Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Azerbeycan gezi notları

Azerbeycan gezi notları
 

azerbeycan / kınalık


Meraklısı için notlar;

İstanbul-Bakü otobüs ile 48 saat 70.0 $
Bakü, Caspian Hostel Asaf Zeynalli Küçesi 29/9 İçeri Şeher 20.0 $
Bakü şehir içi otobüs 0.2 AZN
Bakü-Tiflis tren 15 saat 27 AZN
Bira ( piva ) 0.4 AZN
Bakü- Quba otobüs 1.5 saat 4.0 AZN
Quba Şahdağ Otel Nizami Park yanı 5.0AZN
Quba- Qusar otobüs 20 dakika 0.4 AZN
Quba- Kınalık jip ile dolmuş 15.0 AZN
Quba jip taksi 65.0 AZN
Kınalık hostel Hayrettin Gabbarov 10.0- 20.0 AZN
Kınalık hostel Faik ve Ceyhun Kardeşler 10.0-20.0 AZN
Quba Kınalıq Hotel 13.0 AZN
Quba- Bakü 4.0 AZN
Bakü-Şeki otobüs 15 AZN
Şeki Hotel Şeki Meydanı yanı 10.0 AZN
CD Azerbeycan Mugam ve Klasik Müziği 3.0AZN
Şeki helvası 4 AZN/kg.
Şeki- Kiş otobüs 0.2 AZN

11.07.2010 ( İSTANBUL - ÇORUM - TİFLİS - KIRMIZI KÖPRÜ )

Azerbeycan girişinde, karikatürü andıran kocaman şapkalı görevli, pür dikkat süzüyor beni. Bizdeki “ çorba “ parasının karşılığı “ kontrol “ parası isteyecek belli, ama, elimdeki yeşil pasaportu, beyaz saçlarımı görünce vazgeçiyor, sadece, sert bir sesle, elimdeki çantaya vurarak, “ aç “ diyor. Kaptırmak korkusuyla, LP’yi, eşimin hazırladığı börek kutusunun dibine paket lastikleri ile yapıştırmıştım. Öylesine bakıp, “ kapa “ diyor. Küçücük kulübedeki, yine, kocaman şapkalı görevli, pasaportumdaki, pek çok vize ve mühüre bakıyor, bilgisayara giriyor ve mührü basıyor. Üstelik de, duyduklarımın aksine, gayet nazikane, “ hoş gelmişsen abey “ diyor. On adım sonra, kapkaranlık, toz içinde bir arazide kalakalıyorum, karanlıkta sesler geliyor ama kimseler görünmüyor. Neden sonra, arkamdan gelen tanıdık simalarla, karanlığın içinde yürüyerek, ağaçların altında toplanmış, Azeri yolcuları görüyorum. Aynı otobüste bulunan Azerbeycan Hentbol Milli Takımı oyuncuları ile kırık dökük tahtaların üzerinde sohbet ederek geçiyor zaman. En çok da, yaralarını kaşımaktan uyuz olmuş köpekleri ve suratımıza çarpan kocaman çekirgeleri kovalamakla uğraşıyoruz. Gürcistan’da özellikle Saakashvili döneminde rüşvetin kalktığını çok okumuş, duymuştum, Azerbeycan’da, devlet yönetimi piramidinin tepesinden, tabanına kadar çok yaygınmış rüşvet. Bakalım, ben nerede toslayacağım? Petrol geliri önemli bir yer tutan Azerbeycan’ın, sınırdan girenleri, böylesine pis ve toz toprak içinde karşılaması eksi puan olarak yazılıyor tarafımdan.
Saat 24.00’de girdiğimiz kapıdan, tam dört saat sonra çıkabiliyoruz. Azerbeycan yerel saati için 2 saat ileri alınca, 06.00’da Azerbeycan topraklarında ilerlemeye başlıyorum. Fakat, ne toprak, ne deniz görecek halim yok, hemen uyumuşum.

12.07.2010 ( GENCE - YEVLAX - KÜNDEMİR - BAKÜ )

Saat 10.00’da sarsıntılarla uyanıyorum, az sonra Gence’nin içinden geçtiğimiz anlaşılıyor. Kent içindeki yol öyle bozuk ki; 20-30 km. sürat bile hırpalıyor içeridekileri.
Dümdüz bir arazide uzanan yolda ilerlerken, etrafta hiçbir yeşillik göremiyorum, Gürcistan’ın aksine. Buğdaylar da biçilmiş, sapsarı bir fon uzanıp gidiyor. Yevlax( Yevlah ) kentinden geçerken, Bakü’ye 265 km. kaldığını anlıyorum. Geniş bir otoyol, ancak, çalışmalar var, bu nedenle, yer yer kapatmışlar, yan yollara veriyorlar. Tozdan göz gözü görmeyen bu yollara bir sokuyorlar, sonra, yanımızda bakımlı otoyol uzanırken biz yine toz içinde gidiyoruz. Yatağında alışılmışın dışında tertemiz akan Kür nehri, Yevlax’ın içinden geçiyor. Sırada Kündemir kenti var. Aslında Kündemir, Azerbeycan’ın km2’ye 65 kişi düşen bir rayonu, yani, bir anlamda eyaleti.
Bir mola yerinde, Azerbeycan’ın, Gürcistan’a göre, ( şu ana kadar gördüklerim dikkate alınırsa ) daha temiz ve düzenli olduğunu tuvaletlerinden anlıyorum. Üstelik, burada, lavaboya ayaklarını uzatarak abdest alan, sümküren dini bütünler de yok.
Yol ben de dahil, herkesi bıktırdı ve gerdi. Seyahat süresince dost olan şakalaşan gençler, muavinle, sert bir kavgaya girdiler. Doğu geleneği kendini gösterip, cepheleşmeler başlayınca daha da sertleşti. Ayağa kalkıp, dövüşmelerini engelleyebildim zar zor. Mola yerinden hareket ederken, lastikte sorun olduğunu fark etmiş olmalı şöför. Bir saate yakın da, böyle oyalandık. 13.15’de yola çıktıktan sonra, nihayet, Hazar Denizi üzerindeki dev petrol platformları görünmeye başladı. İlerlediğimiz yolu kesen, paralel giden, o kadar çok enerji nakil hattı ve doğalgaz ile petrol boru hatları var ki; şaşırıyorum. Hazar Denizi üzerinde, yer yer sızmış petrolden kaynaklanan mor bölgeler, güneş altında menevişler yaparak parlıyor. Büyük bir panoda, Haydar Aliyev’in resmi var ve “ neft; Azeri halkının en büyük servetidir. “ yazılı. Çok doğru, diğer komşuları Sovyetler’in dağılmasından sonra, perişan olan ekonomilerini düzeltemediler hala, ancak, Azerbeycan, güçlü bir ekonomiye sahip, pek çok badireler atlatmasına rağmen.
Uçsuz bucaksız izlenimi veren arazide ilerliyoruz, solda; kel ve çirkin dağlar uzanıyor, görünürde bir ağaç dahi yok. Arkada sırada oturan Azeri genç Kenan, karşı tepeleri gösteriyor; “ bu binaların hepsi izinsiz yapıldı, devlet de göz yumdu. “ diyor. Gecekonduya da benzemiyorlar, düzgün, neredeyse tek tip binalar uzanıp gidiyor.
Aksaray’dan hareket ettikten tam 48 saat sonra, Bakü’ nün büyük ve yeni terminali Avtoağzal’a girmek kısmet oluyor.
Tam da bu noktada Azerbeycan’la ilgili bilgi vermek yerinde olacaktır sanırım.
Türkçe konuşan Azerilerin kültürel ve tarihî olarak Türkiye ve İran’la bağları bulunmakta. 10. ve 12. yüzyıllarda Türk kabileleri Azerbaycan’ı ele geçirdiler ve mevcut Pers çoğunluk nüfusu asimile ettiler. Perslerin siyasi nüfuzu muhafaza etmesine rağmen, Türkler sayısal ve kültürel etkinliklerini devam ettirdiler. 1812 ve 1828 yılları arasında Pers İmparatorluğu ve Rusya bir sınır antlaşması imzaladı. Azerbaycan toprakları iki ülke arasında paylaşıldı. 1917’ de Rusya’daki Bolşevik İhtilâli’nden sonra Azerbaycan bağımsızlığını ilân etti. Kısa bir süre sonra 1920’ de savaştığı Bolşeviklere teslim oldu. Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan 1922’de Sovyet Transkafkasya Cumhuriyetine katıldı. Stalin döneminde Azerbaycan, diğer cumhuriyetlerde olduğu gibi devletleştirme ve politik düzenlemelere katlanmak zorunda kaldı. Kruşçev ve ardından Brejnev, 1950 ve 1960 yıllarında Azerbaycan Komünist Partisi (AKP) liderlerini ideolojiden sapma ve milliyetçi çalışmalardan dolayı görevlerinden aldı. AKP lideri Haydar Aliyev, Gorbaçov tarafından bu nedenle 1987 yılında Sovyet Polit bürosundan çıkarıldı, fakat giderek artan bir milliyetçi ve antiemperyalist çalışmayla geniş bir kamuoyu oluşturdu. 1990’da Azerbaycan ve Nahçıvan özerk Cumhuriyeti Yüksek Sovyetine seçildi. 1988 yılında Dağlık Karabağ, Ermenistan’ın bir parçası olmak için müracaat etti. Bu müracaat beraberinde etnik çatışmalar ve göçmen problemlerinde bir artış meydana getirdi. Ermeniler Sumgait’te halka eziyet etti. 1990 yılında Moskova, Bakü’ deki isyancıları durdurmak ve çatışmaları kontrol etmek için Kızıl Ordu’yu kullandı. Halk bu duruma tepki gösterdi. Zamanın lideri görevde ihmal sebebiyle Moskova tarafından görevden alındı, yerine Ayaz Muttalibov atandı. Kızıl Ordu 20 Ocak 1990 tarihinde 30 000 kişilik birlikle (Bakı) Bakü’ye girdi, isyancı olup olmama, yaşlı genç ayrımı yapmadan 200’ü aşkın kişiyi katletti.
Ancak SSCB’nin kısa sürede çökmesi, bağımsızlık mücadelesinin daha erken sonuçlar vermesine yol açtı ve Azerbaycan 30 Eylül 1991 tarihinde bağımsızlığını resmen ilan etti. Bağımsızlıktan sonra yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçiminde, o zamana kadar yönetimde bulunan Ayaz Muttalibov’un yerine Azerbaycan Halk Cephesi başkanı Ebülfeyz Elçibey oyların % 59.4’ ünü alarak Cumhurbaşkanı oldu. Fakat 4 Haziran 1993 tarihinde askeri bir ayaklanmayla Elçibey bu görevinden uzaklaştırıldı.
3 Ekim 1993’te yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Haydar Aliyev Cumhurbaşkanı seçildi. Görev süresinin bitmesinden sonra 15 Ekim 2003 tarihinde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılarak oğul İlham Aliyev cumhurbaşkanı seçildi. Yeni cumhurbaşkanı iç ve dış politikada babası Haydar Aliyev’in izlemiş olduğu politikayı devam ettirmektedir.
Yorgun, şaşkın, insan ve araç kalabalığı arasında bir müddet ilerledikten sonra İçeri Şeher’e giden otobüsleri soruyorum bir gence. Sesimden korkarak dönüyor, “ beni korkuttun, bir şişe su parası ver “ diyor. Hoppala, daha, ilk adımlarda, başlarsak, Azerbeycan ile işimiz var diye düşünüyor, cevap vermeden ilerliyorum. Meğer, yanlış söylemiş, ters yola göndermiş, serseri. Sonunda, çözümü yine, Avtoağzal’ın önündeki otobüslerin yanına gitmekte buluyorum. 162 nolu otobüsteyim artık ( 20 q ). Neredeyse, bir saat süren, dur kalklı yolculuk sonunda, şoför, burada inmem gerektiğini söylüyor İçeri Şeher için. Şimdilik, Azerilerle, anlaşmak mümkün, gerçi, bazı kelimeleri anlayamıyorum ama, sıkıntı da çekmeyeceğim anlaşılan. Sora sora, İçeri Şehir’e giren yollardan birinin önündeki demir kapılardan geçiyor ve kendimi, eski bir mahallede buluyorum. Sonunda beş yıldızlı Meridyen Otelin ( geceliği 300 $ imiş. ) yan sokağındaki Caspian Hostel’in gıcırdayan merdivenlerini çıkıyorum. LP’ den bulmuştum burayı. Sekiz yataklı odada, geceliği 20 $’ dan anlaşıyorum. Bir aile işletmesi, yaşlı kadın, elinde bir bez, içeri giriyor, rastgele toz alıyor, ya da yerleri siliyor. Sırt çantalarına bakılırsa, kalanların hepsi, benim felsefeme sahip gezginler. Gezilerimden edindiğim deneyim, bu tür hostellerin, hem çok ucuz, hem de temiz ve güvenli olduğunu gösterdi, şimdiye dek. Hostel bulamadığım zaman, hotel aramaya başlıyorum. Her yatağın üzerinde, fütursuzca, ı-pod’lar, bilgisayarlar, özel eşyalar öylece bırakılmış bomboş odada.
Bakü bugün 40 C, otobüsten inip, buraya gelene kadar, her tarafımdan ter fışkırdı. Aldığım duştan sonra, daha da terlemeye başlayınca, hiç sevmediğim klimayı açmak zorunda kaldım. Sonrasında, üzerimi değiştirip, İçeri Şehir sokaklarına attım kendimi. Hostelin bulunduğu bir metre genişliğindeki sokak, on metre sonra, Bakü’nün en turistik ve rağbet gören merkezine açılıyor. Bakü’nün sembolü Kız Kulesi ( Maiden Tower ), karşıya yerleşmiş güneş nedeniyle fotoğrafa izin vermeyince, solda, yukarı uzanan yolu takip ederek, Medrese Camii’nin önünden bir üst sokağa çıkıyorum.
Azerbaycan'ın başkenti Bakü, Hazar Denizi'nin kıyısında önemi bir liman kenti. Merkezini ''İçeri Şehir'' adıyla bilinen, surlarla çevrili tarihi bölüm oluşturuyor. İçeri Şehir ile burada yer alan Şirvanşahlar Sarayı ve Kız Kulesi 2000 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi'ne dahil edildi. Ancak bu tarihi bölge listeye girmesine rağmen korunamadı ve 2003 yılında ''Tehlike Altında Olan Dünya Mirası Listesi''ne alındı. Tarihi merkezi çevreleyen surlar Paleolitik dönemden beri yerleşim alanı. Sasaniler, Araplar, İranlılar, Osmanlı ve Rusların yönetimine giren Bakü'deki surların bugüne ulaşan kalıntılarının çoğu 12. yüzyıla ait. Bölge Kasım 2000'de yaşanan depremden büyük ölçüde etkilendi. İçeri Şehir'in ana kapıları Şamahi ve Şah Abbas'ta, Bakü'nün tarihi sembolleri olan büyük bir boğa kafası ve onu koruyan iki aslan figürü yer alıyor. Boğa kafası, petrolden önce hayvancılıkla geçinen eski Bakü'yü temsil ediyor. Aslanlar ise kenti koruyan şehir duvarlarını simgeliyor. Kız Kulesi ise İ.Ö 6. ve 7. yüzyıldan kalma yapıların üzerine 12. yüzyılda inşa edildi. Terasından İçeri Şehir'le birlikte bütün Bakü'yü seyretmek mümkün. Listede yer alan Şirvanşahlar Sarayı ise Asya taş mimarisinin en görkemli örneklerinden biri kabul ediliyor. Saraya inşa edildiği 15. yüzyıldan beri birçok dönemde bütünü bozmayan eklemeler yapıldı.
Kız Kulesine İçeri Şehir’de kaldığım süre içinde çok geleceğim ama, efsanelerinin içinde, en çarpıcı olanını aktarayım; “ eski zamanlarda bu yörelere hakim bir şah öz kızına aşık oluyor ve evlenmeyi düşünüyor. Zavallı kız babasını bu evlilikten vazgeçirmeye çalışıyor ve babasından kendisi için bir kulenin yapılmasını ve kule tamamlanıncaya kadar düğünü ertelemesini talep ediyor. Bu sırada kız gönlünü yakışıklı bir delikanlıya kaptırmış. Delikanlı kızın bu durumda olduğunu öğrenince kendisini kurtarmaya koyulmuş. Prenses delikanlıyı yapılan kulenin üzerinde beklerken mutluluğuna ulaşmak üzereydi… Fakat, prensese ulaşmaya çalışan delikanlıyı dalgalı deniz kara sularına gömer. Delikanlının boğulduğunu gören kız kendisini denizin derin sularına atar ve sevgilisiyle birleşir.”
Haci Bani hamamının kubbelerinin üzerinden, İçeri Şehri seyrediyorum. Unesco Dünya Mirası listesinden çıkarılma korkusu, Azeri’leri, biraz da bilinçsiz, göstermelik bir turistik bölge yaratmaya itmiş gibi geldi bana. Ayağa kaldırılmış, restore edilmiş yapılar, yepyeni taşlar ile ve geçmiş ıskalanarak yapılmış . Asaf Zeynalli Küçesinin ( sokak ) üzerinde, taş döşeme çalışmaları yapılıyor, cadde sonunda, Kız Kulesine uzanan yola araç girmiyor, turistik zon olarak ayrılmış. Cadde üzerindeki kilim ve halı mağazalarının önüne uzanmış satıcılar, gelen geçeni elleriyle, içeri çağırıyorlar. Bu sıcakta, buraların tadı yok. İçeri Şehri çeviren surların kapılarından birini geçerek, fıskiyeli havuzları ile çok güzel düzenlenmiş, şair Aliağa Vahit parkına geliyorum. Bu bölge çok bakımlı, çok temiz. Belli ki; yönetim, bu bölgeye özel önem veriyor. Zira, yılda yedi milyon euro civarında gelir sağlanıyor turizmden. Neftçiler Caddesinin köşesinde, devasa bir inşaat yükseliyor Four Seasons oteller zincirinin bir parçası olarak. Harika kubbesi, iki yanda estetik kuleleri ile Modern Sanat Müzesi göz kamaştırıyor. Ne yazık ki; kapalı olduğu için, ziyareti başka zamana bırakıyorum. Azarneft Meydanını süsleyen iki güzel binadan birisi SOCAR’a ait. SOCAR ( State Oil of Azerbaijan Republic ) yani devlete ait, petrol ve doğalgaz şirketinin kısaltılmışı. Üretimde söz sahibi olan şirket, ülkede petrol ve doğalgaz sondajı yapan uluslararası konsorsiyumları da denetleme yetkisine sahip. Rusya’nın, Gazprom’u gibi.
Bu noktada aşağıdaki notu düşmeden yapamadım. “ Petrol uğruna ne güneşler batıyor. “ dedirtecek bir olaylar ve ihanetler zinciri.
1991’de SSCB’nin dağılması ile bağımsızlığını kazanan Azerbaycan’ın 7 Haziran 1992’de ikinci Cumhurbaşkanı olarak Ebulfeyz Elçibey seçildi. Cephedeki yanlış uygulamalardan ve yenilgilerden ötürü cephe komutanı Süret Hüseynov'u görevden aldı. Fakat Rusya'nın Azerbaycan'ı terk ederken silahlarını Süret Hüseynov'a vermesinden sonra, Süret Hüseynov, Azerbaycan'ın 2. büyük şehri Gence'de Haziran 1993’te ayaklanma başlattı. Elçibey yardım için Haydar Aliyev’i Nahçıvan’dan Bakü’ye davet etti. Fakat, Haydar Aliyev Bakü'ye geldikten sonra Süret Hüseynov'u destekledi ve göstericilerin Bakü’ye yürümesi karşısında Elçibey halktan destek alamadı. Milli istihbaratın verdiği bilgiyi kullanarak kendisine karşı suikastın üstünü açmış ve vatandaş savaşına yol vermemek için Haydar Aliyev’le konuşarak uçakla doğum yeri olan Nahçivan’ın Keleki köyüne gitmiş. İki hafta sonra geri dönmeye çalışmasına rağmen, şahsi koruması tarafından uçağı kurşunlanmış ve Nahçivan’ dan çıkış yolu kapalı kalmış, ancak, 4 yıl 4 aydan sonra Bakü’ ye gelmiş ve Cumhurbaşkanlığı yetkileri Haydar Aliyev’e devredilmiştir. Ağustos 1993’te referandum ile Elçibey'in görevi resmen geri alındı ve Ekim ayındaki seçimlerde Haydar Aliyev %99 oyla Cumhurbaşkanı seçildi.
SOCAR’dan sonra, hemen yanındaki ikinci güzel bina, Haydar Aliyev fonu binası. Bakü’de geçerli olan trend, tüm eski binaların sarı renkli köfke taşı ile giydirme yapılarak, geceleri de binaya monte edilmiş, apliklerle aydınlatılarak albenili hale getirilmesi.
Sahil’e paralel Neftçiler Prospekti ( Caddesi ) boyunca yürüyorum, küçük ama iyi düzenlenmiş bir meydanda banka oturup, havuzun içindeki, elindeki kılıçla, bacaklarına yapışmış ve ağzından gökyüzüne sular fışkıran, dev yılanın kafasını koparmak üzere olan savaşçıyı izliyorum bir süre. Akşamüzeri, iş dönüşü, Neftçiler Caddesinde trafik kilitlendi. Arkasında, cumbalı balkonları ile, çok güzel bir bina var. Meydanın arkasından, yukarılara uzanan merdivenleri tırmanmaya başlıyorum az sonra. Bu merdivenler Şehitler Hıyabanı’na ( mezarlığına ) çıkıyor, paralelinde, meydandan hareket eden finüküler de var ( 20 kepik ). Merdivenler, Azerilerin ve Türklerin yattığı şehitliklerin bulunduğu alana çıkıyor. Şehitler Hıyabanı, Azerbeycan Halk Cephesi’nin, Sovyetler Birliğinden ayrılma isteğine, karşı Kızıl Ordu’nun 30000 asker ile 20 Ocak 1990 gecesi, sert müdahalesi ve süreçte öldürülen 200 civarında Azeri’nin, yaklaşık bir yıl sonra gömülmek üzere tanzim edildiği bir alandır.
1. Dünya Savaşından sonra, Ermeniler’in devlet kurma istekleri, 31 Mart 1918 tarihinde neredeyse tüm Azerbeycan topraklarını işgal ile başlamış ve iki gün içinde 30000 Azeri öldürülmüştür. Bu işgal üzerine, Azeri aydınları Enver Paşa’dan yardım istemiş, kurulan Kafkas Ordusu Ermeni işgaline son verdi, ama bu harekatta çok sayıda Türk askeri de şehit oldu. İşte, Şehitler Hıyabanının yanı başındaki diğer mezarlık Kafkas Ordusunda şehit olan Türklere aittir. Bu arada, Diyanet Vakfı tarafından yapılan ve savunmalarda ölenlere adanmış Türk Camii olarak da adlandırılan Şehitlik Camii, Azerbeycan’ın camilere uyguladığı kapatma kararından nasibini almış. Duydum kadarıyla Cuma ve bayram günleri ibadete açılıyormuş. Sarsıntılı, demlenmemiş bir yakın geçmiş içinde yüzüyor Azerbeycan, 1992 yılında da Ermeniler, iddialara göre Rus ordusunun desteği ile Karabağ’ı işgal etti.
Ermenistan ile Azerbaycan arasında Dağlık Karabağ konusundaki çatışmalar, her iki ülkenin de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ nin parçası olduğu 1988 yılında başladı. Bu çatışmalar Sovyetler Birliği nin dağılmasından hemen sonra rutin hale dönüştü. Ermenistan ve Azerbaycan’ ın bağımsız birer cumhuriyet haline geldiği 1994 yılında iki taraf arasında ateşkes anlaşması imzalandı. Öte yandan Ermeniler mümkün olduğu kadar çok Azeri’yi öldürdükten sonra Karabağ’ın dağlık kısımlarından bütün Azerileri kovdu. Bu iki devlet arasında ateşkesin imzalanmasının üzerinden 13 yıl geçmesine rağmen Ermenistan, Azerbaycan topraklarının yüzde 20 sinin işgalini yasadışı olarak hala sürdürüyor ve savaş dolayısıyla yerlerinden edilmiş olan ve Azerbaycan nüfusunun yüzde 14 ünü oluşturan bir halk, Azerbaycan geneline dağılmış geçici mülteci kamplarında yaşamaya devam ediyor ve ayrıca Dağlık Karabağ konusunda adil ve onurlu bir barış için feryat etmeye devam ediyor.
Solda, ölümler, şehitler, anıtlar, sağda da, Azerbeycan Millet Meclisi’nin binası görünüyor. Civarında, çağdaşlık anıtı olarak değerlendirilebilir mi, bilemem, devasa inşaat faaliyetleri, havanın karardı bu saatlerde bile, gürültü ile devam ediyor. Söylenenler doğru imiş gerçekten; Bakü’de hayat gece başlıyormuş. Şehitler Hıyabanının yanındaki çay bahçesi doldu, çocuk arabaları ile anneler, genç çiftler masa, sevgililer birbirlerine sokulabilecekleri sakin köşe kapma derdine düştüler.
Bakü’nün en çok rastladığım fotoğraflarının çekildiği noktadayım. Aşağıda, Hazar Denizi boyunca uzanan sahil ışıl ışıl. Denizin içindeki dev fıskiyeleri, suya düşen ışık huzmeleri ile Bakü gerçekten gece çok daha güzel. Şu ana kadar gördüklerimden sonra, Bakü’de aydınlatma fetişi olduğunu daha iyi anladım. Hemen her pencerenin altına yerleştirilmiş bir aydınlatma armatürü ile aydınlatılıyor binalar. Derler ya; “ çoban yağı bol bulunca her yerine sürermiş. “ Neftçiler Caddesinin kaosuna uzanan, merdivenlerden iniyorum tekrar. 48 saatlik otobüs yolculuğunun ardından, bu saatlerde, ilk gördüğüm bir ağacın dibine uzanıp uyumadan, Caspian Hostel’deki yatağıma, bir an önce, ulaşabilmek için, son enerjimi harcıyorum.
Oda arkadaşım, İran’lı Behram, daha kapıdan girer girmez, Doğulu olmanın verdiği tüm insan sıcaklığı ile “ selam “ diyor ve elindeki karpuz tabağını uzatıyor. Şaşırıyorum, Türkçe karşılanmamı. Meğer, hostel sahiplerinden öğrenmiş, geldiğimi. Üstümdeki ranzada yatan Polonya’lının doğal soğukluğuna karşın, biz, aynı kültür iklimlerinin çocukları olarak, derin bir sohbete dalıyoruz. Behram’ın ince tuzağına da düşmüyorum bu arada; Mevlana kimin diyor, önce İran’ın sonra tüm dünyanın diyorum.
Bir ara kapı açılıyor, içeri, yorgunluktan halüsinasyon gördüğümü zannettirecek kadar güzel, bir genç kadın giriyor. Hostelin sahibi imiş. Sanki sorduğum soruları cevaplarmış gibi, konuşmaya başlıyor benimle. Dul olduğu için, bin bir zorlukla burayı açtığını, internetten iftira atarak karalamaya çalıştıklarını, uykulu gözlerle dinlediğimi anlamış olmalı, yarım saat sonra çekiliyor. Bu kez, sabah karşılaştığım adam geliyor yanıma. Azeri-Türk dostluğundan, bitmeyen dostluklardan bahsederken, ikide bir kafama dokunup, beyaz saçlarımı göstererek “ sen atamızsın “ demeye başlıyor. Ben, konuşmadan, gözlerimle “ yahu, şimdi git, dökülüyorum, uykum var “ demeye çalışıyorum. Ne kadar hissediyor bilmiyorum, az sonra gidiyor. Perişan haldeyim, ışığa sırtımı dönüp, derin uykulara atıyorum kendimi.

