştıracaktım ama ters tepebilir diye kendimi tuttum. Biralarımız bitmişti; iki tane daha istedim. Kız anlatmaya devam ediyordu. Dediği gibi benden önce de epey içmiş olmalıydı, iyice sarhoş olmuştu.

Yeterince içtiğimiz, ortamın da sohbet için pek uygun olmadığı konusunda zar zor anlaşıp, bardan çıktık. Yakınlarda bir kafeye oturup sohbete devam ettik. Daha doğrusu ben kızın sohbet etme isteğine uymaya çalışırmış gibi yapıyordum. O habire Kaan’dan, çalıştığı işyerinden, müzikten falan bahsediyor, ben dinlermiş gibi yapıyordum. Arada bir “evet”, “doğru”, “haklısın”, “öyle tabii” gibi kısa karşılıklar verip idare ediyordum. Çünkü benim bir şey düşünüp anlamlı bir cümle kuracak halim yoktu. Hormonların faaliyeti bütün benliğimi esir almıştı. Tek noktaya odaklanmıştım; kızı bir şekilde bir an önce benim eve gitmeye razı etmek! Birkaç dolaylı soruyla onun hakkında en merak ettiğim hususu öğrenmiştim; ailesi başka şehirde oturuyordu, kendisi burada yalnız yaşıyordu. Gecenin benim fakirhanede devam edip müthiş bir finalle sonuçlanması için bütün şartlar hazır gibiydi.

Fakat arkadaşın derdi anlatmakla bitecek gibi değildi. “Bana gidelim mi? Sohbete evde devam ederiz?” dedim. Pek oralı olmadı. O sırada kafenin kedisi yanımıza gelip kızın bacaklarına sürtündü. Hemen kediyi kucağına alıp sevmeye başladı. Bu defa kedilerden konuşmaya başladık. Daha doğrusu ben yine konuşur gibi yapıyordum. Kediler hakkında zoraki birkaç klişe cümle kurdum. Bu kedi nerden çıkmıştı şimdi bu saatte! Sırnaşık hayvana içimden kızdım. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Geçen her dakika aleyhime işliyordu. Neyse ki, biraz kendini sevdirdikten sonra kızın kucağından atladı. Kedi yere atlar atlamaz, “bana gidelim mi?” dedim tekrar. Soruma bir cevap vermeden gülümsemekle yetindi. Evet demiyordu ama hayır da dememişti. Bu da hayra alametti. Biraz sabırlı olmalıydım. Neredeyse Fenerbahçe’nin en son Türkiye Kupası’nı kazandığı tarihten bu yana bu günü bekliyordum, bir iki saat daha bekleyebilirdim. Kız geçen yıl ölen kedisini anlatmaya başladı bu defa. İçimden kedilere küfrettim ama çok ilgiliymiş gibi dinliyordum. “Evde benim de kedim var, çok da insan canlısı bir hayvandır?” dedim. Güzel gözleri parladı; “Öyle mii?” “Evet, çok güzel bir erkek kedim var” dedim. Atıyordum. Evde kedi medi yoktu.

Öylece bir süre daha oyalandık. O konudan konuya atlayıp bir şeyler anlatıyor, ben sadece onaylayıcı baş hareketleri ve ünlemlerle karşılık veriyordum. Söz aldığım anlarda ağzımdan çıkan tek cümle ise “hadi eve gidelim”di. Haksız değildim, bu işi bu gece halletmeliydim. Ben en son seviştiğimde Kenan Evren Cumurbaşkanı, Turgut Özal Başbakan, Maykıl Ceksın da yeni yeni parlamakta olan bir pop yıldızıydı. Sonunda kız pes etti; “tamam, kalkalım” dedi. Kalktık. Hemen bir taksi çevirdim, bindik.

Eve geldiğimizde ilk işi kediyi sormak oldu, “sabah giderken dışarı bırakmıştım, dişi peşindedir o şimdi, çıkar gelir birkaç gün sonra bir yerlerden” dedim. Bu yalanı daha taksideyken hazırlamıştım zaten. Yuttu, ya da yutmuş gibi yaptı. Kendimizi kanepeye attık. İyice yanına sokuldum. Bir tutam saçı sol gözünün üzerine düşmüştü. Onu düzeltme bahanesiyle saçlarını okşadım. Oradan kulak memesine indim. Kulak memesini işaret ve başparmağımın arasına alıp sıktım. Tepki vermedi. Bu işlerin iyiye gideceğine delaletti. Çok geçmeden kendimizi birbirimize sarılmış bulduk. İlk başlardaki hafif, çekingen öpücüklerin şiddeti artmıştı. “Yatağa geçelim” dedim. İtiraz etmedi. Geçtik.

Futbol hayatının en güzel yılları yedek kulübesinde geçmiş bir forvet gibiydim. Antrenör maçın hep son dakikalarında oyuna sokar; o garip de bu kısacık sürede kendini gösterebilmek için delice bir enerjiyle sağa sola koşar durur ya, benimki de o hesap, kendimi fena kaptırmıştım. Ateşli bir sevişme olacağı baştan belliydi! Kızın canı yanmış olmalıydı, “heeyy, yavaş ol biraz” dedi. “Yavaş ol” demesi kolay, ben son seviştiğimde televizyon tek kanallı, yayın siyah beyazdı; günün en çok seyredilen programı da Necefli Maşrapa'ydı; gel de yavaş ol! Tempo ister istemez hızlanıyordu. Sert bir hareket yaptığım anda bi an bina sarsılır gibi oldu!