13.07.2010 ( BAKÜ - ARTYOM ADASI - SURAXANİ - BAKÜ )

Saat 08.30. Durup durup, bir telefon alarmı geliyor kulağıma, ama, açan yok. Ama, benim uykum kaçıyor, biraz da toparlanmış olmalıyım. Dünkü, bunaltan sıcağı hatırlıyor, sandalet ve ince giysilerimi geçiriyorum üzerime.
Kız kalesi, güneş ışıklarının uygunluğu nedeniyle, bu saatlerde, iyi fotoğraf veriyor. Ben de, bunu değerlendiriyorum. Hemen önündeki Neftçiler Caddesi, yoğun trafik ile şimdiden çekilmez olmuş. Küçücük bir levhayı neredeyse, görmeyip, geçecekmişim. “ kız kalesi market “. Sıcacık iki çörek, meyve suyu ve bir şişe su alıyor ve Aliağa Vahit Parkın, gölgede kalan banklarından birine oturarak, bir yandan, telaşla işe gitme derdindeki kara gözlü kızları izliyor, bir yandan da, mütevazi kahvaltımı yapıyorum. Pek çok müze ve mağaza saat 10.00’da açılıyor. Ben de; bu arada, Bakü’ nün petrol platformları ile haşır neşir olduğunu tahmin ettiğim Abşeron Yarımadasına, oradan da Artyom Adasına gitmeye niyetleniyorum. LP öyle yazıyor çünkü.
Modern Sanatlar Müzesinin önünden yukarılara uzanan İstiqlaliyat Caddesi boyunca, insanın üzerine yığılıverecekmişçesine heybetli ve aristokrasi kokan binalar sıralanmış. Belediye, Türk-Azerbeycan İş Adamları Derneği de burada. İçeri Şehir’in giriş kapılarından birinin karşısındaki, cam piramitin önüne getiriyor İstiqlaliyat Caddesi beni tekrar. Baki Soveti metro istasyonuna, bu cam piramitin içinden geçiliyor. Metro ile Ulduz istasyonuna gitmek istiyorum, Abşaron yarımadası üzerindeki Pirallahı köyüne giden 50 nolu otobüs ( marshrutka ), bu istasyonun yanından kalkıyormuş. Baki Soveti cam piramidinin içi şimdiden sıcak, görünürlerde jeton veya bilet gişesi göremiyorum. Kontrol masasında, giren çıkanı kontrol eden kadın polis, derdimi anlamış olmalı, ilerideki gişeyi göstererek “ kart al “ diyor. Bizim akbil gibi kartlar görüyordum herkesin elinde, “ ben bir kere kullanacağım “ deyince, genç bir kızdan rica ediyor, ben de 20 kepik veriyorum. Turnikede benim yerime de basıyor kızcağız. Fazla güzel olmadığı için, bir kez teşekkürle yetinerek, bitmez gibi görünen metro platformuna, yürüyen merdivenle iniyorum. Avtoağzal’dan sonra, ikinci kullanışım Azeri parasını. Aksaray’da zar zor Azeri Manat’ı bulmuş ve 30$’lık almıştım. 1 $ = 0.84 AZM. Dolardan değerli ender paralardan birisi yani. Yoğun rutubet kokusu içerisinde, metroda yanımda oturan adamın omuzunun üzerinden, okuduğu gazeteye takılıyor gözlerim; aman Allahım, “ Ermenistan, Gürcistan’a saldıracak. “ ve “ Türkiye, Ermenistan’la Gümrü kapısının açılması için müzakere yapıyor. “. Endişeleniyor ve birbirine düşman bu üç ülke, kapışmadan, ben programımı uygulayıp gezmeyi temenni ediyorum bir kez daha.
Ulduz metro istasyonunda iniyorum, 50 nolu marshrutka az ileride, hareket ederken yakalayıp atıyorum kendimi içeri (80 q kepik ) Kepik, bir manatın yüzde biri. Artyom Adasına gitmek için, havaalanının yakınlarından geçmek gerek, geniş bir otobanda, otobüs motoru bağıra çağıra kafa şişirse de, trafik olmadan ilerliyoruz. Yol boyu, kilometrelerce, her iki tarafı, 5-6 metre yüksekliğinde duvarlarla örülüyor, üzerleri dekoratif taşlarla kaplanıyor ve ferforje demirlerle süslen iyor, metal aydınlatma armatürleri monte ediliyor. Sanırım bunların hepsi, duvarların ardında kalan köyleri, yerleşimleri gizlemek için. Henüz takılmamış kapı boşluklarından, rüzgarı, güneş kesilen mahalleleri, köyleri üzülerek izlemek düşüyor bana. Bu köyleri yenilemek belki de daha ekonomik ve hayırlı olur diye düşünmeden yapamıyorum. Akıl almaz bir harcama karşısında şaşırıp kalıyorum açıkçası. Gruplar halinde kadınlar, ağaç dikiyor, çöpleri topluyorlar.
Enteresandır; petrol ülkesi Azerbeycan’da, Türkiye’deki kadar akaryakıt istasyonu görmüyorum. Kenan Nasibov, otobüste “ Abşeron yarımadasının bir kartal başına, Azerbeycan’ın da gövdesine benzediğini söylemiş ve ilave etmişti. “ ama, Ermenistan haritası resmi bozuyor, onu da Azerbeycan’a katmak gerek. “ Ben de, üzmemek için, bunca zengin bir ülkenin ordusunun, Dağlık Karabağ topraklarını Ermenistan’a nasıl kaptırdığını, önce buraları almaları gerektiğini söylememiştim tabii. Çünkü, ısrarla, Dağlık Karabağ’ı Rus askerlerinin aldığını söylüyordu.
LP’de neft taşlarına götüren bir helikopter pistinin bulunduğu yazıyordu Pirallahı köy yolunun üzerinde. Orada inmek isteğimi söyleyince, şoför bir garip bakmıştı bana, yine de seslenerek indirdi beni. Abşaron Yarımadasını Artyom Adasına bağlayan daracık bir yol üzerinde, tel örgülerle çevrili, kimselerin olmadığı bir yerde kalakalıyorum. Denize uzanan iskeleye bordalamış eski römorkörler, üzerlerine bulaşmış petrol lekeleri ile yorgun görünüyorlar. İleride, üniformalı iki polis dolaşıyor tellerin ötesinde. Bana yaklaşan sivil görevliye soruyorum. “ nedir bu neft daşları ? “ Denizin ortasında, petrol çıkarılan kayalıklarmış. “ Orada çalışan işçiler için tekneler gider, ama, seni almazlar, alsalar da, gidiş üç saat sürüyor, gece kalacak yer bulamazsın. “ deyince, buralara gelmekle hata yaptığımı anlıyorum. Helikopter de var, ama, ne zaman gideceği belli olmaz diye ilave ediyor. Neyse, kaderde, Artyom Adasını görmek de varmış. Ayrılırken, iskeledeki yorgun römorkörlerin fotoğrafını çekmek için davranıyorum. Polis, şiddetli bir düdük sesi ile uyarıyor beni, Azerbeycan’ ın milli değerlerini inatla fotoğraflıyorum.
Pirallahı köyüne uzanan daracık yolda ilerliyorum, kıyıda kayalara çarpan dalgaların şırıltısında geldiğimi duymadıkları için, ürküyorlar, arkalarında belirince. “ rasgele “ dediğim birisi, “ çok küçükler, uğraşmaya değmiyor. “ cevabını veriyor. Adaya bağlanan noktada, kime hizmet ettiğini anlayamadığım bir çayevi görüyorum. Adını da, bahçesindeki semaverlerden alıyor olmalı , in cin top oynayan bu yerlerde, bir çay içip, Pirallahı tarafından gelecek olan 50 nolu otobüsü beklemeye başlıyorum, geri dönmek için.
Suraxani ( Surahani )’ye gitmek istiyorum şimdi, burada bulunan Ateşgah, Azerbeycan’ın en önemli turistik uğraklarından birisi. Abşaron’a giderken görmüştüm Suraxani levhasını. Levhanın hemen yanındaki üst geçitten, aşağıda hızla akan trafiğin uğultusunu duyarak, yolun karşısına geçiyorum. Suraxani köyüne girerek, güneye doğru yürümeye başlıyorum, sağlı sollu dizili evler arasından. Sanki, bir Anadolu kasabasının sokaklarındayım. Yanımdan geçen minibüslerin üzerinde, taze Suraxani, köhne Suraxani yazılarını okurken, binaların eskiliğini göz önüne alarak köhne Suraxani sokaklarında olduğum kanaatindeyim. LP’ nin notlarına göre, yolun sonunda, taze ( yeni ) Suraxani’yi bulacağım umuduyla 3 km. kadar yürüyorum. Binalar azalıp, yol ikiye artılınca, bir gencin bilgisine sığınmak gerekiyor. Eski dediğim yer yeni Suraxani imiş, “ az sonra gelecek minibüse bin, ateşgah’da ineceğini söyle “ diyor. Sıcakta, bunca yolu yürürken, kimseye sorma gereği duymadığım için, kendime kızmamın alemi var mı? Beklerken, sokaklar boyu giden sarı boyalı doğal gaz borularını burada da görünce dayanamayıp soruyorum; “ Böylesine doğalgazın bol olduğu ülkede, herhalde para ödemiyorsunuz. “ Gülerek, ana borunun çok ilkel bir şekilde delinip, bağlandığı, eve giden boruyu ve üzerindeki saati gösteriyor. “ ayda 60 $ ödüyoruz. “Minibüs el kaldırınca önümde duruyor, az ileride yine duruyor, iki turist daha binerken, bir genç şoföre; “ bunları ateşgah’da indir, yolu şaşırmışlar “ deyince, ben rahatlıyorum, demek ki; yalnız değilmişim. Zira, LP’ de Suraxani haritası yok, bilgiler de net değil. Yol çalışmaları nedeniyle, 10 km. kadar, geriye, havaalanına doğru gidiyor, sonra geri dönüyor minibüs, sonunda Eski yani Köhne Suraxaniye gelmek kısmet oluyor.
Avusturya’lı turistlerle, birkaç dükkana sorarak, Ateşgah’ın duvarları ve büyük kapısı önünde buluyoruz kendimizi. Gişedeki, Politbüro üyesi kılıklı kadın, 2 AZN benim için, 2 AZN de fotoğraf makinem için alıyor.
Ateşgâh (Ateşgede yahut Ateş Tapınağı) Zerdüşt tapınağı. Ateşgâh alçak duvarlı, kale benzeri bir yapı. MÖ. 10-9. yüzyılda inşa edilmiş, dünyanın eski mabetlerinden birisidir. Giriş kapısının üstünde Sanskrit alfabesi ile yazılmış bir kitabe ve onun üstünde ise iki aslan göze çarpıyor. Aslan veya Azerilerin dediği gibi şir, koruyuculuk simgesi imiş. Ana kapıdan içeri girer girmez ise etrafı küçük odalarla çevrili, ortasında mabedin bulunduğu bir komplekse giriliyor. Bu yapı bizdeki medrese yapılarına çok benziyor. Ateşgâh’ta yanan ateş etrafında küçük küçük odalar bulunmakta. Toplam 26 adet bu odaların küçük birer penceresi ateşi görüyor. Oda kapıları ise alçak, böylece eğilerek girebiliyorsunuz ve saygı göstermiş oluyorsunuz. Her odada duvar içine yapılmış bir baca var, amaç oda içinde yanan ateşin sönmemesi. Eskiden hac için buraya gelen Zerdüştler bu odalarda konaklar, pencereden sürekli ateşi izler ve kendilerine çeşitli işkenceler yaparak ibadetlerini gerçekleştirirlermiş. Kendilerine işkence yaparak günahlardan temizleneceklerine inanırlarmış. Ateşe yaklaştıkları zaman yüzlerini ateşe zarar vermemek için örterlermiş. Çilehane dedikleri bu odacıklarda yapılan eziyetler arasında sönmemiş kireç üstüne yatmak ve sırtlarına 30 kilogram kadar ağırlığında zincirler asmak gibi eziyetler varmış. Şimdi bu odalar müze haline dönüştürülmüş, içerisine bilgi içeren tablolar, o günleri anlatan eşya, maket ve figürler konmuş. Hindistan’dan hala daha Ateşgâh’ı ziyarete gelenler varmış. Azerbaycan adını da bu ateşlerden almış. Anlamı odlar yurdu imiş. Azerbaycan İslamiyet’i kabul edince Zerdüştler buradan Hindistana göçmüşler, bir kısmı da başka ülkelere dağılmış. Ancak ateş hala Azerbaycan’da önem taşımaktadır. 26 adet olan bu odaların 19’unun girişlerinde Sankristçe, birinde Farsça kitabe var. Çok küçük kubbeli bir odada asılı bir çan göze çarpıyor, bu çanın amacı inananları ibadete çağırmakmış.
Hinduizm’deki Şiva’cılıkla, Zerdüştlüğün örtüştüğü pek çok ipucu buluyorum burada. Alnın ortasına yapılan kırmızı benek de güneşi temsil etmiyor mu Hindu’larda ?
Bolca fotoğraf çektikten sonra, minibüsten indiğim noktadan hareket eden 84 nolu otobüsle, Bakü’nün, Nerimanov semtine yola çıkıyorum, Suraxani’nin, sokak aralarında bile, petrol kuyularını izleyerek. Ortalık petrol kokuyor zaten. Her yol üzerinde farklı kalınlıklarda petrol ve doğal gaz boruları pejmürde bir şekilde, her türlü güvenlikten uzak, binaların arasından, sokakların içinden Azerbeycan yöneticilerine para akıtıyor. Bugüne dek, bu kadar çok boruyu bir arada görmemiştim, sanırım, bu ülkede tüketilen şeylerin başında da boru geliyor.
Burada, otobüslerde para inerken ödeniyor. Sabahleyin Artyom Adasında, unutup, para ödemeden inerken, şoför ikaz etmişti. Polisler de siviller gibi, bilet parası ödüyorlar.
Nerimanov’a yaklaştıkça, trafik yoğunlaşıyor, binalar yükseliyor. Neriman Nerimanov, 1920 Nisan Devriminden sonra Azerbeycan Sovyet Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanlığını yapmış, ancak, diğer Sovyet yöneticileri ile Milli Meselelerde ters düşmüş, sonunda SSCB’nin dört Cumhurbaşkanından birisi olmuş, 1925 yılında da, kimilerinin söylediğine göre şüpheli bir kalp krizi sonucu ölmüştür. Edebiyatçı ve tıp doktoru olarak da saygı duyulan bir isim. Azerbeycan’ın hemen her yerleşiminde Nerimanov meydanı veya caddesine rastlamak mümkün. Niyetim, yürüyerek, İçeri Şehr’e kadar yürümek, böylece de, Bakü ve halkını gözlemlemek. LP’deki haritayı takip ederek, Tebriz Küçesi ( sokağı ) boyunca yürüyorum. Kayda değer fazla bir şey yok. Koca caddenin bir anda trafiğe kapatılıp, alt yapı çalışmaları nedeniyle, iş makinelerinin ve çamurlarının arasında buluyorum kendimi. Sık sık Sovyetlerden kalma, büyük blok apartmanların sevimsiz ve zevksizliği çıkıyor karşıma. Bakü’ye güz gelmiş bile, yerler, dökülmüş ağaç yaprakları ile dolu. Tebriz Küçesinin sonunda, Cafer Cabbarlı Meydanı, bir kenarında tren istasyonu ve 28 Mayıs metro istasyonu var. 28 Mayıs 1918, Azerbeycan’ın 1800’lerin başında Türkmençay Antlaşması ile Rusya ve İran arasında ikiye bölünmesinden sonra, Cumhuriyeti ilan ettiği tarih. Gerçi, Rusya boyunduruğundan kurtulan Rus halkları ile beraber, bir başka Cumhuriyete, Azerbeycan Sovyet Cumhuriyetine dönüştü kısa süre sonra.
Tren istasyonu gişelerini bulup, Gürcistan Tiflis’e giden tren saatlerini öğreniyorum. Otobüs yolculuğundan sonra, Tiflis’e otobüsle gitmeyi gözüm kesmedi açıkçası. Kalabalık olur mu? Bileti önceden almalı mıyım soruma, yaşlı kadın; “ tez al, belli olmaz, kalabalık olabilir “ cevabı veriyor. Daha, Azerbeycan’da işim çok. Quba, Kınalık ve Şeki’ye gitmek istiyorum. Bunları planlayıp, daha kuzeye çıkmadan tren biletimi almalıyım.
Fuzuli caddesi Bakü’nün en havalı caddelerinden. Fuzuli ismine bakmayın. Leyla ile Mecnun’un babası, Muhammed Fuzuli’nin hayatı hakkında kesin bir bilgi yoksa da, eserlerini Arapça ve Farsça yazmış da olsa, Azeriler Fuzuli’nin kendi topraklarında yetiştiklerini kabul etmekte ve sahip çıkmakta. İyi de yapıyorlar, zira, Devlet Akademik Milli Dram tiyatrosunun önünde güzel bir Fuzuli heykeli var. Bizim ise, şairlere, sanatçılara verdiğimiz değer ortada.
Az sonra, kocaman bir heykelin yükseldiği, çok bakımlı ve özenli bir park önünde buluyorum kendimi. Şu ana kadar gördüğüm en etkileyici park burası. Kocaman alan, çok kaliteli granitle kaplanmış, kenarlarda dizilmiş banklar, oturup, nefeslenmek için davet ediyor. Oturuyorum bir banka ve karşıdaki Merkez Bankası binasına dönük yüzü ile sağ elini kaldırmış Haydar Aliyev heykelini seyrediyorum. Meydanın her tarafına yayılmış fıskiyeli havuzlar, estetik aydınlatma direklerinin arkasında, farklı bir mimari tasarımı ile Haydar Aliyev Konser Salonu görünüyor. Yol uzun, hava sıcak. Yürümekten pes ediyorum, bir saat sonra ve Şehidler Hıyabanının ( Şehitler Mezarlığı ) önünden geçen otobüse biniyorum. Pek çok dur kalktan sonra, sürekli yanan meşalenin yanından, Azerbeycan’ın neredeyse, dağlarının bile kaplandığı, sarı köfke taşı ile kaplanmış merdivenlerden çıkarken, karşımda, gerçekten etkileyici anıtı görüyorum. Tertemiz ve bakımlı yolda ilerledikçe, üzerlerinde birer kırmızı karanfil olan, siyah mermer mezarlar ve üstlerinde fotoğraf ve öz geçmiş olan yine siyah granit levhalar başlıyor. Hemen hepsinin ölüm tarihleri 1990 ve 1992. Tekrar hatırlatayım isterseniz, 1990 Kızılordu’nun baskın gecesinin, 1992 Ermeni’lerin Karabağ işgalinin neticesi bu mezarlar. Asıl üzüldüğüm, civarında yapımı devam eden çok uluslu oligipol inşaatlarının gölgesinde kalacak olması bu mezarların…
Gökyüzüne uzanan estetik gövdesi, altında yanan ateşi ile bu anıt ( hıyaban ) nedense, kısa süre önce bulunduğum noktadan, tüm dünya basınına poz veren, Hillary Clinton’u anımsattı bana.
1918 yılında, Azerbeycan’a yardıma gelen İttihat Terakki’nin oluşturduğu ordunun bir kısmının Ermeniler tarafından yok edildiğini daha önce yazmıştım. Şehitler Hıyabanının yanı başında, üzerinde ay yıldız bulunan küçük, granit kuleye varırken, beyaz taş üzerine işlenmiş isimlerle anılıyor bu şehitler de. Sarıkamış gibi, üzerinde çok konuşulup, çok tartışılacak, yakın tarihin yumuşak karnı olan bir müdahale sonrasının uzun faturası gibi uzanıp gidiyor, isimler.
İkinci kez Şehitlik ( Türk ) Camiinin önündeyim. Sıcak bunalttı. Avlusundaki şadırvanda yüzümü yıkar, gölgesinde dinlenirim umuduyla giriyor, ancak, şaşkınlığa uğruyorum. Bütün meydanlarındaki fıskiyeli havuzlarında, seller gibi suların aktığı Bakü’de, bu caminin suları akmıyor. Kimi suçlamalı, buradaki Türk temciliğini mi, yoksa, Azeri- Türk kardaşlığını, dillere pelesenk etmiş Azeri yönetimini mi? Dört milyon nüfuslu Bakü’de 4-5 camii bulunduğunu, bunların da kapalı olduğunu, Sovyet’lerin dinsizleştirme politikalarının en etkili olduğu ülkenin Azerbeycan olduğunu okumuştum bir zamanlar. Batum sahillerinde konuştuğum üniversiteli gencin sözleri aklıma geliyor. “ Gümrükte, dini kitaplara kesinlikle müsaade etmiyor, alıkoyuyorlar. “ Gerçi, akın akın şeriat ihraç etmeye çalışan, tarikat ve cemiyetlere karşı alınan bir önlem ise, bunu da takdir etmek gerek.
Hava karardı, ama, gökdelen inşaatlarından gelen iş makinelerinin sesleri yankılanırken, bir kez daha, merdivenlerden iniyorum, Hazar sahillerine doğru. Neftçiler caddesinin üzerindeki havuzun yanında, etrafı seyrediyorum. İçeri Şehir kapısından girip, hala bitmeyen taş döşeme işlemleri nedeniyle, kum tepelerinden atlayarak, daracık sokağın içindeki Caspian Hostele geliyor, biraz sohbetten sonra, notlarımı yazarak, yarına hazırlanıyorum.

14.07.2010 ( BAKÜ )

Sabah erken saatlerde, motosikletleri ile gezen grup, bitip tükenmeyen aksesuarlarını kuşanıp çıktılar, ardından, ben de giyinip, Bakü sabahına giriverdim. İstiqlaliyat Küçesinde yürürken, bir yandan da bulutları gözlüyorum, ne zaman yakalanacağım yağmura ? Çok geçmeden de bastırıyor, neyse ki; hızlı ama çabuk geçiyor. Cadde beni, Sovyet bürokrasisinin eserleri olan çok güzel binaların önünden, geniş bir parka götürüyor.
Nizami parkındayım, Azerbeycan halkının büyük bilim adamı ve şairi olan Nizami Gencevi, beşlik ( hamse ) eserleri ile Fuzuli gibi diğer şairlere örnek olmuştur. 1140-1209 yıllarında yaşadığı halde, yerkürenin yuvarlak olduğunu, döndüğünü, Satürn gezegeninin yörüngesini Gaile’den çok önce anlamış ve anlatmıştır. Geniş meydan güzel düzenlenmiş, burada da havuzlar, su düzenleri keyif veriyor. Nizami’nin heykeli, karşıdaki Nizami Azerbeycan Edebiyat Müzesi’ne bakıyor. Dış cephesindeki nişlerde, Azeri edebiyatının önemli sanatçılarının heykelleri, fotoğrafları, eserlerinden beyitleri var. Tüm bunlar, ülkemde nelerden yoksun olduğumuz konusunda derin derin düşünmeye sevk etti beni. Kapıyı çalıyorum, ağır kapı gecikmeyle açılıyor ve yaşlı bir kadın kapalı olduğunu söylüyor. Bakü’nün en lüks mağazalarının bulunduğu caddeler, Çeşme Meydanına açılıyor. Zaten, buralarda dolaşanların, refah düzeyleri, her hali ile belli. Bir havuzun önünde yer alan, makyaj yapan kız heykeli ile aynı banka oturuyor, çevremdeki temiz ve bakımlı atmosferi seyrediyorum. İki genç kız gelip, kız heykelinin omzunda elim, fotoğrafımı çekiyorlar, ben de takılıyorum; “ onun için de, sizin için de yaşlı sayılırım ben. “ gülüyorlar.
Alizade Küçesindeki Tarih Müzesine gitmeye karar veriyorum. ( 5 AZN ). Kapıdaki polis elindeki, dedektörle didik didik arıyor. Her seferinde ikaz verince, pes edip, içeri girmeme izin veriyor. Öylesine düzen ve disiplin hakim ki, hemen hissediliyor. Bana eşlik eden, güzel Azeri kıza dayanamayıp soruyorum. Evet, Sovyetler Birliği zamanında, 1923 yılında açılmış ve gelenek devam ediyormuş. İlk defa bir müzeyi, ayaklarıma takılan galoşlarla dolaşacağım.
İlk çağlardan, Karabağ etnografyasına kadar, o kadar çok obje barındırıyor ki; gerçekten yoruldum dolaşırken. Hatta, bugün Qubüstan’a gitme planımı da iptal ettim, müzedeki zenginlik yüzünden. 12. y.y ‘da kurulan Şirvanşah’lar Hanedanının haritaları ve eserlerinden, Nesimi’nin ölümünü tasvir eden tabloya kadar, pek çok stand önünde, adım adım peşimden gelen Sovyet kalıntısı, bana fotoğraf çekme izni vermeyen ( cep telefonunla çekebilirsin demesi de çok ilginçti) yaşlı ve şişman kadını bıktırırcasına durarak seyrettim. 20 yıldır aynı müzede görev yapmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ederken, sert bir sesle “ panoları karşılıklı gezmen lazım, sırayla değil “ diyor bana, ben de kendi sorumun cevabını almış oluyor ve sert bir sesle “sana ne, istediğim gibi gezerim “ diyerek patlıyorum. Ondan sonra daha büyük bir inatla, üç adım geriden takip etmeye başlıyor. Yorulunca, en yakın tabureye oturup, kalkana kadar gözlerini üzerimden ayırmıyor, tarih müzesinde tarih olmuş kadın.
İmameddin Nesimi, 1369 yılında, Azerbeycan’ın Şamahi kentinde doğmuş, Arapça ve Farsça divanlar yazmış bir sanatçı. Ancak, pek çok sanatçı gibi Panteizm’i benimsediği için, Mısır Memlük yöneticileri tarafından derisi soyularak ölüme mahkum edilmiş.
Tarih Müzesinin ikinci katında, etnografik eserlerin, Rus ve Ermeniler’le olan çatışmaların yer aldığı panolar bulunuyor. 1917 Mart ayında, Çar’ın devrilmesi üzerine, Azerbeycan Müsavat Partisi kurucusu, Mehmet Emin Resulzade şöyle diyor, pano üzerindeki bir gazetede; “ Müstakil Azerbeycan Devleti yaratılacak ve müstakil devletler ittifakına dahil olacaktır. “ Tabii, sonra, kıyamet kopuyor, b1920’ ye kadar Bolşeviklerle çatışıp, sonunda teslim oluyorlar.
Bir odayı da, neft tarihine, ülkede petrol aramaların gelişimine, bu konuda yurt dışında eğitim görerek, Azerbeycan’da çalışmış bilim adamlarına ayırmışlar. Allah’tan burada, başka bir görevli kız eşlik ediyor bana, dinazordan kurtulmuş oluyorum.
Müze bitti, derken, kızcağız, eliyle, peşinden gelmemi işaret ediyor. Hayırdır, diyerek takip ediyorum, bir köşede, ayağımdaki galoşların üzerine, yumuşacık terlikler giydiriyor ve Tagıyev Müzesine sokuyor.
Hacı Zeynelabidin Tagiyev, şöhretini petrolden elde ettiği serveti ile duyuran bir Azerbaycan Türküdür. Okuma yazma bilmemesine rağmen küçük yaşta iş hayatına atılmış; satın aldığı topraklardan petrol çıkmasıyla elde etmiş olduğu serveti, milli sermayenin yeni yeni geliştiği XIX. yy Azerbaycan ekonomisine damgasını vurmuştur.
Tagiyev, dillere destan servetinden çok, hayırseverliği ve eğitime verdiği önemle anılmayı başarmış birisi. Onun cömertliğinden, sadece Azerbaycan halkı değil; Hindistan, Mısır, İran, Osmanlı Devleti ve Rusya Türkleri de nasibini almış. "Halkım varlık içinde yaşasın, gençler okusun" düşüncesiyle binlerce projeye destek veren Tagiyev'in, Azerbeycan Sovyeti döneminde, Rüya Sarayı'na el konulurken bile ailesine hitaben ağzından şu sözler dökülecektir: "Özel eşyalarınız dışında hiçbir şeye dokunmayın. Bu saray, müze olması kaydıyla artık halkımındır." Gerçekten de rüya gibi bir mekan içinde bulunuyorum. Alizade Küçesindeki binanın bir kısmı Tarih Müzesine ayrılmış, bu kısım, aynen korunarak, bu günlere ulaştırılmış. Sovyetler Birliğinin sanata, bu anlamda bakışı gerçekten takdire değer. Sermaye düşmanlığı yaparak, yok edilebilirdi, Sovyetler’in pek çok yerindeki güzellikler. 101 odalı bu sarayın, yıldızlarla süslü, tavan ve duvar süslemelerinin güzelliği karşısında şaşkına dönmemek mümkün değil. Bu bölümde de, bir genç kız eşlik ediyor. Söylediğine göre, hala bir bakım ve onarım görmemiş, desen ve renkler orijinalmiş. Cam süslemelerin incelik ve işçiliği şaşırtırken, eşlik eden kıpır kıpır kızın güzelliğine bakmayı da ihmal etmiyorum, bu arada ve soruyorum; “ bunca saltanat ve güzelliğe rağmen nasıl ölebilir bunların sahibi. “ Kız önce dediğimi anlamıyor, sonra kahkahayı basıyor. Tabii, ben, çok sonra öğreniyorum, Tagiyev’in elinden alındığını bu zenginliklerin. Tavandaki altın süslemeler için, 9 kg. altın kullanılmış. Fotoğraf çekmeme de izin veren kız, omzuma dokunarak, ısrarla yatak odasını, daha doğrusu yatak salonunu göstermek istiyor. Genç olmadığıma üzüldüğüm anlardayım şimdi…
Elimdeki LP’yi bir koltuğun üzerine koyup, fotoğraf çekerken, kitabın üzerindeki “ Armenia “ kelimesi, dostluğumuzu soğutuveriyor, bir anda. Derken, Ermeniler’in, Azeriler’in topraklarının % 20’ ye yakınını işgal etmesine geliyor konu ve Ermeniler’in Karabağ’dan çekilmeleri için, Türk’lerin baskı yapması gerektiği söylüyor. Sıcacık ellerini sıkarak vedalaşıyorum.
Giriş kapısında, ayaklarımdaki galoşları çıkarırken polis, “ abi, Karabağ sergisini de gör “ deyince, zemin katta, arkadaki salona yöneliyorum, bu kez. Başka bir kızın refakatinde, Karabağ aristokrasisi, etnografisi, halılar, tarih boyunca Ermeniler’le mücadeleleri içeren tabloları izleyip, müzeden ayrılıyorum.
Bugün gördüğüm bir Türk lokantasına giriyor, ancak, yemekleri görünce iştahım kaçıyor, ayıp olmasın diye bir mercimek çorbası içiyorum ( 1 AZN ).
Çift Kapılı denilen yerden, İçeri Şehir’e girip, henüz makyajlanmamış, doğal halleri ile sokaklarını, evlerini , avlulara açılan işlemeli kapılarını fotoğraflıyorum.
Sırada, Şirvanşahlar Sarayı Kompleksi var. Kompleks; Saray Binası, Mescidi, Divanhane, Keykubad Mescidi, Şirvanşahlar (Hatıra) Türbesi, Şah Mescidi, Seyid Yahya Bakuvi Türbesi, Murad Darvazası (Büyük Kapı), Saray Hamamı ve ovdan (su deposu) oluşmaktadır. Divanhane (1428) resmikabul törenlerinin ve devlet şurası toplantılarının yapıldığı bina. Bu toplantılar Şah’ın ve ileri gelenlerin katılımıyla sekiz köşeli yuvarlak kubbeli binada yapılırmış. Saray Binası (XIV-XV. Asırlar) Şirvanşah I İbrahim devrinde (1382-1417) inşasına başlanmış. Saray iki katlıdır. Şah ve ailesinin kullanmış olduğu üst kat doğu saraylarının özelliklerini taşımaktadır ve iç ve dış odalardan oluşmaktadır. Alt kat ise sarayın ihtiyaçlarının karşılandığı bölüm olarak kullanılırmış. Keykubad Mescidi (XIV. Asır) Şirvanşah hükümdarı Keykubad (1317-1356) mescit-medrese olarak inşa edilmiştir. Saray Âlimi S.Y.Bakuvi’nin medresede Şirvan şahların çocuklarına bu medresede eğitim verdiği görüşü kabul edilmektedir. 1918 yılında çıkan yangınla mescit tamamen yanmıştır. Seyyid Yahya Bakuvi Türbesi (1464), bodrumdadır, halk arasında “Derviş” türbesi olarak bilinmektedir. Şirvanşah Halilullah’ın sarayında saray âlimi olarak yer alan Seyyid Yahya Bakuvi Azerbaycan’ın Şamahı vilayetinde doğmuştur. "Bakuvi" diye anılması hayatının en uzun ve en önemli dönemini Bakü’de geçirmiş, orada meşhur olmuş ve yine orada vefat etmiş olmasındadır. Hatira Türbesi (1435) Mimar Mahammad Ali tarafından Şirvanşahlar’ın aile türbesi olarak Şirvanşahın annesi Bike Hanım ve 6 yaşındaki oğlu Ferruh Yamin’in defni için inşa edilmiştir. Şirvanşah Halilullah, karısı Hanika Sultan ve oğullarından Mahammad İbrahim, Amir Behram, Şeyh Saleh’de türbeye defnedilmiştir. Şah Mescidi (1441) İki bölümden oluşan Şah Mescidinin büyük olan bölümü Şah ve saray mensuplarının kullanımı, küçük olan kısmı ise saray kadınlarının kullanımı için tasarlanmıştır. Saray Hamamı (1438) Şah’ın ailesi tarafından kullanılan hamam 1939 yılındaki kazı çalışmalarında gün ışığına çıkmıştır. Duvarlarındaki, ince işçilik, korunamaması nedeniyle, belirsizleşmiş, öyle ki, dikkatsiz gözler, yüzyıllar üzerinden gelen, bu emeği fark edemezler bile. Murad Darvazası (1585-86 Şark Darvaza’sı olarak da bilinir) Sultan III. Murat döneminde yapılan kapı komplekse yapılan en son ilave özelliğini de taşımaktadır. Kapıda “Bu bina Ulu Racab Bakuvi’nin 994. yılda siparişi esasında büyük ve adaletli Sultan III Murad’ın devrinde inşa edilmiştir.” yazar. 1964 yılından itibaren müze kimliğine kavuşan Şirvanşah’lar Sarayı’nda zengin bir halı koleksiyonunun olduğu bir bölüm, döneme ait diğer eşyaların sergilendiği diğer bir bölüm ve İçeri Şehir sakinlerinden Elmira M. Abbaslı tarafından mumdan yapılan heykellerinin sergilendiği bir bölümde, Ayrancı, basmacı, kadı, faytoncu, kabadayı tiplemeleri çok güzel. Hazar Denizi kıyılarından toplanmış pek çok taş, üzerindeki güzel oyma işçiliği ile, bahçede yok olmaya terk edilmiş. Bazılarının üzerinde insan figürleri de var. Şirvanşahlar Saray Kompleksi, Kız Kulesi ve İçeri Şehir duvarları 2000 yılından bu yana, Unesco’nun Dünya Mirası listesinde.
Dün 2 AZM deposit vererek, altı biniş yüklettiğim metro kartımı kullanarak, Bakı Soveti Metro istasyonundan, 28 Mayıs metro istasyonuna geliyorum, tren garındaki gişelerin önünde yine kuyruklar oluşmuş. Sonunda, Tiflis’e gitmek için, 20 Temmuz’a bilet alıyorum ( 27 AZN ). Tekrar Metro’ya binerek, Gençlik istasyonuna geliyorum bu kez. Karşımda, kalabalık, kaotik, toz duman içerisinde yollar ve blok apartmanlar çıkıyor. Varoşlarından bile olmalı bu semt Bakü’nün. Sabahtan beri dolaşıyorum, bir köşede gördüğüm Türk Döneri levhası dikkatimi çekiyor, sokuluyorum (1.2 AZN). Ortalıkta, özellikle Rus kadınları gözüme çarpıyor. Bazıları, yanlarında Azeri erkeklerle, meydandaki çay bahçesinde oturmuşlar. Ben de oturuyorum Gençlik çayevine, ortalığı seyredebilmek için. Yolculuğun başlangıcından bu yana, notlarımı doğru dürüst yazamadım, hiç değilse, onları tamamlamak üzere, sırt çantamdan, okul defteri ve kalemimi çıkarıyor, yazıyor, yazıyorum. Bir bira söylüyorum, bir tane daha ve ilk kez, haşlanmış nohut ile bira içiyorum ki; fena da değilmiş. Hava kararmaya yakın notlarım bitiyor. Kafkas coğrafyasında bira daha doğrusu alkollü içkiler ucuz olmalı. Başka türlü, her tarafta sarhoş görmek mümkün olamaz. Azerbeycan’da sokaklarda sarhoş görmedim, ama, içkiden sakınan da yok. İki bira 0.8 AZN, haşlanmış nohutun tabağı için de 0.4 AZN alıyorlar.
Metro istasyonunun karşısındaki, Ramstore’a giriyorum, Koç grubunun Migros’unun kardeşi. Gıda fiyatları oldukça pahalı. Elma 2.69 kg/AZM, pratik olarak, Azeri Manatı, Türk lirasının iki katı. Meyve ve su alıp, Gençlik istasyonundan 28 Mayıs istasyonuna, sonra da, Bakı Soveti’ye geliyorum, İçeri Şehir’in yanı başına yani. Bugün, hava düne göre daha iyi, dün resmen ter fışkırmıştı vücudumdan.
Rüzgar kesilmiş, şeytan dürtüyor, yorgun olduğum halde, sahildeki, geniş yürüme alanlarına geçiyorum. Gençler el ele, yaşlılar yalpalayarak yürüyorlar, tertemiz, döşenmiş taşlar üzerinde. Büfeler, çay bahçeleri dolu. Sahilden az ötede, denizin içindeki fıskiyeden 20 m. kadar yukarı çıkan sular, batmakta olan güneşin son ışıkları altında harelenip, gök kuşağı oluşturuyorlar. Zaman zaman kulağıma, yüksek volümlü sesler geliyor, o tarafa ilerliyorum, yürüyüş parkurunun neredeyse bittiği yerde, soldaki meydanda, bir sahne oluşturulmuş, üzerindeki manken kızlar, Haydar Aliyev’in posterinin kapladığı sahnenin önünde şuh pozlar veriyorlar. Bir anda beliren rüzgar, sahnenin yanı başından göklere sular fışkırtan başka bir havuzun sularını, yağmur yağarmışçasına üzerime gönderince, elimdeki fotoğraf makinesini zor kurtarıyorum. Sabahtan beri, tam on iki saattir yürümenin yorgunluğu olmasa; ya bekleyip, ya da daha sonra gelip, Azerilerin eğlencelerine katılmak isterdim, ama, şimdiden küfelik haldeyim. Neftçiler Küçesinin yoğun trafiğini aşmak mümkün değil, trafik lambalarına kadar yürüyüp, karşıya geçiyor ve Kız Kalesinin önünden geçerek, iki gündür, 20 m.lik yolda taş döşeme işi bitmediğinden, yine sekerek, atlayarak Caspian Hostel’e girmeyi başarıyorum. Aldığım duş iyice gevşetiyor beni, odada, ne Behram ne de başkaları var. Yarın gideceğim Quba’yı okuyorum LP ‘den, sonra uzanıyorum.