“Deprem mi oluyor?” diye sordu kız. Kendimle gurur duydum. Sevişmenin şiddetinden bina sallanmıştı demek! Onu yatıştırmak ve biraz nefes almak için kısa bir ara verdim “Evet, deprem oluyor, merkez üssü de yatağımız” diye de espri yaptım güya… Depreme karşı pek hassas değilim. Depremin şiddeti 6’nın üstüne çıkmadıkça fark etmem bile…

Büyük Marmara Depremini bile zor hissetmiştim. O gece uyanıktım. Üç arkadaş bir evde toplanmış rakı içiyorduk. Bir ara bir gürültü duyuldu, sonra yanımdaki iki arkadaş birden bire kaynar suya atılmış kurbağalar gibi sandalyelerinden zıplayıp ortadan kayboldular. Herhalde aniden ikisinin birden çişi geldi de tuvalete falan gittiler diye düşündüm. İçmeye devam ettim, kadehimi dipledim, arkadaşların yokluğundan istifade tabaklardaki son dolmaları, çiğköfteleri de mideye indirdim. Arkadaşlar dönünceye kadar istifimi bozmaya da niyetim yoktu ama çok geçmeden elektrikler kesildi. Bu gürültü nerden geliyor, elektrikler niye kesildi balkona çıkıp bakayım dedim. Dışarısı zifiri karanlıktı. Arkadaşın biri kendini balkona atmıştı. Ellerini duvara dayamış, dua ediyordu. Yanına gidip “n’oldu Rıza, birden bire içkiye tövbe etmeye mi karar verdin” diye sordum. “Abi deprem oluyor” dedi panikten kısılmış bir sesle. Ellerini de duvara bina yıkılmasın diye dayıyormuş! O korkunç seslerin depremden kaynaklandığını anlayınca kendimi dışarı attım ben de… İkinci kattaydık; otuz beş basamaklık iki kat merdivenini herhalde üç saniyede falan inmişimdir.

Şimdiki sarsıntı deprem olsa bile en fazla 3, bilemedin 3.1 büyüklüğünde falandı. Dolayısıyla, ben o büyüklükte bir deprem için kılımı dahi kıpırdatmazdım. Tam o sırada küçük bir sarsıntı daha oldu. Kız pürdikkat tepemizdeki tavan lambasına bakıyordu. Lambanın sallandığını fark edince yerinden fırladı. O taş çatlasa 50 kilo ancak gelebilecek hatun beni üstünden atıp yataktan yere yuvarladı. Doğru pencereye koştu. Pencereyi açmaya çalışıyordu. İkimiz de çırılçıplaktık. Yerimden doğruldum, “dur, n’apıyorsun?” dedim, “deprem oluyor, bina yıkılacak, aşağı atlayacağım” diye bağırdı. Beşinci kattaydık! Büyük bir depremde bina yerle bir olsa yine biraz kurtulma şansımız vardı ama o pencereden atlayanın kaldırım döşemesine çarpıp patlayarak bol yumurtalı menemen kıvamına geleceği kesindi. Bizim kız gidiyordu!

Çeyrek asırlık sevişme hasretimi giderememek bir yana, bir de poliste çırılçıplak evimin penceresinden atlayan tanımadığım bir kızın ölümünün hesabını vermek zorunda kalacaktım. Final yarışında havuza atlayan bir sprinter yüzücü gibi kıza doğru uçtum. Tam pencereyi açtığı anda belinden yakaladım. Elini güçlükle tutup sıkı sıkıya kavradığı pencere kolundan ayırdım. Pencereyi kapattım. “Bıraaaakkk!” diye var gücüyle haykırdı. İnşallah duyan olmamıştı. Bu defa da komşular içeride adam kestiğimi falan sanacaklardı. Mecburen öteki elimle de ağzını kapattım. Anlaşılan kızın deprem fobisi vardı. O masum görünüşlü, ufak tefek kız adeta yaralı bir pantere dönüşmüştü; zor zapt ediyordum. “Sakin ol, geçti, bir şey yok” diye teskin etmeye çalıştım. Kalbi deli gibi çarpıyor, tir tir titriyordu, korkudan kaskatı kesilmişti. Bu durumda bu kızla sevişmeye çalışmak müzedeki mermer Venüs heykelinden çocuk yapmaya çalışmakla aynı şeydi. Kızı bu durumda üç gün yumuşatıcıya yatırsan yine kıvama gelemezdi.

“Bağırmayacaksan elimi ağzından çekecem” dedim. “Tamam” diye işaret etti başıyla… Elimi ağzından çekip belinden sıkıca sarıldım. “Bırak beni, hemen giyinip çıkalım, bir açık alan bulmalıyız” diye tısladı. Ne kadar ikna etmeye uğraştıysam fayda etmedi. Sonunda pes ettim. Sinirlendim ama o saatte onu yalnız başına sokağa da bırakamazdım. Giyindim, çıktık. “Seni evine bırakayım” dedim, onu da kabul etmedi. Açık alanda olması gerekiyormuş. Boş sokaklarda epey yürüdük. Son bir umutla, “şurada orman var, istersen oraya gidelim, sarılır yatarız” dedim. Yüzüme pis pis baktı.

Vuslat yine başka bahara kalmıştı.
...

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..