15.07.2010 ( BAKÜ - KUBA - KUSAR - KUBA )
Sabahın köründe birisi alarmı kurmuş anlaşılan, kapatıyor, az sonra yine çalıyor. Karşımdaki yatakta yatan sarışın kızın yanından geliyor sesler, ancak; , onun ne uyanmaya, ne de alarmı iptal etmeye niyeti var. Olan gene bana oluyor, uykum kaçıyor. Odanın karanlığında, el yordamıyla, kimseyi uyandırmamaya dikkat ederek, sırt çantalarımı toparlıyor ve dışarı çıkıyorum. İranlı Behram, bir tabureye oturmuş, Hafız’ın rübailerini okuyor. Bakü’de mimari programlama dersleri alıyor, sempatik, cana yakın birisi. İçeri giriyor, az sonra elinde iki kupa çay ile geliyor, bisküvi paketini de önüme sürüyor, yola aç çıkma, yanına al diyerek. Bu arada, Mevlana’dan, Sadi’den, Hafız’dan bahsediyor, doğu’nun müşterek kültürlerinin, bizleri daha da yaklaştırdığını hissediyoruz. Ama, fazla vaktim yok, öpüşerek ayrılıyor, sabahın kimsesizliğini yaşayan Aliağa Vahit parkın önünde Bakü Avtovağzal’ına ( otobüs terminali ) gidecek 162 nolu otobüsü beklemeye başlıyorum. Gelen bomboş otobüste, işe gitme telaşındaki Azerileri izliyorum. Hava çok kapalı ve rüzgarlı bugün. Saat henüz 08.00. Trafik rahat, bina aralarında kurulmuş “ Şadlık “ denen düğün çadırları, bu mevsimde, yağmurun Bakü’lüler için sürpriz olmadığını gösteriyor. Derken, korkunç bir yağmur boşalıyor, çantalarımla, sokakta olmadığıma şükrediyorum. Nerdeyse, bir saat sonra, Avtovağzal’ın karşısında iniyorum. Yağmur hafiflese de, hızlı hareket etmem gerek. Bir iki soruştan sonra, Quba ( Kuba)’ya giden marsrutka’yı buluyor, fazla beklemeden dolup hareket ediyor ( 4 AZM ). Yol boyu, mezarlıkların yanından geçerken, hemen hepsinin mezar taşında fotoğraf, bazılarının başuçlarında da heykeller var. Statü koruma derdi, bu mekanlarda da devam ediyor anlaşılan. Mezar taşını dahi kabul etmeyen Vahhabi’ler bu işlere ne diyorlar acaba ?
Solda, Ceyranbatar Baraj gölü uzanıyor, etrafı lüks evler ve villalar tarafından ablukaya alınmış. Her yer petrol boruları, kuyuları ve direkleri ile dolu, ancak; hiçbirinin üzerinde tanıtıcı levha yok. SOCAR devlet işletmesi, ancak; bildiğim kadarıyla, özel konsorsiyumlar da arama yapıyorlar bu ülkede. Yolda, büyük panolarda, Haydar Aliyev’in sağlığında söylediği sözler sergileniyor.
Marsrutka, sanırım, 120-130 km. hızla gidiyor, böyle giderse, LP ‘nin yazdığı gibi dört saat değil, çok daha kısa sürede varabileceğim Quba’ya. Sumqayıt’tan geçiyoruz. Ülkenin üçüncü büyük kenti, 300000 nüfusu ile. Sovyetler döneminde kurulan kimya sanayi, bağımsızlıktan sonra da, devam ediyor olmalı, her taraf sanayi tesisleri ve petrol kuyuları ile dolu. Siyezen rayonuna ilerliyoruz şimdi, sağda, Hazar Denizine de iyice yaklaştık. Siyezen sırtını boz ve kıraç tepelere dayamış, neredeyse, tektip, saç damlı, tek katlı, beyaz kesme taştan yapılmış evlerle dolu. Yol boyunca, eğri büğrü payandalarla desteklenmiş, kalın, ince bir sürü boru görünüyor yine. Sarı renkli olanlar doğalgaz boruları olmalı. Tepelerin altında, çok geniş borular için iş makineleri çalışıyor.
Sabran reyonunun evleri Siyezen evlerine benzese de; daha yeşil bir dokuya sahip. Burada da, ilerideki tepelerin eteklerinde, harıl harıl çalışan iş makineleri görüyorum. Belli ki; yeni bir boru hattı güzergahı açıyorlar. Kara kara bulutlar ürkütüyor. Ne zamandır, sürekli yükselen bir yolda ilerliyoruz, kulaklarım uğuldadığına göre rakım hayli yükselmiş olmalı.
Quba Olimpiyat Kompleksi, yine Haydar Aliyev’in panoları ile süslenmiş. Bir kavşağı dönünce, Avtovağzal yazısını görüyorum. Yanımdaki adam, geldik diyor, saat 11.20, yaklaşık iki saatte bitti yol.
İstanbul’dan gelirken yanımda oturan Rail adlı Azeri genci, Quba’ya gelirsem, kendisini aramam için telefonunu vermişti. Arıyorum, hat söndürülmüş veya ihata harici diye anons geliyor, her seferinde. Hedefim, Nizami Park yanındaki Şah Dağ oteli. Sorduğum insanlar, uzak olduğunu, marşrutka’ya binmem gerektiğini söylüyorlar hep. Bindiğim minibüs şöförü az sonra Nizami Park’a geldiğimizi gerektiğini ikaz ediyor. Adet olduğu üzere, inerken 20 kepik uzatıyorum. Almıyor, “ Sen Türk’sün, konuğumuzsun “ diyor, ısrarlarım da fayda vermiyor. Ortalıkta yollarda kimseler yok, ağaçların sıklığından tahmin ederek yürüdüğüm yol, Nizami Parkın yanına çıkarıyor, otel de hemen arkasında. Önce, terk edilmiş veya kapalı zannediyorum. Dönmeye hazırlanırken, bir gencin el salladığını fark ediyorum. Gerçi, LP ‘de elden geçirilse, harika bir tesis olur diye yazıyordu Şah Dağ için. Henüz anlayamadım ama, bu tesis çok şey görüp geçirmiş gibi geliyor bana. Neyse, balkonlu bir oda için 5 AZD ‘ye anlaşıyorum. Az sonra, otelin girişindeki plaketleri fark ediyorum. Kiril harfleri yazıldığı için metni anlayamasam da; 1941 tarihi, 2. Dünya Savaşında bir rolü olduğunu anlıyorum, öğreneceğim bunu.
Şah Dağ otelin önünden aşağı inen yolu takip ediyor, az sonra, köy benzeri bir yerleşimde, tek katlı, eski evlerin dizildiği Nerimanova Caddesinde, düşe kalka bisikletleri ile gezen çocukları seyrederek ilerliyorum. Pencereden uzanmış bir kadına, “ buranın adı ne ? “ diye soruyorum, Rusça cevap, bir şey anlatmıyor bana. Öğle uykusuna yatmış gibi sakin caddenin sonuna kadar gidip, geri dönüyorum. Yine gözlerim doğalgaz borularında, ana boru üzerinden, öyle fütursuz ekleme yapmışlar ki; boru biraz esnese, kaynak yerinden yırtılarak gaz kaçağına neden olacak. Bir de; sayaçlar öyle biçimsiz yerdeler ki; nasıl okunduğunu merak ediyorum. Karşı sokaktan gelen bir grup adamı görünce, bekliyor, selam veriyorum. Cenaze evi ziyaretinden dönüyorlarmış. Ayrı bir köy değil, Quba’nın bir mahallesi imiş.
Bu kez, sağdan aşağılara uzanan dar yola iniyorum, çok geçmeden karşıma, geniş taş yatağında yorgun ve daracık akan Qudiyalçay çıkıyor. Geniş ve sağlam köprüden yürürken, Qudiyalçay’ın yatağının ne kadar değişken olduğunu fark ediyorum. Ne hikmetse; sağlam ve geniş köprü, iki tarafa dizilmiş demir borularla araç trafiğine kapatılmış. Solda, ağaçların altına kurulmuş masalardan, tavla sesleri geliyor, başka bir masada çay içen 4-5 kişi görünce sokuluyor ve Türkçe; “ bana da, bir çay verin “ diyorum. Önce şaşırıyorlar, sonra, önlerindeki porselen demlikten, bir bardak çay uzatıyorlar bana. Bir kısmının başında, Yahudilerin dua ederken veya dışarıda taktıkları kipalardan, bir kısmında ise, tek tip, siyah kasketlerden var. Türkçe konuşmamdan, daha doğrusu benden hoşlanmadıklarını hissediyorum. Yine de, ikramda kusur etmiyorlar, bardağım bittikçe yeniliyorlar çayı, yeni toplanmış, yeşil eriklerden veriyorlar. Aralarındaki konuşmaları da çözemediğim için dayanamıyor, hangi dilde konuştuklarını soruyorum. İçlerinden birisi yanıtlıyor; “ Bizler Dağ Yahudileriyiz. Dilimiz farklı, İbranice – Farsça karışımıdır. “.
Quba’nın içinden geçen, Quadiyalçay Nehri’nin diğer yakasında, İsrail dışında, dünyada tüm yaşayanları Yahudi olan tek yerleşim. Nüfusu dört bin civarında. Krasnaya Sloboda ya da Kırmızı Kasaba olarak adlandırılıyor, halkına Dağ Yahudileri deniyormuş. Hz. Süleyman Tapınağı’nın M.Ö 722’de yıkılmasından sonra dünyanın farklı köşelerine dağılan gruplardan biri buraya yerleşmiş. Daha inandırıcı bir iddiaya göre, kasaba halkı 17. yüzyılda İran’dan kaçan Yahudiler. Azerbaycan genelinde 10 bin Yahudi yaşıyor ve mecliste bir milletvekiliyle temsil ediliyorlar. Krasnaya Slobodo’daki genç neslin bir kısmı Moskova’ya göç etmiş, kazandıklarıyla da kasabalarında çok lüks villalar inşa etmişler. Yanımdaki, iki yıl önce Tel Aviv’den gelip, buraya yerleşmiş. Başka birisi, 31 Mayıs 2010 gecesi, İsrailli komandoların, Mavi Marmara yardım gemisine yaptığı saldırıda öldürülen 9 Türk’ten sonra gerilen Türkiye – İsrail ilişkilerini soruyor. Ben; “ uzun zamandır yollardayım, son gelişmelerden haberim yok. “ derken, birisi sert bir şeyler söylüyor, diğerlerini ikaz etmiş olmalı, bu konu hemen kapanıyor.
İzin isteyip kalkıyorum yanlarından, gerçekten çok bakımlı ve temiz olduğu Quadiyalçay’ın karşı yakasından bile fark edilen Kırmızı Kasaba’nın sokaklarına dalıyorum. Bir kısmı hayli eski olmasına rağmen bakımlı, pullu çinkolarla bezenmiş kuleli çatıları, apayrı bir mimari, bu yöreden çok, Ortodoks Rusya kilise kulelerini çağrıştırıyor. Büyük harcamalarla, yeni yapıldığı belli olanlar, büyüklük ve gösterişleriyle uzun uzun seyretmeme neden oluyor. Bazı binaların üzerinde İbranice kitabeler var. Krasnaya Sloboda’nın, Quadiyalçay kıyısına yeni yapılmış kaşanelerinin bazıları, suyun üzerine kadar taşmış. Sonunda, çay içtiğim kahvenin önüne geliyorum tekrar. Hemen yanındaki kızıl yıldızlı anıtı fark ediyorum, kızıl yıldızın altında, Kızıl Ordu askeri heykeli var. 2. Dünya Savaşında ölen askerlerin anısına, Sovyet Azerbeycan’ı yıllarının mirası olarak, tahrip edilmeden, hatta, boyalarına bakılırsa, korunarak bu günlere gelmiş. Üzerinde, Haydar Aliyev’in; “ ebediyen yaşayacaksınız . “ sözleri görünüyor.
Köprü üzerinden geri dönerken, karşıdan gelen iki gençle selamlaşıp, bu yerleşim hakkında farklı bilgi alırım zannediyorum. “ Yahudi olmamalarına rağmen aynı şeyleri söylüyorlar. Sovyetler Birliği zamanında, pis ve bakımsız bir yerken, sonraları Diaspora ve zengin akrabalarının yardımı ile bu hale getirdiler, hemen hepsi Yahudi’dir. “ Ben, ilk defa, evlerin önünde, kapaklı saç kutular içinde, yerlere saçılmadan çöplerin muhafaza edildiğini gördüm Kırmızı Kasaba’da.
Aslında, Quba’ya geliş nedenim, Azerbeycan’ın, belki ulaşımı zor, ama, görülmeye değer olduğunu hissettiğim Kınalık köyüne gitmek için. Önümde, kocaman bir yarım gün var, ancak, Kınalık’a yarın sabah erken saatlerde kalkan jiplerle gitmek mümkün. 60000 nüfuslu Quba, kilim ve elma bahçeleri ile ünlü, Fatali Han döneminde başkentlik yapmış, sakin, ormanı ve yeşili bir yerleşim. Yakınlardaki Qusar’a gitmeye karar veriyor ve Nizami Park önünden yürüyerek, marşrutkaların geçtiği caddede biniyor ( 20 q ), Quba Avtovağzal’a ( otobüs terminali ) geliyor, buradan da Qusar’a giden başka bir marşrutka’ya biniyorum ( 40 q ). Azerbeycan’da ulaşım çok ucuz, fakat, konaklama ve restoranlar çok pahalı. Eğer guesthouse veya hostel bulamazsam, bir anda, gece de 70-100 $ ödemem gerekebilir. Sanırım 15 km.’yi geçmeyen yol, çabuk bitiyor ve bardaktan boşanırcasına bir yağmur altında inip, kendimi, en yakın dükkanın kuytusuna zor atıyorum. Sonradan dükkanın levhası dikkatimi çekiyor. Türk Şirniyesi yazıyor. Şirniye, şeker, tatlı demek Azerilerce. İçeri giriyorum, yağmur geçene kadar oyalanır, bir şeyler yerim diyerek. Baklavanın çok kötü taklidi, bükme dedikleri tatlıdan istiyorum ( 1 AZN ). Yağmur inatçı, ben sabırsızım, yağan yağmur altında otogara geliyor ve bir kahvenin saçağının altına tünemiş insanlara soruyorum; “ buralarda nereler gezilir. “ 1 nolu marşrutkaya bin, çepeçevre kenti dolaşır, bindiğin yere gelirsin cevabını alınca, bir kenarda bekleyen dolmuşa ( marşrutka ) biniyorum, yanımdaki sarhoş bulaşıyor bana; “ Türkiye’den haberler nasıl ? “ diye. Ne denir, haberler kötü, ben de kaçıp geldim buralara diyorum. Herkes gülüyor. Quadial çaya kardeşi kadar benzeyen, ancak ondan çok daha debili akan Qusarçaya paralel yürümeye başladım. Restoranların dizildiği yerde, manzara güzel olmalı düşüncesiyle inmiştim marşrutkadan. Aşağıda gümüş harelerle uzanıyor Qusarçay. Nehrin ardında, ağaçlar arasında serpilmiş evler, adeta kamufle olmuşlar. Çay üzerinde, bir ip gibi uzanan dar ve incecik köprü bağlıyor Qusar merkezine karşı evleri. Sol tarafta, 3629 m.lik Babadağ ile 4243 m. yüksekliğinde Şahdağ sis ve bulutlar arasından zaman zaman zirvelerini gösteriyorlar. Rusya Federasyonuna bağlı özerk devlet olan Dağıstan’a komşu olan Qusar, Kafkas’ların eski halklarından olan Kumuklar, Avarlar gibi Lezgi etnisitesini barındırıyor ve Dağıstan’da kalan soydaşları ile bağımsızlık mücadelesi vererek, hem Azerbeycan, hem de Rus yönetiminin başını ağrıtıyorlar sık sık. Qusar’ın favori yeri Leze, yazın yamaçlarında trekking, kışın kayak yapılıyor. Bir taksi şoförü 25 AZN istiyor, götürmek için, ancak, bu saatten sonra, gitmenin bir anlamı olmayacak diyerek, aşağıda uzanıp giden Qusarçay’ın yanından, gözlerim Şahdağ’ın zirvelerinde, yürümeyi tercih ediyorum. Azerbeycan’ın Kafkas Dağlarındaki popüler yerleri Kınalık, Leze ve Şahdağ. Kınalık’a jipten başka araç gitmiyor. 60 AZN istiyorlarmış. Ancak, 4-5 yolcu bulunursa, bu para bölüşülüyor. Yarın sabah Quba’da bunu deneyeceğim. Restoranların önündeki jipler, pahalı araçlar, bir masaya oturup, bira içme isteğimi de frenliyor, bir saat kadar yürüyerek fotoğraf çekiyorum. Ring yapan otobüse biniyorum, yorulduğumu hissedince, Quba Avtovağzal’ındayım tekrar. Tesadüf, Quba’dan geldiğim marşrutkanın şoförü ile döneceğim. Dolmasını beklerken, sohbet başlıyor, diğerleri ile. Önümde oturan genç kadın, 60 AZN vererek aldığı ilaç torbasını gösteriyor, devlet ödemiyor, cebimden para vererek aldım diyor. “ Neden devlet hastanelerine gitmiyorsun “ soruma verdiği cevap çarpıcı; “ doktorlar rüşvet almadan ilaç yazmıyor. “ Karşımda oturan genç jipi ile Kınalık’a çalışıyormuş. Quba’da inince, jiplerin sabah hareket ettiği yeri gösteriyor. 60 AZN’ye götürürüm diyor, ben de, 5 kişi daha bulursan, 10 AZN veririm deyince, umudu kesip ayrılıyor. Quba’nın en hareketli yeri burası olmalı. Bir taraftan toptancı gıda mağazaları, hemen yanında başlayan Pazar yeri ile gürültülü, kaotik bir yer. Hem Pazar yerini görmek, hem dolaşmış olmak için, Pazar yerinin tezgahlarının arasında yürürken başlayan yağmur yüzünden, bir karpuz sergisinin altına sığınmak zorunda kalınca, esnaf etrafımı sarıyor ve tekrar sohbete başlıyoruz. Zaten, Azeriler, konuşmak için bahane arıyorlar. Kimisi kebap yemeğe, kimisi votka içmeye davet ediyor. Yağmurun dineceği yok, her yer suyla doldu, sandalet giydiğim için, ayaklarım çamur içinde. Kapanmak üzere olan bir çay evini açtırıyorlar ve bir semaver çayı bitiriyoruz. Sonunda, yağmur hafifliyor, ayrılıyorum. Bu kez, Avtovağzal’dan, kentin ana arteri Haydar Aliyev Prospekti ( caddesi ) boyunca yürüyerek, bir yandan da, yemek yiyebileceğim, güvenli bir yer bakıyorum. Giderek, güvenlisini değil, hamburgercisini bile bulamayacağımı anlıyorum. Saat 16.30, her yer kapanmış. Dönerciler, tezgahlarını temizliyorlar. Şahdağ Otele kadar bir yolunu bulup, karnımı doyurmam lazım.
Yürüdüğüm cadde boyunca, bütün evlerin cepheleri taş ile kaplanıyor, aynen Bakü’de olduğu gibi. Dayanamayıp, evinin önünde oturan birine soruyorum. “ bu işlerin parasını kim ödüyor ? “ Adamın cevabı; “ devlet, müteahhitlerine yaptırıp, parasını bizden alıyor. “ Bildik, tanıdık yöntemleri, ağabey Türkiye’den öğrenmiş olmalı Azeri yönetimi.
Şah Dağ otelin önüne gelene kadar, yiyecek bir yer göremeyince, aklıma, LP’ nin önerdiği restoran geliyor. Quadiyalçay’ın yanıbaşında, geniş bir arazide, çardaklar altında, Azeriler’in kaymak tabakasına hizmet ettiği belli. Su kenarındaki bir çardağın altında gençler, gürültüyle yemek yiyerek içki içiyorlar. Kasadaki adama “ mutfağınızı bir göreyim “ deyince, bir garsonla arka bahçedeki mutfağa gönderiyor. Kadınların pişirdiği yemek ve şartlar fena değil. Hesap öderken başıma gelecekleri bildiğim için; siparişlerimin tutarını baştan öğreniyorum. Adam şaşkın bakıyor, muhtemel, ilk defa, yemeden ödeyeceği parayı öğrenmek isteyen birisi ile karşılaştı. Mercimek çorba, yarım tavuk ve salata için 12 AZN ödüyorum.
Quba’da, zaman, 1989 Sovyetler’in son demlerinde donup kalmış gibi, evlerin, ağaçların dili olsa; Sovyet öncesi dönemi mumla aradıklarını söyleyecekler sanki, geçim derdindeki sıradan Azeriler gibi. Sakin, sessiz, mütevekkil bir kent Quba. Otel dökülmüş olsa da; çevresini beğendim, geçmişin izleri hala fısıltılarla dolaşıyor sanki. Bugün terkedilmiş görünen Nizami Park bir yandan yenileniyor, işçiler, taş döşüyorlar, Kırmızı Kasaba’ya inen merdivenler boyunca dizilmiş heykellerin kolu bacağı onarılırsa, tekrar canlanacak sanırım Nizami Park.
Otele geliyorum, koca tesiste benden başka kimse yok sanırım. 2.Dünya Savaşında Kızıl Ordu subaylarına karargah hizmeti yapmış bu bina. Upuzun koridorda, oda kapımın karşısına düşen, karakolu geçerek odama giriyorum. Evet, otelin içinde, odamın karşısında, üzerinde yeşil bir levhada, polis yazan bir karakol var, gerçi, kapalı, üzerinde çalıştığı saatler yazıyor.
Uzanıyor notlarımı yazıyorum, bitiyorlar, gün de bitti, ben de uykuya hazırlanarak geceyi de bitiriyorum.

16.07.2010 ( QUBA - KINALIK )
Sessiz ve tertemiz havasından olsa gerek, dinlendirici ve huzurlu bir uyku ile dinlenmişim. 07.30 ‘ da balkon penceresini açıyorum, ciğerlerime dolan taze ve tertemiz hava ile birlikte Nizami Park’taki ağaçlardan, hiç duymadığım kuş sesleri doluyor içeri. Ne hikmetse Kınalık gidişi hakkında LP, ürkütücü ve müşkülpesent bir tavır almış. Şoförlerin insafsızlığından, düzenli seferler olmayışından bahsediyor. 08.00 ‘de bindiğim marşrutka ile avtovağzal’a geliyorum. Sırada; labirent gibi sokaklardan, sebze ve meyve tezgahlarının arasından geçip, Kınalık jiplerinin hareket ettiği yere gelmek var. Sabah ilk saatlerinde pazaryeri henüz çılgın kalabalığa başlamamış. Rus malı UAZ jipleri arıyor gözüm, az sonra, sırt çantamı gören birisi, oturduğu jipin içinden Kınalık diye sesleniyor. Anlaşılan, en azından, bir şekilde Kınalık’a giden araç var, ama adam 60 AZN istiyor. Ben de “ 6 nefer alasan, men de 10 manat ( AZN ) verirem “ deyince, tamam diyor. Belli ki; dolmuş yapacak, tek götüremeyince. Bu arada, manatlarımın az kaldığını fark ediyorum, Kınalık, anlatıldığı gibiyse, bakkal bile yok, sanırım. Şoföre soruyorum; “ valyutayı harada değişbilerem “ nerede döviz bozdurabilirim’in Azericesi bu. Ben de, giderek, çözmeye başladım bu farkı. İleride, gsm satıcısı, dolar da bozuyormuş 50 $ bozdurup, tekrar jipin yanına geliyor, dolmasını bekliyorum ama, gelen giden yok. Ayaküstü şoförle sohbet ederken, her geçen arkadaşına beni tanıtıyor şoför ve ben de, protokol müdürü gibi, durmaksızın, gelip geçenin elini sıkıyorum, sonra da sıkılıp, adamakıllı artan egzost ve gürültüden bir parça olsun kurtulabilmek için, jipin içine sığınıyor, LP ‘yi okumaya başlıyorum. Tam iki saat sonra, arkadaki koltuklara üç kişi biniyor ve tamamlanıyoruz. Zaten, jiplerin altı kişi alması mümkün değil. Şoför yaşlı ama delikanlı gibi. O da, Sovyetler Birliği dönemini mumla arayanlardan. “ İşsizleri, polis yakalar karakola götürürdü, iş bulunurdu, her fabrikanın önünde, işçi ilanları olurdu. “ diyor. Yolculardan biri, yakınlarda ineceği için, sohbete girmiyor, diğer ikisi, damat, kayınpeder. Zeyneddin benim yaşımda, kayınpederi, 42 yıl çalıştığı Azerbeycan Elektrik İşletmesinden emekli olmuş. İkisi de, olgun insanlar. Petrolden, Karabağ tarihine, işgaline, Türkiye’ye, Kürt sorununa kadar pek çok konuda konuşuyoruz. Türkiye ve sorunlarını takip eden ve yakından bilen insanlar. Bir ara, söz, Hüseyin Arabul’a geliyor ve bu ismi ilk defa duyuyorum. Meğer meslektaşım imiş. Anlattıklarına göre, Azerbeycan’daki enerji hırsızlığına, bürokratların fabrikalarına fatura ödeme zorunluluğu getirdiği için, Azeri yönetiminin işine gelmediğini, dönen oyunları anladığını, bu nedenle yaşadıklarını anlatan bir kitap yazacağını söyleyerek Türkiye’ye döndüğünü anlatıyorlar. Merak edip, not ediyorum Hüseyin Arabul ismini, dönüşte araştırmak için.
Sahibi olduğu Barmek holding ile Azerbaycan Hükümeti arasında 2001’de imzalanan 230 milyon dolarlık, anlaşmayla, başkentteki elektrik kesintileri ve teknik sorunları önemli oranda azaltmış, elektrik ücret tahsilat oranını kısa sürede yüzde 50'nin üzerine çıkarmış. Fakat 2006'da Azeri hükümeti Barmek'e 'taahhütünü yerine getirmediği, ücret tahsilatlarını zimmete geçirdiği' gerekçesiyle dava açmış, beş yıl hapis cezası alan Arabul’un hapsi, 2.6 milyon lira para cezasına çevrilmiş ve beş yıl Azerbeycan’ı terk etmeme cezası almış. Buna karşılık, Barmek de uğradığı kâr mahremiyeti ve tazminat hakkı nedeniyle 2006 temmuz’unda konuyu uluslararası tahkime taşımış. Bu arada, sahte belgelerle, Azerbeycan’ dan, Gürcistan’a geçerken yakalanıp, hücre hapsine alınmış. Üç yıl sonra, iki devlet arasında yapılan anlaşma ile tahkim süreci durdurulmuş, Barmek’te kayıtlı mal varlıklarını satarak, borcunu ödeme kararı alınmış. Bu arada da; şirketin varlık tutarı 6 milyar lira olarak bildirildiği halde, üzerlerindeki tek bir zeytinliği 64 milyar liraya satmış olmaları kafamı iyice karıştırdı. Bütün bunları neden yazdım; Azerbeycan, pek çok konuda Türkiye’ye benziyor. Halk çok konuşuyor, eleştiriyor, fakat, pasif de olsa direnemiyor. Alınan maaşlar, ücretler, herkesin şikayet ettiği düzeyde, fakat, herhangi bir ciddi muhalefet ile karşı konulamıyor. Barmek olayı da, kapalı kapılar ardında oluşan anlaşmaların, kavgaların, yine kapalı kapılar arkasında çözüldüğü izlenimi uyandırdı bende.
Nihayet 10.40’ da hareket ediyor jipimiz. (10 AZN ) Quba’dan çıkar çıkmaz, yolun iki tarafındaki ağaçların yukarıda kavuşarak oluşturduğu uzun takın altından geçiyoruz. Quba’nın, zaten temiz olan havası, bir anda ortalığı kaplayan orman dokusu ile daha da mükemmel oldu. Yolun iki tarafında da, istirahat zonası denilen, restoran, oteller ve bungalovlar sıralanmış. Quadiyalçay, sık sık, yanımızda beliriyor ve aşağılara akıp gidiyor. Kımılkazma adlı yerleşimden sonra, üç köyden geçiyoruz, hepsi ağaçların arasında belli belirsiz görünüyor. Öyle güzel, rüya gibi panoramaların içindeyim ki; şoför Halit, heyecanımı anlamış olmalı; “ istediğin yerde dururum “ diyor. Tabii, ben de, bıktırana kadar, aracı durdurup, bol bol fotoğraf çekiyorum. Yaşlı jip, rampalara dalmaya başlayınca, motorun feryatları da başladı. Şoför Halit, ilerlemiş yaşına rağmen, virajlı yollarda, hızlı ama güvenli kullanıyor.
Azerbeycan’a gelecek olanlar, kesinlikle Kınalık’ı atlamamalı. Quba’da Kınalık minibüslerinin ( marşrutka ) kalktığı Kınalık Otel önünde, sabahları bulabilirsiniz. Soför Halit ise, olgun, güvenilir birisi. Telefonu; ( 0506626346 ). Yer yer uçuruma uzanan daracık yollardan, heyelandan akıp zor geçilebilen kaygan zeminlerden geçiyoruz. Schumayer lakabı taktığım Halit 1.5 saat sonra, belirmeye başlayan düğün ( toy ) konvoylarının arasında Kınalık’a giriyor. Zeyneddin’ler de, akrabalarının düğününe geliyorlarmış. Halit, kendisine Schumayer dedikçe, havalara giriyor ve Kınalık içindeki, çamurlu yolları, kayarak da olsa, maharetle çıkarak, düğün evinin önünde duruyor. “ Kalacak bir yer bakayım “ diyorum ayrılırken, bırakmıyorlar beni, “ misafirimizsin, nasılsa, kalacak bir yer buluruz “ diyerek, yemek için bir eve alıyorlar beni.
Kınalık, tarihi, Amasya’lı gezgin Strabon’un “ coğrafya “ isimli kitabına kadar uzanır. Kitabında; Kafkas’larda, Albania halklarından 26 boy olduğunu ve her birinin kendi dilini konuştuğunu yazar. Bu halklardan biri de Kınalık halkı. Üç bin yıldır, şaşılacak ölçüde izole bir hayat yaşamış Kınalık halkı, hala, hiçbir dilin diyalek ve lehçesine benzemeyen, Ketsch adı verilen kendi dillerini konuşur, değişmeyen gelenek ve törelerini yaşarlar. Şu ana kadar, arkeolojik hiçbir kazı yapılmamış, bilimsel olarak. Köyün karşı yamaçları, menhir ve bir kısmı üç katlı olan mezarlarla dolu. 12. y.y ‘da İslam akınlarına kadar, Zerdüşt dinini yaşayan bu toplum, Ebu Muslim adında bir lider vasıtasıyla İslam’la tanışır. Bu isimle anılan caminin girişinde ise, İ.Ö 8.-3. y.y’a tarihlenen, üzeri motifler işli, 2 m. yüksekliğinde taş blok var. Kınalık halkı, Nuh Peygamberin soyundan geldiklerine inanıyor. Ketsh dağlarında peşpeşe yaşanan zelzeleler sonrası, Nuh’un bir oğlu, suları aşarak, bu küçük tepeye gelir ve yerleşir, Kafkas halklarının buradan türemesine neden olur. 4191 m. yüksekliğindeki Tufandağ adı bu inançtan kaynaklanıyor olabilir.
Son zamanlarda yapılmış olsa ve zaman zaman kar ve yağmur nedeniyle, çalışmaz duruma gelse de; Kınalık’lıların, diğer yerleşimlerle ilişkisini artırmış. Zaten Kınalık’ta, 2400 m. yüksekte oluşu nedeniyle, ağaç, sebze ve meyve yetişmiyor, çoğu Quba veya Qusar’dan geliyor. Ama, elektrik ve gsm şebekesi var şu anda.
Köyün ve düğün sahibinin hatırlı akrabaları ile bir salona alıyorlar bizi. Hazırlanan yer sofrasının etrafındaki minderlere yerleşiyoruz. Yanımda, köyün 42 yılık öğretmeni, Fahreddin Babayev oturuyor. Yakasında, çekiç-oraklı rozeti, başında kalpağı ile, Sovyet yazarı Cengiz Aytmatov’un hikayelerinden çıkıp, gelmiş gibi. Aziz Nesin, Orhan Kemal ve İran Azerbeycan’ının katledilmiş yazarı Samed Behrengi’den konuşuyoruz. Ucunda, kurşundan dökülmüş çarık ve nazarlık bulunan bir anahtarlık hediye ediyorum. Çok memnun oluyor. Ama, diğerleri takılıyor bana. “ Hediyeni düğün sahibine vermeliydin, önce “ diye. “ hayır, 42 yıl binlerce öğrenci yetiştirmiş, Sovyetler Birliği nişanı almaya hak kazanmış, benim ülkemin yazarlarını tanıyan, kitaplarını okumuş birine vermem çok doğal. Ama, sizlere de, birer tane hediye edeceğim. “ Önce, semaverle çay geliyor. Etli nohut, yaprak sarma, tahminimin ötesinde çok lezzetli. Köyün ana geçim kaynağı hayvancılık. 2400 m.de, yemyeşil çayırlarda, hormonla, bilimle tanışmamak beslenen hayvanların lezzetinin sırrı olsa gerek. Hele, peynir ve ( dışarıdan geldiğini bildiğim halde ) domatesin kokusuna hayran oluyorum.
Bu arada felaket bir yağmur başlıyor dışarıda, çinko damlı çatıda kıyametler kopuyor, sanki delinip, yağmur damlaları içeri girecek. Dışarı çıkmak mümkün değil, oysa; ben, kadife gibi yemyeşil çayırlara, tepelerin arasındaki vadilerden gümüş renkleriyle akan derelere gitmek isterdim hemen. Çatıda, sesin kesilip, yağmurun durmasını beklerken, semaverler dolup, boşalıyor. Bol bol heyecanlı politik tartışmalar yaşanıyor bu arada. Düğün sahipleri, köyün ileri gelenlerinden ve hoca, bu nedenle, bu coğrafyada olmazsa olmaz olan votka, soframızda yok, düğün sahibi, bizim dedemiz Ebu Müslim evliya hazretleri diyor sık sık. Sofraya son gelen kişinin, köydeki müzenin kurucusu olduğunu söylüyorlar, tanışıyorum. Yağmur dinince de; davet ettiği müzeye gidiyorum.
Kendi gayretleri ile bir araya getirdiği toprak ve seramik objelerden çok, 4323 m. lik Şah Dağının, 4200 m. yükseklikteki eteklerinde buldukları, taşlaşmış mercan hayrete düşürüyor beni. Benzerini, 12 yıl önce, Mısır’da, Kızıldeniz’in Hurghada sahillerinde yüzerken bulmuş ve getirmiştim. “ Nuh tufanını değilse bile, buraların bir zamanlar deniz olduğunu doğruluyor olsa gerek. “ Anlatınca şaşırıyorlar, onlar, bu nesneyi arı peteğine benzetmişler. Genç birisi kabulleniyor, Şah Dağ’ın yanındaki dağa Tufan Dağı deriz. Nuh’un Gemisinin oraya oturduğu söylenir, bir ara tahta parçaları bulunmuştu diyor, diğerleri ise, bu yüksekte deniz olur mu diye itiraz ediyorlar. C-14 Karbon izotop yöntemi ile yaşını anlamak mümkün deyince, gülüyor. “ Bunun bir parçasını Bakü’ye analize gönderdik, 7 yıl geçmesine rağmen, bakanlıktan bir ses çıkmadı “ diyor. Kablumbağa’ nın kabuğuna benzer bir parça tutuşturuyorlar elime, ben, pik dökümden şarapnel parçası diyorum, onlar taş parçası. Başka bir köşede, 1918 Ermeni işgalinde, yardıma gelen Nuri Paşa ve İttihat Terakki liderlerinin fotoğrafları dizilmiş. Hiç değilse, rutubete karşı koruyun dediğim, pek çok el yazması kitap ve Kur’an var, dolapların içinde. Müze ücretsiz ama, çıkarken, bağış kutusuna 2 AZN bırakıyorum.
Az sonra, düğün sahibinin evinin önüne saz heyeti geliyor. Ortalıkta görünmeyen genç kızlar, kadınlar çıkıyor ortalığa, ellerindeki para tomarlarını havaya fırlatıyor, çocuklar da, bunları toplatıp, saz heyetinin keman kutusuna dolduruyorlar. Paraların üzerindeki 10 rakamını görünce, havaya 10 AZN ( manat ) atılan yerde, ben, müzeye 2 manat bırakmakla ayıp ettim diye düşünmeden yapamıyorum. ( 10AZN = 12 $ ). Yine de, merak ediyor ve damadın amcasına; “ bu saçılan paralar 10 AZN mı ? diye soruyorum. Gülerek, 10 Ruble, yani 25 kepik imiş, bizim paramızla da 50 kuruş.
Bir itişme oluyor, sokağın başında. Köyün delikanlıları, az sonra kurban edilecek boğayı zap etmekte zorlanıyorlar. Epey uğraşıdan sonra, yere yıkıyorlar, sonunda da, zavallı hayvan boynuna bıçağı yiyor, damat evinin yolu üzerinde.
İndiğimde, sırt çantalarımı, damadın babası alıp, evine götürmüştü. Bu arada, kalacak bir ev bulmuşlar, evinde kalacağım genç beni bekliyor, ben, çalgıcıların arasında oynarken, havaya 10’luk Rubleler savuran damadın babasını bekliyor, sonra çantaları alıp, gencin peşinden gidiyorum. Adı Faik, kardeşi Ceyhun’la, üç odalı, 10-12 kişinin kalabileceği tesis yapmışlar. Turistleri atla gezdiriyor, popüler hiking rotasında Laza’ya götürüyorlarmış. Ancak, hemen önümüzdeki dağların ardı Dağıstan sınırı 25km. ileride ve Azerbeycan ile Rusya’nın yumuşak karnı burası. Lezgi’ler, Dağıstan’daki soydaşları ile birlikte bağımsızlık istiyorlar. Bu yüzden, köyün karşısına kurulan karakoldaki sınır muhafızları dağ yürüyüşlerini yasaklıyor sık sık. Köylüler de kızgın, kendi topraklarımızda istediğimiz yere gidemiyoruz diye söyleniyorlar.
Köyün turizme girmesi için çaba harcayan Hayreddin Gabbarov geliyor az sonra tanışıyoruz. www. xınalıq.com isimli bir site kurmuş, ayrıca, köyün bulunduğu tepenin altında, çayın yanında konaklama tesisi var. Mısır’da Arap Dili ve Edebiyatı okumuş. Laza’ya ilk hiking tertipleyenlerden.
Faik, beni, evin geniş bir odasına getiriyor. Fotoğraf makinesinin akülerini şarja bağlıyorum, çünkü, bu akşam, kurulan çardağın altında toy ( düğün ) eğlenceleri olacak. Sonra, geri dönüyorum tekrar.
Yağmur durdu, zaman zaman güneş çıkmaya çalışıyor. Zeyneddin beni bekliyormuş; “ ben, Pirler Yeri’ne çıkacağım, gelmek ister misin ? “ diyor. Bakü otobüsündeki Rail, bu Pirler Yeri’nden bahsetmişti, hatırladım. Aşığa Bağdat sorulur mu ? “ Elbette “ diyorum ve köyün bulunduğu yarımada şeklindeki tepenin kuyruk yönünden, tepelere tırmanmaya başlıyoruz. Yükseldikçe, akla zarar panoramalar çıldırtacak beni, durup durup fotoğraf çekiyorum. Rengarenk kır çiçekleri, papatyalar arasında yürüyoruz. Civarda 30 tane Pir mezarı bulunuyormuş, bunlardan biri olduğu söylenen mezar, tavanından sular akan bir mağarada. Ancak, önümüzdeki küçük dereleri ayakkabı ile geçmek mümkün değil, çıkarıp, buz gibi suların içinde yürümek zorunda kalıyoruz bir müddet. Ayak parmaklarım az sonra, soğuktan duyarsızlaşıyor. Bu kez de karşıma 20 m. yüksekten dökülen bir küçük şelale çıkınca, adamakıllı ıslanıyoruz. Gün batımına yakın, ıslak vücudum, 2400 m. rakımın soğuğu ile tanışıyor ilk kez. Akşama işim zor, çantamda ne kadar tişort varsa, üst üste giyeceğim anlaşılan. Hava kararmaya yüz tutmuş saatlerde Kınalık’a dönüyoruz.
Faik çay demlemiş, Yüzüklerin Efendisi atmosferini hatırlatan, harikulade bir tablo önümde, elimde çay bardağı, fazla mutluluk istemem bu anlarda. Faik, düğün yemeğine gidelim deyince, bir eve sokuyor beni. İki adam, sofra başında, votka içiyorlar, yüzleri kızarmış, bir bardak da bana veriyorlar. Görünürde başka kimseler yok. Meğer, bu başka bir düğün eviymiş ve dün düğün bitmiş. Votka ile biraz daha ısınıyorum galiba. Ardından, devam eden düğün çadırına geliyorum, Zeyneddin ve buradaki dostlar, hazırlanan toy ( düğün ) yemeğine başlamamışlar, Metin gelsin diye beklemişler. Hepsine, birer nazar boncuklu anahtarlık veriyorum, mutlu oluyorlar. Et şimdiye kadar tatmadığım bir lezzette. Sofrada yok yok. En çok da, hararetli politik tartışmalar var. Hızlı konuşunca, kaçırıyor, yakalamaya çalışıyorum, anlatılanları. Naylon örtülerle yapılmış çardağın üzerine düşen yağmurlar, yine beni, ya delinirse endişesine sokuyor.
Aşağıda, başka bir çardakta, saz heyeti ve muganni sesleri geliyor. Mugam, Azerilere özgü bir müzik ve söyleyenlere de; muganni deniliyor. Bizdeki, en önemli muganni üstadı, rahmetli Kazancı Bedih idi. Bir sanatçının alışık olmadığımız tevazü ve sadelik içinde geçen hayatı, aynı şekilde, acı bir trajedi ile bitmiş, 2004 yılında, katalitik sobadan çıkan gaz sızıntısı ile zehirlenerek, karısı ile ölmüştü. Karşı dağlarda gözüm, bir yandan da, hanendenin mugamlarını dinliyorum. Ortalık hareketleniyor birden. Damat, sağında, solunda sağdıçları eşliğinde çıkarak, toy çadırına geliyor. Yakınları, sadece sağ yanağından öperek ( dikkat ettim Azeriler’in çoğu böyle öpüşüyor ) boynuna renkli desenli kumaşlar doluyorlar. Yine havada Rubleler uçuşmaya başlıyor, yine küçük çocuklar, yere düşen paraları toplayarak, çalgıcılara uzatıyorlar. Aynı zamanda bu çalgıcı, az sonra yine kendilerine gelecek olan bozuk rubleleri veriyor, büyük değerli ruble bozdurmak isteyenlere. 3000 yıllık bir toplum, hala izole olarak geçmiş, yüzyılların alışkanlığını kıramamış, kendi içlerinde evleniyorlar. Gelin’i görmek kısmet olmuyor, çünkü; düğünlerde gelin kesinlikle ortaya çıkarılmazmış. Çardak altındaki, tahta oturaklara, köy delikanlıları oturmuşlar, kadınlar arkada, ayakta durarak ortalığı seyrediyorlar. Tabii, delikanlılar ile genç kızlar çaktırmadan birbirlerini süzüyorlar. Yaşlı, tombul Hanende, makyajı ve altın dişleri ile saz heyetinin yanında, durmaksızın mugamlar, popüler şarkılar söylüyor. Bir ara kulağıma tanıdık bir melodi geliyor. Sezen Aksu’nun “ Şinanay “ı bu, Hanende’ye bakıyorum, gülerek el sallıyor bana, yabancı olduğumu ve sorarak Türk olduğumu öğrenmiş olmalı. Fotoğraf çekiyorum bolca. Uykum geliyor ve eve gitmek istiyorum. Fakat, evi bulamıyorum, çamurlu sokaklar, bahçelerinde tezek yığınlarının olduğu evler, öylesine birbirine benziyor ki. Sonunda, bir gence, “ beni Faik’lerin evine götür “ diyor ve peşine takılıyorum. Yağmurdan vıcık vıcık çamur olmuş, toprak yollardan geçerek geliyoruz eve. Bahçedeki küçücük kulübe tuvalete gireceğim, ama, kapısına kocaman bir inek, dayanmış, uyuyor belli. Epey, homurdanıyorum, anlamış olmalı, yavaş yavaş çekilip yol veriyor bana. Sesimi duyan Faik yine çay ikram etmek istiyor; “ uykum kaçar “ diyerek istemiyorum.
Keşke, Kınalık’ta akşam olmasa, yağmurda yıkanmış, güneş altında ışıl ışıl parlayan kadife gibi yemyeşil dağları, vadileri , gümüş rengi pınarları daha fazla seyredebilseydim. Odanın ortasında, iki üç yatağı üst üste koyarak, misafir yatağı hazırlamışlar bana. Bu kadar çok yorgan ve yatağı bir arada görmedim şimdiye dek. Hemen yanımdaki duvarda, Hz. Ali’nin bildik, tanıdık resmi altında yatağa uzanıyor, notlarımı yazıyorum, sonunda, uyku el ense çekerek, kündeye getiriyor beni.

17.07.2010 ( KINALIK - QUBA )

Tüm gece boyu, bana hazırlanmış yer yatağında, yıllarca yıl öncesinin, çocukluk günlerimin huzuru ile uyudum. Elyafsız, katkısız, Kınalık koyunlarının yünleri ile yapılmış bir yataktı bu. Yıllardır, böylesi bir uykuya teslim olmayı ne kadar istemiştim. Odanın tüm duvarları, çocukluğumuzun evlerinde olduğu gibi, halılarla kaplı. Tavana kaplanmış, beyaz fon üzerinde yıldızlar olan örtü, Mısır’da Firavun mezarlarının bulunduğu odaları hatırlattı. Gecenin bir saatinde, tuvalete gitmem gerekti, sırt çantamdan ayırmadığım el feneri, ile, sessizce süzülerek, kapıdan dışarı çıktım, yağmur tüm şiddeti ile devam ediyor, 25 m. ilerideki tuvalete gitmem için, vıcık vıcık çamur olmuş bahçede, yağmurdan iyice gevşemiş hayvan pisliklerine basmamak ve kaymamak için, pür dikkat yürümem gerek. Güzel, unutulmaz, nereden gelip, nerelere savrulduğumuzu hatırlatan anlardı. Kınalık’ta, her şeyi, keyifle, sindirerek yaşadım.
Sabaha karşı, yağmur altında sabahlamış ineklerin böğürmeleri ile uyandım. Acıktım, otlağa götürün diyorlar anlaşılan. Az sonra, kadın konuşmaları geliyor kulağıma. Ayaklarında plastik terlikler, keçi ve inek sürülerinin arkasında yeşil çayırlara gidiyorlar. Görünürde henüz erkekler yok. Bulutlar, karşı tepelerin yarısına kadar inmiş, neredeyse, yüzyıllardır, eğimli araziye, tarım yapmak için oluşturulan sekileri örtecek, oysa, karşıdan ne güzel görünüyor insan emeği ürünü bu sekiler. Ne var ki; gördüğüm kadarı ile, bu sekilerde tarım yapmıyorlar artık, onlar da, zamanın, doğanın erozyonu ile keskinliklerini kaybederek erimeye başlamışlar. Faik, 40 koyun, 10 inek sahibi olduklarını söylemişti, herhalde, geçimi temin edebilecek bir rakam bu.
Zeyneddin’in kayınpederi, köyün altında yürürken, ” yıllardır bu köy de iki kişiye hürmet edilirdi, biri bana, diğeri de, az önce, köyün medeniyet evinde tanıştığımız fötr şapkalı, tertemiz kıyafetli, ütülü pantalonlu öğretmenine “ diyor. Açılan yollar, iletişim imkanları, hala izole görünen 800 hanelik Kınalık’ı da etkilemiş, değerleri törpülemeye başlamış anlaşılan.
Sanırım, birkaç yıl içerisinde Kınalık adı duyulacak ve Batılılar’ın konakladığı, yürüyüşler yaptığı bir “ istirahat zonası “ olacak. Ayaklarımda botlarım, üzerimde üç tişort, polar montum olduğu halde, sabah erken saatlerde, soğuk ürpertiyor. Kınalık’ın yerleştiği, küçük tepenin arka taraflarını dolaşıyorum. Çepeçevre güzellik, yeşillik içinde Kınalık.
Düğün evinin bulunduğu meydanın yan tarafındaki alanda, kadınlar, kocaman bir odun ateşi yakmış, dün kesilen boğa etlerini doğruyorlar. Durmaksızın dolaşıyorum, fotoğraf çekiyorum. Çadırın içindeki politik kapışmaları, çekişmeleri dinlemek yoruyor beni. Eleştiriler hep yukarı yönetime, ama, birkaç gündür gördüklerim, Azerbeycan’ın, köpeksiz köy olduğu yönünde. Öylesine yüksek sesle ve heyecanla konuşuyorlar ki; bunu en iyi tanımlayan, birinin, karşısındakini suçladığı “ dil pehlivanlığı “. Bu deyim hoşuma gidiyor, tam da bu kapışmaların özüne oturuyor. Kahvaltı yaparken, saz heyeti çalmaya başlıyor, karşı dağlarda yankılansın diye midir, bilmiyorum, sırtını köye, yüzlerini dağlara dönerek çalıyorlar.
Bir evin düz damında, saatlerdir ateş yakmaya çalışıyorlar, derken, zaten küçücük olan köyü, rüzgarın önüne katılmış duman, sorma da et kokuları sarıyor. Öğle yemeği için tekrar çadırdayız. Öylesine lezzetli bir et ki; tarifi imkansız. Mümkün olsa, kargo ile et temin edilebilse Kınalık’tan. Yemekten sonra, emekli öğretmen Fahreddin Babayev koluma giriyor ve “ müzeye gidelim, sana yazdığım bir kitabı hediye edeceğim “ diyor. İlahi Harmaniya ( ilim ve din ) isimli bir kitap, daha doğrusu risale bastırmış, iki ay önce. İslam’ın kainata bakışını anlatıyor. “ Türkiye’den gelmiş ve bizlerle dostlaşmış Metin Denizmen’e hediye olarak , müelliften “ diye yazarak imzalayıp, bana uzatıyor.
Zeyneddin, Quba’ya dönüş için, bugün çok araç olacağını, rahat döneceğimizi söylüyordu. Ancak, öğleden sonra, bir baktık ki; kimseler kalmamış, dışarıdan gelenlerin hepsi dönmüş. Zar zor, 25 AZN’ e Quba’ya götürecek bir Lada Niva jip bulabiliyor ve kısa bir sürede de olsa, tanışıp, sohbet ettiğim, evlerinde, sofralarında konuk olduğum dostlarla vedalaşıp 17.50 ‘ de yola çıkıyorum. Aynı harika panoramaları, güzellikleri izleyerek, Quba yakınlarındaki Qımıl, Qımıl Kazma yerleşimlerine geliyoruz. Bugün Cumartesi, buralardaki lüks villalar ve istirahat zonalarına büyük ilgi var. Yollar, birbirinden pahalı lüks araçlar, jiplerle dolu. Önümüzde duran lüks araç sürücüsü, fütursuzca, dakikalarca, yolu kapatıp, yoldaki arkadaşı ile konuşuyor. Bizim sürücü hiç tepki vermiyor. “ korna çal “ dediğimde, “ başıma bela mı alacağım, araçtaki adam polis “ diyor. Azerbeycan’ da suç oranının az oluşunu, halkın şikayet edeceği polislere rüşvet verme zorunluluğuna bağlıyorlarmış. Her yerde, polis’e bulaşılmaması, uzak durulması yolunda konuşmalara şahit olmuştum. Azerbeycan, suç olaylarını azaltmanın yolunu, bu şekilde çözmüş anlaşılan. 75 dakika sonra, 45 km.lik yol bitiyor, Quba Avtovağzal’ında, Zeyneddin ile sarılıp, öpüşerek vedalaşıyoruz, kırk yıllık dost gibi. Israrla, Quba yakınlarında oturduğu Zazdabi kasabasındaki evine çağırıyor. Ama, planım gereği, yarın Bakü’ye ve sonra Şeki’ye gideceğim. Şahdağ Otele gitmeyip, Önünden, Kınalık jiplerinin kalktığı Kınalık Otelde kalmayı tercih ediyorum ( 13 AZN ). Güzel bir banyo sonrası, televizyonu açınca, bitip tükenmeyen Ergenekon haberleriyle karşılaşıyorum yine. Azeri kanalından çok Türk kanalı var, bu uydu yayınında. Çoğu Azeri dizilerin tiryakisi, dilimiz Türkçeye benzedi dizi izlemekten diyorlar sık sık.
Kınalık dönüşü, içimde bir burukluk var, keşke birkaç gün kalıp, dolaşsaydım her yerini, Ateşgah’a gitseydim diye düşünüyorum, yağmur da dinerdi belki.

18.07.2010 ( QUBA - BAKÜ - ŞEKİ )
Gece, ara sıra, gıcırdayan yatağın sesine uyanmalar sayılmazsa, dinlenmiş olarak kalkıyorum. Çantamdaki elmalarla sabah kahvaltısı yaparak, 300 m. ilerideki avtovağzal’a yürüyorum. 08.00’ de kalkacak otobüsteyim az sonra ( 4 AZN ). Aslında, Kınalık ile Şeki, kuş uçuşu çok yakın, 60 km. civarında. Ancak, Büyük Kafkas Dağları silsilesinden olan 4323 m.lik Şahdağ ve4191 m. lik Tufandağ geçit vermediğinden, sil baştan Bakü’ye giderek, buradan Şeki otobüslerine binmek zorundayım.
Hava şimdiden sıcak, 23 C. Hareket ediyoruz, akaryakıt istasyonlarında fiyatlar; 95 oktan benzin 0.60 AZN, 93 oktan 0.55 AZN, dizel 0.45 AZN, bir litre şişe suyu da 0.40 AZN Quba-Bakü yolu 165 km, radyoda Türk popstarlarını dinleyerek, 10.15 ‘de Bakü’nün kaotik avtovağzalına giriyor otobüs. Zemindeki geniş alandan, üst katlarda, otobüslerin hareket ettiği peronlara çıkabilmek için, geniş ve rahat merdivenler yapılmış, dışarıda. Fakat, ne hikmetse, bu merdivenlere girişi önlemek için, hepsi, demir parmaklıklarla kapatılmış ve yolcular, ellerinde valizleri, yükleri ile, binanın içinden, dükkanların arasından yürümeye mahkum edilmiş.
Aşırı bir kalabalık var bekleyen. Quba’da 23 C olan sıcaklık burada 33 C’ye çıktı, iki saat içinde. Dün, öğrencilerin imtihanı varmış, her yerden Bakü’ye akın olmuş, şimdi de, dönüş yoğunluğu yaşanıyor. Araçların 12.00 ‘ den önce gelmeyeceği söyleniyor. Benim gibi Şeki’ye gidecek olan iki Danimarka’lı turistle tanışıyorum beklerken. Ellerinde, kocaman Nikon makineler ile dolaşan gençler, ikazıma rağmen, ilk gelen marşrutkaya bir güzel yerleşiyorlar, gidip tekrar ikaz ediyorum, Şeki’ye gitmez diye, panik içinde bagajdan çantalarını alıp, iniyorlar. Bu dikkatsizlikle, dünyayı nasıl dolaşırlar, anlayamıyorum Batılıları, çünkü, bunun benzeri dikkatsizliklerle dolaşan pek çok turist gördüm, dünyanın pek çok yerinde.
Yanımdaki iki Azeri genç, taksi ile gidip, parayı bölüşmeyi teklif ediyor. Normal ücret 6 AZN imiş, bu şekilde 15 AZN ödeyeceğim, kabul ediyorum. Şaşkın Danimarkalıları da, başka bir taksi organizasyonuna dahil edip, yola koyuluyoruz. Arkada, bir karı koca ile Azeri bir ressam oturuyor. 1990 yılında hükümetin davetlisi olarak, Ankara’da resim dersleri vermiş. 93 üyesi bulunan ressamlar birliğinin de üyesi imiş. Türk zenginlerinin sanattan, resimden anlamadıklarını, sırf gösteriş olsun diye, tablolara para verdiklerini söylüyor. Herhalde, genel itibarıyla doğru bir tespit bu. Bugün Pazar, yollar yoğun, pek çok noktada radar kontrolu var. Şoför, tehlike görmediği müddetçe, 160 km. süratle gidiyor. Zaman zaman da yüreğim ağzıma geliyor. Hemen her ülkede olduğu gibi, polise karşı halk dayanışması burada da sürüyor. Karşıdan gelenler, selektör yaparak, ileride polis veya radar olduğunu ikaz ediyorlar. Girit’te kiraladığım bir araçla gezerken, yapılan ikazla kurtarmıştım kendimi, uluslar arası ehliyetim olmadığı için de, polislere yem olacaktım, bunu hatırlıyorum. Azerbeycan’da, radara yakalanan sürücüler, 10 AZN’ den aşağı olmamak kaydıyla, rüşvet vermeden kurtulamazlarmış polisin elinden.
Araçtaki CD’lerden, ülkenin meşhur mugannilerinden (mugam söyleyen sanatçı ) , Könül Xasiyeva ( Gönül Hasiyeva )’nın Cumhuriyet Sarayında verdiği konser CD’sini seçiyorum. Popüler kaygılardan uzak, etkileyici sesi ile hoşuma gidiyor ve bulunca CD’lerinden almaya karar veriyorum.
Bakü – Şek arası 300 km. Şamaxi’ ye girerken, ressam sağda bir yeri gösteriyor, son anda buranın Türk Şehitliği olduğunu anlıyorum. 1918 yılında, Türk Ordusunun, Azerbeycan’ı işgalden kurtarmak için yaptığı saldırılarda ölen askerler için T.C Bakü Büyükelçiliği ve T.S.K Ataşeliği tarafından projelendirilip yapılmış. Ressam da, Ermeni işgalcilerinden, ünlü komitacı Antranik’in kulağının kesildiği büyük bir çatışmanın olduğu yerde yapıldığını söylüyor. Şamaxi ( Şamahi ) çıkışında, bir istirahat zonasında, ağaçlar altında çay molası veriyoruz. Şeki’den Balakan’a 60 km. kalıyor ve buradan Gürcistan’ın Lagodekh kasabasına geçmek mümkün. Bakü’de kime sorduysam, sınır kapalı demişlerdi, oysa, açıkmış, ama, tren bileti aldığım için, geriye Bakü’ ye dönüp, Salı akşamı 22.00’de Tiflis’e gidecek trene bineceğim. 2400 m. yükseklikteki Kınalık’ta çalı bile yetişmezken, buralar, meşe ağırlıklı ağaçlarla kaplı. Yolun her iki yanına kadar sokulmuş, sık ağaçların arasında ilerliyoruz. İsmayıllı, lüks villalar ve istirahat zonalarının bulunduğu bir yerleşim.
Haydar Aliyev’in sözlerinin yazıldığı dev panolar, hemen her virajda karşımıza çıkıyor, bir şey değil, okurken kaza yapacak sürücüler. Qebele, Oğuz yerleşimlerinden geçip, 4.5 saat sonra, Şeki’ye giriyoruz. Burada, Şeki meydanındaki oteli gözüme kestirdim. Azerilerin 9 mertebeli otel dedikleri Şeki Otel, otelden çok iş hanına benziyor. Girişteki adam, odaları gösteriyor. Hemen yanındaki Şeki Saray Otelinin 75-200 AZN olduğunu bildiğimden, fazla titizlenmeden kabul edeceğim. Adam, 40 AZN deyince, omzunu tutuyorum ve “ şimdi, düşer bayılırım, akşama kadar benimle uğraşırsın, adam gibi fiyat söyle “ deyince, iki gece 35 manat’a iniyor, ben 25 manat’ta ısrar ediyorum. “ o fiyata benim yetkim yok, bana açıktan 5 manat verirsen, patrona 20 manat’a kabul ettiririm “ diyor. Böylesi de, ilk kez başıma geliyor. Bu ahlaksız teklifi, patronunu bulup söylesem, odada bırakacağım çantalarım güvende olmayacak, başka yere gitsem, fiyatlar uçuyor. Çaresiz kabul edip, adama 5 manat veriyorum, 20 manatı da sonra veririm diyerek, çantaları bırakıyor, para bozdurup, manat almak üzere ayrılıyorum. Meydandaki Bahtiyar Vahabzade Parkının arkasındaki valyutacı ( döviz bürosu ) bağlı ( kapalı). En yakın valyutacı, 2 km. ileride Pazar denen yerdeymiş. 11 nolu minibüse binip ( 0.2 kepik ), şoförün tarif ettiği yere gidiyor ve manat alıyorum. Civardaki lokantalarda yemekler bitmiş, geniş bir bahçe içindeki restoranı tarif ediyorlar, görünüşe bakılırsa, bu dekor ve çiçekler arasında, 25-30 manatımı alacaklar burada. “ yemekxane “ levhasını görünce, merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Gençler televizyonda, heyecanla güreş seyrediyorlar. Birisi ayağa kalkıp yanıma geliyor. “ ne yemeklerin var “ deyince, ev tipi buzdolabını açıyor, Fena değil. Etli çırpma, yoğurt ve koca bir bardak piva ( bira ) alıyorum. 2.4 AZN ödeyerek çıkıyorum. Caddede yürürken, güzel mugamlar duyup, CD satan dükkana dalıyorum. Dükkan sahibi, arşivci, kültürlü birisi. Könük Xasiyeva’ya klarnet çaldığını söylerken, bir yandan da, 30 senedir bıkmadan dinlediğim Fikret Amirov da dahil olmak üzere, Azeri bestecilerin eserlerini diziyor tezgahın üzerine. Sırt çantamda yer yok şimdiden zor kapatıyorum. Buna rağmen, Könül Xasiyeva, Amirov, Hacıbeyov’un ve diğer sanatçılarının eserlerini içeren dört MP3 alıyorum, dayanamayarak ( 3AZN x 4 ).
Bu arada telefon çalıyor, teyzemin ölümünü haber veriyorlar, ne garip, dün aklımdan geçirmiştim, bu gün ölüm haberini aldım. Pazar yeri ile şehir meydanı arasında kestirme bir yol olduğunu tahmin ederek, yürüyorum. Doğru yoldayım, yürüyerek, kestirmeden Şeki’nin merkezine gelmek mümkün. Şeki helvası meşhurmuş, yol üzerinde bir imalatçıdan, bir parça alıyorum, denemek için ( 4 AZN/kg ). Bizim cevizli baklavanın beşinci versiyonu olabilir. Odama çıkıp, aldıklarımı bırakıyor, Şeki helvasının tadına bakıyor ve tekrar iniyorum. Yandaki internet kafede, Ermenistan gezimde, Sisian’daki evinde kalacağım, Amerika’lı İngilizce öğretmenine mail atıp, 26-28 Temmuz’da orada olabileceğimi bildiriyorum. Couch Surfing ( CS ) organizasyonu ile tanışmıştım. Şeki’nin içinden akıp geçen dere boyunca yürüyerek, köprüden karşıya geçiyor ve kentin eski sokaklarına giriyorum. İki gün önce yağan şiddetli yağışlar sonucu taşan dere, meydanın ve sokakların asfaltını sökmüş, yolları, taşları koparmış. Belediye ekipleri hala çalışıp, yolları trafiğe hazır hale getirmeye çalışıyorlar. Bir sokakta toplanmış adamları görünce; ” geçmiş olsun “ diyorum. Sokaktaki, tüm evlerin içine su girmiş.
Şeki, yemyeşil ormanların arasına sıkışmış, 70000 nüfuslu, zengin tarihi olan, Azerbeycan’ın turist çeken bir kenti. Son olarak, tuğla örme ve çinko külahlı minaresi olan Cuma Camiine giriyorum. Arkadaki, yemyeşil ormanları fon yaparak, narin minareyi fotoğraflamıştım, Şeki otelin dokuzuncu katından. Kapıdaki cemaate “ selam ün aleykum “ çekince, etrafımda toplanıyorlar hemen. 36 m.lik eski minarenin Sovyetler Birliği döneminde yıktırıldığını, caminin de spor kulübü olarak kullanıldığını, çok zulüm gördüklerini anlatıyorlar. Şeki Müftülüğü de burada. Cemaatin çoğunluğu Sünni imiş, Kınalık halkı da Suni idi. İmamlarının Türkiye’den geldiğini , Fethullah Gülen’e çok saygı duyduklarını anlatıyorlar. Anlaşılan, Gülen cemaati, el atmış buralara. Akşam ezanı okunuyor, onlar namaza giderken, ben de ayrılıyor, meydandaki marketlerden birine girip, yarın için kahvaltılık ve su alıyor, sonra da, yastık kılıfımı ve çarşafımı çıkararak, yatağımı hazırlıyor, uzanıyor, notlarımı tamamlıyorum. Yakınlarda toy olmalı, çalan parçaların çoğu Türk sanatçılara ait, bir ara Samanyolu çalıyor. 23.30 ‘da toy dağılıyor anlaşılan, Şeki’yi sessizlik kaplıyor, biraz Şeki helvası yiyerek yatıyorum.

19.07.2010 ( ŞEKİ - KİŞ - ŞEKİ )

Azerbeycan’ca para dayanmıyor, bakıyorum, sadece 3 manatım kalmış. Şeki’ nin merkezine valyutacı ( döviz bürosu ) yok, çaresiz, yine Taze Pazar yerine gideceğim. Neyse ki; bugün gitmeyi düşündüğüm Kiş’ e, marsrutkalar, buradan kalkıyor. Kurşun geçirmez camlar ardında, küçücük delikten, para alıp veren valyutacı ile bu sefer, sohbet edecek keyfim yok, manatlarımı alıp, marsrutkaların peşpeşe dizildiği köşe başına gidiyorum. Son anda Kiş’e giden, 15 nolu otobüsü görüyor ve kapısına vuruyorum, kapı açılıyor, çocukluğumum otobüslerinden birindeyim. Şoförün yanındaki kol, bir manivela ile mekanik olarak ön kapıyı açıyor. 60 yaşından fazla olmalı, iki yanda tek sıra basit oturaklar var, daha fazla ayakta yolcu alabilsin diye, ortada geniş bir alan. Tipik Sovyetler mantığı. İhtiyar motor, ağaçlarla kaplı tepelere doğru hamle yaptıkça feryadlar ediyor. Önce, Alban Mabedi dedikleri yere gideceğim. Ablan halkı denilince, bugün Balkanlardaki Arnavutlar akla geliyor. Oysa, hiç ilgileri yok.
Bugünkü, Azerbeycan ve Dağıstan’ın tamamı Çeçen ve İnguşetya topraklarının güneyinde yaşayan Ablan halkları 26 yerel dil konuşurlarmış. İ.S 3. y.y ‘da Hristiyanlığı kabul etmişler, ilk Hristiyanlık izleri taşıyan, pek çok kilise, manastır ve dini yapılar inşa etmişler. Ancak, 7. y.y ‘dan sonra, bölgeye giren İslam orduları Arap kültürünü getirince, yerel dillerin çoğu zaafa uğramış. Sürücü, yukarılara uzanan, taş döşeli kaldırımın başında indiriyor beni. Ortasından sular akan, iri taş döşeli yolda ilerlerken, Anadolu kasabalarında, köylerinde hissediyorum kendimi. Avlulara açılan ahşap kapılar, evler ile bir Anadolu köyünde dolaşıyorum sanki. Bir kilometre kadar yürüyor, sonunda, güllerle dolu bir bahçe içerisinde kilise’yi görüyorum. Gişedeki kadın 2 manat diyor, ben de takılıyorum; “ sen, beni yabancı mı zannettin ?” diye. Kadıncağız utanıyor, “ Türkler kardaşımız “ diyerek, Azeri tarifesine sokarak, 1 manatlık bilet uzatıyor. Alban Mabedi, Kafkas Albanlarının Hristiyanlığı kabulü sonrası yaptıkları bir dini yapı. Yıkıntılar üzerine inşa edilmiş, şu haliyle sapasağlam. Kazılar neticesi çıkan temeller, iskeletler, hayvan kültüne ait örnek olarak bir hayvan iskeleti, cam kapakların ardından izlenebiliyor. İ. Ö 2. y.y ‘a ait toprak kaplar, tunç dönemi kullanım eşyaları sergileniyor kilisenin içinde. Kilisenin giriş kapısının hemen karşısında, Norveçli tarihçi Thor Heyerdahl’in heykelini görmüştüm. İçerideki bir pano üzerinde; Odin’in göçlerinden yola çıkarak, Azerbeycan halkı ile Norveç’lilerin aynı soydan geldiğini anlatıyordu. İlginç bir yaklaşım.
Thor Heyerdahl, araştırmacı kişiliğiyle, Maldiv’lerde, dev bir insan başı heykelinin, Peru’da 600 hektarlık bir alanda yaptığı çalışmalarda 26 piramidin bulunmasına neden olmuş. Polinazya ve Latin Amerika halklarının aynı kökenden geldikleri iddiasına, Azerbeycan’da, Qubustan yakınlarındaki kaya resimlerini inceledikten sonra da, İskandinav halklarının 5000 yıl önce bu topraklardan göç ettiğini iddiasını eklemiş, Haydar Aliyev’in dostluğunu kazanmış.
Kiş, Büyük Kafkas Dağlarının, Hazar kıyılarından uzanıp gelen silsilelerinin yemyeşil eteklerinde kurulmuş. Yerleşim yerleri bile sık ağaçların arasında kaybolmuş, çatılar görünüyor sadece. Uzanıp giden yemyeşil tepeler, dokunulmamış ormanlar, daha yükseklerde, rakımdan dolayı bitki örtüsünün bittiği yerlerde, mor fon üzerinde hala kar yığınları görüyorum. Alban Mabedinin önündeki yolu takip ederek, Kiş çayının yanına geliyorum.
Sırada; Gelersen Göresen kalesi var. Bu tenha yolda nereden çıktığını anlayamadığım bir taksi görünce, 5 AZN’e bu kaleye gitmek üzere anlaşıyorum. Kiş merkezinden geçerek, Kiş çayı boyunca, ünlü istirahat zonaları, otel ve restoranların geniş bahçelerine açılan, sükseli kapılarının önünden geçerken, sürücü dönüş için de 5 AZN istediğini söyleyince sinirleniyorum. Aslında, kabahat benim, pazarlık ederken, gidiş-dönüş konuşmamıştım. Patavatsız şoför, abuk sabuk konuşunca, bağrışmaya başlıyoruz ve iniyorum araçtan. 10 m. gitmeden, elinde kocaman bir sopa ile yanımda bitiyor, dövüşsek, netice de, civardaki restoranlardan, çalışanlar gelecek, yabancı olduğum için, bir de meydan dayağı yiyeceğim. Delikanlılığı da çizdirmemek için, 7 manat veririm, gidiş- dönüş için diyorum, kabulleniyor, ben de yarı yolda yürümekten vazgeçip tekrar biniyorum. Biraz ilerleyince, kavganın gereksiz olduğunu anlıyoruz ikimiz de, Şeki’yi vuran sel, burada da, yolları kapatmış, iş makineleri çalışıyor, yürüyerek gitsem, ne kadar sürer, ne kadar güvenli bilemediğim için, az önce gördüğüm panoramaları fotoğraflamak için, Kiş’e yürümeye karar vererek, verdiğim 2 manat sonucu “ kardaş “ demeye başlayan sürücüyü gönderiyorum. Kiş çıkışındaki köprüye kadar, bol fotoğraf çekerek yürüyor, gelen otobüsle Şeki’de iniyorum.
Sıcaktan, bir şey yiyecek halim yok. Peynir, salatalık ve domatesle otelin dokuzuncu katına çıkıyor, alabildiğince ormanlık Şeki’yi seyrediyorum, bir yandan da. Öğleden sonra, Şeki Kalesi ve Hansaray’ı gezeceğim. Cuma Camii yanından, yukarı uzanan Ahundov Küçesi boyunca çıkıyorum. Yol, selin sürüklediği, kopardığı taş, asfalt parçaları ile kaplı, araçlar nereden geçeceğini şaşırıyor, önünden geçtiğim dükkanların hepsini sel basmış. Solda, Kervansaray’a giriyorum önce. Osmanlı mimarisinin karekterini taşıyan bu tesisin turistik hale getirilmiş olması için büyük çaba gösterilmiş olmasına karşın, sıcak bir atmosfer kazandırılamamış. Cingiz Klub’ün önündeyim, burası da selden nasibini almış. Dışarıda oturan iki görevli, su bastığı için, giriş olmadığını söylüyor, giriş katın duvarlarında gördüğüm fotoğraflara bakmak için izin alıyorum. Cingiz Mustafavey gazeteci ve televizyoncu. 1992 yılında, Karabağ’da çatışma ortamında ölüyor, bu nedenle de, Azeriler’in Milli kahramanı. Duvarlarda, hayatından kesitler içeren fotoğraflar arasında, Hocalı katliamı kurbanlarını fotoğraflarken, Turgut Özal’la röportaj yaparken olanlar var. Yokuş giderek dikleşiyor, hava ısınıyor. Kale girişindeyim, hediyelik eşya dükkanlarında kayda değer bir şey göremiyorum.
Önce, Reşitbey Efendiyev Tarih-Etnografya Müzesine giriyorum.( 1 AZN ). Şeki yaşam biçimleri, ileri gelenleri , bol madalyalı Sovyet Azerbeycan’ının Şeki’li yöneticileri, en çok da; 2. Dünya Savaşını belgeleyen stand çekici. Bu savaşta ölmüş bir askerin, sahifelerinde kurumuş kanları olan günlüğüne dokunmak, allak bullak etti beni. Kanlarının birbirine yapıştırdığı, üç-beş banknot, savaşa binlerce lanet olsun dedirtti bana. 20 milyon Kızılordu askerinin öldüğü, korkunç paylaşım savaşında, Şeki’den Kızılordu saflarında savaşıp ölen Şeki’li asker sayısı 10515.
Müzenin hemen karşısında, silindirik yapısı ile değirmeni andıran Rus Kilisesi, Milli Sanatlar Müzesi olarak tanzim edilmiş. Şeki’nin en turistik yeri sanırım Hansaray ( 2 AZN ). Ortasında havuz, iki kenarda, 1530 yılında dikilmiş, biri 43 m. diğeri 38 m. boylarında iki dev çınarın bulunduğu bahçede, gölgede kalmış bir banka oturuyor, Hansaray’ın, buram buram Fars motifleri, çizgileri kokan cephe süslerini seyrediyorum. Aynalı mukarnaslar, ışıl ışıl parlıyor. Şiiliğin sanata, dolayısı ilec resime olan hoşgörüsü belli oluyor, duvar ve tavandaki insan resimlerinden. Çaldıran Savaşını tasvir ettiğini sandığım, Osmanlı ordusu resmi ile ilgili olarak rehber, yok, Çaldıran değil, başka bir harp diyor, Şii geleneğinin etkisiyle. Motor gibi Azerice konuştuğu için, neredeyse, hiçbir dediğini anlayamadığım rehber kızın peşinden, misafirlerin kabul edildiği giriş katından başlıyoruz dolaşmaya, biçimsiz dik bir merdivenle çıkılan ikinci kattaki kadınlar odasını, çiçekler, kuşlar süslerken, erkekler odası av sahneleri, mitolojik hayvanlar, aslanlar ve antilop tasvirleri ile dolu. Tavan ve duvar süsleri her ne kadar, bizim kültürümüze aşina olsa da, ilgi ile dolaşıyor ve fotoğraflıyorum hansarayı.
Hansaray’ın arka sokağında şebeke atelyesi var. Bizim geleneksel kündekari işçiliğine burada şebeke deniliyor. Atelyenin kapısında bir genç karşılıyor ve içeri buyur ediyor. Girer girmez, sabır ve incelik isteyen panolarla karşılaşıyorum. Genç, dedelerinin nesillerdir yaptığı bu işi babasının devam ettirdiğini, kendisinin de öğrenmeye çalıştığını söylüyor. Kündekari, bura diliyle şebeke tekniği; geometrik bezemeler meydana getirecek şekilde kesilmiş, küçük tahta parçalarının, geçmeli olarak birleştirilmesi. Ağaç lifleri birbirlerine ters yönde birleştirildiğinden, biri diğerinin nem su ve sıcaktan çalışarak, çarpılmasına mani olur. Azeri konaklarına, zengin evlerine satış yaptıklarını ve işçiliğine göre fiyatların da, 300 AZN/ m2 ‘den başladığını aktarıyor. İçerideki atelyede, iki küçük ahşap işleme ( torna ve freze ) makinesinden başka bir şey yok. Tam çıkarken gösterdiği rahle çok enteresan. Dikdörtgen prizma monoblok ahşap, hiç parçalanmadan, birbirine geçme dört parça ile rahle oluveriyor.
Kale kapısından Ahundov Küçesi boyunca, Şeki merkezine yürüyorum bu kez. Sıcak ve yorgunluktan, ayaklarım birbirine dolaşıyor. İş makineleri, yollara yığılmış parçalanmış asfaltları ve taşları toplamaya devam ediyorlar. Şeki meydanının yanındaki, Sovyer Azerbeycan’ının gözdesi, şimdi ise derbeder “ dokuz mertebeli Şeki oteli” terasından, Azerilerin ünlü şairi Bahtiyar Vahapzade’nin adının verildiği parkta, bir ağaç gölgesindeki banka oturuyor ortalığı seyrediyor, sonra odama çekiliyorum. Uğradığı sel felaketinden olsa gerek, çeşme den çamur gibi su akıyor. Geldiğimden beri, şişe suyu ile elimi yüzümü yıkıyorum. Yine düğün olmalı yakınlarda, müzik sesleri doluyor, loş lambanın aydınlattığı odama.

20.07.2010 ( ŞEKİ - BAKÜ - TİFLİS )

Saat 07.00’de telefonun sesi ile uyanıyorum, 08.00 ‘ de Bakü’ye hareket edecek otobüse yetişebilmek için kurmuştum. Şu ana kadar gezdiğim hiçbir yerde, hiçbir otel odası beni buradaki kadar bunaltmamıştı, telaşla, yastık kılıfımı, çarşafımı derdest ediyor, çantalarımı toparlıyor ve anı kalsın diye, oda ve banyonun fotoğrafını çekmeyi de ihmal etmiyorum. Şeki Avtovağzalına inen Resulzade caddesinde henüz kimseler yok, birkaç taksici araçlarını yıkatıp, süslüyor, güne hazırlıyorlar. On dakikalık yürüyüş sonunda avtovağzala varıyor, biletimi alıp, otobüste yerimi alıyorum. Otobüste, hemen hepsinin ağzında altın dişleri ışıldayan Azeriler de uykularını alamamış olmalılar, çoğu ağzı açık uyuyorlar koltuklarında. Şamaxi yolundan Bakü’ye marşrutkalar gidiyor ve bu yol daha kısa, 300 km, ben; 390 km. olduğu halde, otobüsle rahat yolculuk yapar, hırpalanmam düşüncesiyle otobüsü tercih ediyorum. Fakat, Ağdaş ve Göyçay yolları öylesine bozuk ki; yine yanlış zar attığımı, çok geçmeden fark ediyorum. Zaten eski olan otobüsün kaportası dağılmadan Bakü’ye varabilsek… Şeki’ye taksiyle gitmenin ne büyük bir nimet olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Video izliyorum bir ara; Obama, İlham Alivey ve Petrosyan üçlü görüşme yapıyorlar. Petrosyan kucaktan kucağa alınıyor, Azeriler kahkahalarla gülüyorlar, Petrosyan’ın hafife alınmasına ve topraklarının % 20’sinin Ermeni işgalinde olmasının öcünü de böyle alıyorlar anlaşılan. Qubustan rayonunda, sağda Hazar Denizine paralel giderken, uzaklarda, sisten belli belirsiz petrol platformları görünüyor. Sonunda, büyük Avtovağzal’a yakışmayan, dar, tozlu yollarında ilerliyoruz Bakü’de ve yolculuk bitiyor. Doğruca 162 nolu otobüse gidiyor ve artık malumum olan yollardan Bakı Metropoliteni yanında inerek, İçeri Şehir’e, Caspian Hostel’in bulunduğu dar sokağa ilerliyorum. Kaşık kadar yerde, taş döşeme işi hala bitmemiş. Gıcırdayan merdivenlerden çıkıyorum, kimseler yok, ranzaların arasına büyük sırt çantamı bırakıp, çıkıyor ve İstiklaliye caddesini tırmanmaya başlıyorum. Oğlumun işiyle ilgili diyalog amacı ile, daha önce levhasını gördüğüm Azerbeycan – Türk İşadamlarının bulunduğu binaya giriyorum, yetkili yok. Halkla ilişkiler müdiresi güzel kız, toplantı salonuna alıyor beni, bir yandan da, iş adamına benzemeyen kılık kıyafetim, sakalım ve küçük sırt çantama bakıyor, tereddütle. Şu anda turist olarak Bakü’de bulunduğumu, kendilerinden beklentilerimi anlatıyorum, yardımcı olacağını söylüyor.
Sonra bir internet kafe’de maillerime bakıyorum. Ermenistan’ın Sisian kentinde Couchsurfing ile tanıştığım Amerikalı Ben’den haber yok hala. Erivan’da üç gece geçirdikten sonra, Dağlık Karabağ’a inen koridor üzerindeki Sisian kentinde Ben’in evinde kalacağım. Nizami Parka girip, Çeşme Meydanına geliyor, yakınlardaki Türk lokantasında, Şeki’de geçirdiğim sefalet kokan günlere inat, kendime bir ziyafet çekiyor, sonra, meydanın en piyasa yerinde Mc Donald’sın karşısında bir bankta, gelen geçen şık giyimli Azerileri seyrederken, bir yandan da; yanıbaşımdaki alkolik akordiyoncunun, ikide bir kafasına diktiği şişe ile daha da aşka gelerek çaldığı, harika müziği dinliyorum. Taşlardan yüzüme vuran sıcaklığı duyarak, DVD dükkanlarının vitrinlerindeki Recep İvedik, Kurtlar Vadisi afişlerinin önünden, Caspian Hostele atıyorum kendimi. Yine kimseler yok, ses de yok. Her zaman, ortalarda görünen beyaz kedi bile tuvalet ihtiyacı için dışarı çıkmış anlaşılan. Çantamı alıp çıkarken, yataklar üzerine saçılmış eşyaların, çantaların ne denli güvende olduklarını düşünüyorum. Metro ile 28 Mayıs istasyonuna geliyorum, mesai bitiş saatleri, ortalık ana baba günü. Metro kartımı iade edip, 2 AZN depozitimi alıyor ve Cafer Cabbarlı Meydanına bakan bir pastaneye girip, cebimdeki son manatları bitirmeye çalışıyorum. Döner tezgahındaki Türk, ben, serin ortamda daha fazla kalabilmek için, çay içer, öteberi yerken, dünyada tanıştığı kadınlardan, İngiliz ve Alman kadınlarla olan beraberliğinden doğan çocuklarından, Azeri kızlarının güzelliğinden, marifetlerinden bahsediyor durmaksızın, sıkılsam da dinliyorum. Yine, bir internet kafede oyalanıyor, sonra, tren garı girişindeki, ayakta para bozan dövizcilere son 5 manatımı veriyor, yerine Gürcistan parası olan 10 Lari (GEL) alıyorum. Tiflis’e götürecek tren 5 nolu perondan kalkacak. Sovyet döneminin tüm genlerini taşıyan tren, gestapo kılıklı kadın görevlilerle daha da ürkünç görünüyor. Trene binerken, üniformalı kadın, pasaportumu büyük bir ciddiyetle inceliyor, bir bilete bir pasaportuma bakarak. Neredeyse müsaade etmeyecek trene binmeme gibi bir havası var. Aman Allahım ! Kompartman cehennem gibi. Camlar açılmıyor, koridordaki camlara koşuyorum, 10 cm.den aşağı inmiyorlar. Hafta sonları girdiğim sauna hariç, böyle terlediğimi hiç hatırlamıyorum. Tren hareket etmeden de ortalık serinlemeyecek anlaşılan. Çaresiz, uzanıp, notlarımı yazıyorum, oyalanmak için. Az sonra iki Azeri adam, sonra da çirkin bir Dağıstan’ lı kız geliyor, kompartman arkadaşlarım olarak. Çantalarını bana emanet edip, çıkıyorlar cehennemden dışarı. Onbeş saat sürecek tren yolculuğu zor geçecek anlaşılan.
Neyse, tam saatinde, 22.00 ‘ de hareket ediyoruz, içeri giren rüzgar, 45 dereceyi bulan sıcaklığı, yaşanabilir ortama dönüştürüyor. Çantamdaki domatesler ezilmiş, sıcaktan bozulmuş, oysa, peynir ve hıyarla hafif bir yemek yemeyi düşünüyordum. Bir anda, kompartmanı salça kokusu sardı. Azeriler’in ikram ettiği haşlanmış tavuğa ortak oldum çaresiz. Bir saat sonra, Azeriler’in bitmez tükenmez konuşmalarından sıyrılıp, çarşafımı, yastık kılıfımı çıkararak, yatağımı yapıyor, uzanarak, rayların üzerindeki tekerleklerin tıkırtılarına bırakıyorum kendimi. Azeriler’in dilinden, besmele ve ayet eksik olmuyor. Ticaretle uğraşıyorlarmış ve Gürcistan’ın ormanlık dinlenme yerlerinden Borjomi’ye kafa dinlemeye gidiyorlarmış. Bana, neden karını almıyorsun gezilerine derken, kendilerinin, yalnız olarak Borjomi’ye, hem de, kafa dinlemeye gittiklerini hatırlatıyorum, cevap yok tabii… Yanımdaki ranzada yatan Dağıstan’lı Gülcennet, Allahtan konuşmayı sevmiyor, sorulara kısa cevaplar veriyor. Ne var ki; konuşmayan Gülçehre, çok fena horluyor, ona rağmen, sabah 07.00’ye kadar uyumuş ve dinlenmişim.
Saat 09.00 ‘da 2x2.5 m. ebadındaki kompartman yine güneş ışıklarından ısınmaya başlıyor. 09.30 ‘da Azerbeycan – Gürcistan sınır kapısındayız. Kapıda bir Azeri polis pasaportları topluyor, benim yeşil pasaport yine sorun olacak anlaşılan. Evirip çeviriyor, durup durup bana bakıyor, sonra camdan bir arkadaşını çağırarak, bir şeyler söylüyor ve pasaportu verip, karakol binasına gönderiyor. Artık alıştığımdan telaşlanmıyorum, nasılsa büroda, bunun hususi pasaport olduğunu, Azerbeycan’a vize gerekmediğini ( zaten giriş değil çıkış yapıyorum ya neyse ) öğrenip, anlayacaklar. Başka bir görevli geliyor, daha önce dağıtılan deklare formlarını topluyor. Bir ülkeden ayrılırken, cebimdeki para miktarı o ülkeyi neden ilgilendirir, aklım basmaz bir türlü.
Derken, üç kişilik bir polis grubu kapıya dayanıyor ve çantaları kontrol etmeye başlıyorlar. Aslında hazırlıksız yakalandım, girişte olduğu gibi, ciddi aramazlar düşüncesiyle, üzerindeki “ armenia “ başlığı ve haritası nedeniyle başıma bela olacağını hissettiğim Lonely Planet rehber kitabım çantamın hemen üzerinde. Ama, gezi notlarımı yazdığım defter içindeki Ermenistan e- vize çıktısını ve Erivan’da bir hostele yaptığım reservasyon çıktısını yastığın altına gizlemeyi başarabildim. Felaket bir Ermenistan paranoyası içinde Azeriler, oysa, bu tavırları, topraklarının % 20 ‘sini kurtarabilmek için yeterli ve gerekli değil. Eline gelen kitabı, kaçak bulma heyecanıyla şefine veriyor polis. Adam, elini, kitabın üzerine vurup “ qadağan “ diyor, yani yasak. Neden diyorum, sanki kitabın sayfalarını ezbere biliyor, haritanın bulunduğu sayfayı açarak Dağlık Karabağ haritasının üzerine parmağını koyuyor ve bir kez daha qadağan diyor. Eyvah, kitap gidecek, üzerinde, konaklama ve gezi bilgileri yazdığım sayfalar çok önemli benim için. Ermenistan ve Gürcistan’ı bu kitap olmadan kör gibi dolaşacağım. Son çare, sesimi biraz sertleştirerek, kararlı bir şekilde; “ zaten, yarın Batum üzerinden Türkiye’ye dönüyorum “ derken, polis şefinin elindeki kitaba uzanıyor ve fütursuzca çantama koyup, fermuarını çekiyorum. Adam, donuk donuk bakıyor bana, hiç bir tepki vermiyor. Ama, kompartmandan çıkarken hala; “ bu kitap qadağan “ dediğini duyuyorum.
Petrol gelirlerini yerinde kullanma, topraklarına sahip çıkma, % 20 sini fakir ve sayıca az Ermenilere kaptır, sonra, ülkeni gezmeye gelmiş yabancıların elinde, Dağlık Karabağ sınırlarını bağımsız gösteriyor diye kitaplara el koy. Böylesine sığ bir savunma canımı sıkıyor, sinirleniyorum. Gerçi, Ermeni diasporasının bir Rus tugayını kiralayarak, Karabağ’a girdiğini duymuştum, ne derece doğrudur bilemem. Şimdi de, Karabağ’ın iadesi için, Türkiye’nin diplomasi yapmasını bekliyorlar, her yerde bunu duydum Azerilerden. Türkiye Ermenistan ile Zürih’te 10 Ekim 2009 ‘da protokol imzalandığında, Azerbeycan’da pek çok Türk bayrağı yakılmıştı. Konuştuğum Azeriler, bunu yakanların Azeri değil, Kürtler olduğunu söyleyerek, inkar ediyorlardı.
10.56’da Gürcistan’a doğru hareket edince biraz serinliyor yine kompartman. Benim bildiğim, iki ülke arasındaki tampon bölge, en fazla 500 m. ile sınırlı olur. Tren yirmi dakika ilerliyor, hangi ülkenin topraklarında bilemiyorum. Bu kez, Gürcistan gümrük karakolu önünde duruyoruz. Elinde fener ve ucunda ayna olan demirle bir heyet giriyor, trenin tavanındaki bölmeleri sökerek aramaya başlıyorlar. “ Eyvah “ diyorum, iş uzayacak yine. Gerçi, artık endişe edecek bir şeyim yok. Ermenistan’ın Gürcistan’a saldıracağı haberlerini okumuştum Azeri gazetelerinde, ama, Azerbeycan’ daki kadar sıcak bir nefret yok sanırım Gürcistan’da. Suratsız bir polis çantamı göstererek açmamı istiyor, ben de özellikle donlarımı çıkarıp gösteriyorum, “ hepsi don mu ? “ sorusuna cevabım evet olunca, anlamsız bir bakış atıyor ve çıkıp gidiyor. Sınırları, prosedürleri bir türlü sevemedim. İki saat oldu, hala bekliyor tren. Pasaportlara Gürcistan giriş damgaları vurulunca, sıcaktan bunalanlar, her tarafı dökülen karakolun etrafındaki ağaçların altına sığındılar sıcaktan. Ben, kestirmeye çalışıyorum. Dağıstan’lı Gülcennet, Azerbeycan’a kuzeyden Mohaçkale’den girmiş, Gürcü polisi ülkeye giriş vermemiş, burada da Rus paranoyası var anlaşılan. Gülcennet, öfkeyle geldi , çantasını aldı, eyvallah bile demeden gitti. Geldiği oniki saatlik yolu dönüp, Bakü’ye dönmek için.
Artık, Gürcistan topraklarındayım. İstanbul’dan Bakü’ye yaptığım otobüs yolculuğunda, bu ülke hakkında sefalet ve Sovyetler sonrası toparlanamama işaretleri haricinde bir şey görememiştim. İnşallah yanılırım.
Bu arada, Azerice’de zorlandığım bazı kelimeleri kaydetmiştim. Aşağıda liste halinde vereyim. Belki yararı olur.
Ağıl: akıl.
-Allahaısmarladık: Sağol, H?l?lik, Salamatla.
Anahtar: Açar.
Anladım: Başa düştüm vs.
Anladın mı: Başa düştün?
Anlamak: Başa düşmek.
Ata: baba.
Azan: ezan.
Baş vermek: ortaya çıkmak.
Böyük: büyük.
Bulmak: Tapmak.
-Bunun fiyatı nedir: Bu n?ç?y?dir?
Cam? (m?scid): cami.
Civan, iğit: genç.
Çıxış: bildiri.
Çirklinmi: kirlenme.
-Doğru konuş: Düz danış.
Doğru: Düz.
Dolandırıcı: yönetici.
Domates: Pamidor
-Dövizi nerede bozdurabilirim: Valyutayı harada d?yişbil?r?m?
Döyüşme: savaş.
-Durun, burada ineceğim: Saxlayın, düşen var.
-Değmez: (Teşekkürden sonra) bir şey değil.
Desteman: abdest.
Dolandırıcı: Yürütücü.
Ekmek: Çörek.
Erzinde: içerisinde, zarfında.
Görp?: bebek.
Gözlemek: beklemek.
-Günaydın: Sabahınız xeyir.
Güzgü: ayna.
Hamınız: hepiniz.
Hansı: Hangi.
Hardan: nereden.
H?mkar: meslektaş.
İcazet verin: izin verin.
İstileşm?: ısıtma, ısınma.
İyi: Yaxşı, Son zamanlarda gözel kelimesi kullanılmaya başlamış.
-İzninizle kendimi tanıtayım: İcaz verin özümü tagdim edim.
Kızıl: altın.
Kiçik: küçük,
Kişi salonu: berber; (Kadın salonu: kadın kuaförü).
Konuşmak: Danışmak (Yaxşı danışır: İyi konuşur).
Köhn?: eski, yaşlı.
Kötü: Pis.
-Lütfen, rica ederim: Xahiş edirim.
Maşın: araba.
Muallim: üstad.
Narahat: rahatsızlık. (İnşaat halindeki yerlerde “?traf? virdiğimiz müvaqqit narahatlığa gör? özr dil?yirik”) şeklinde yazılar mevcut. Göre kelimesi için anlamında kullanılıyor. Ayrıca üçün kelimesi de kullanımda.
-Nasılsınız: Necesiniz?
-Ne zaman?: Ne vaxt?
Nöbet: sıra.
Neher: Gündüz.
-Nuş olsun: afiyet olsun.
Otağ: oda.
Oxucu: okur.
Öten zaman: geçmiş zaman.
Ötür: sonra.
-Özrsir?m: özür dilerim.
Para: Pul.
Qabak: ön, önce.
Qadagan: yasak.
Qonaq: misafir.
Ruzi: rızık.
-Saat 3'ü 10 geçiyor: Saat 4’e 10 işleyip.
-Saat Kaç: Saat neçedir?
-Sabah erken bekliyorum: S?h?r t?zd?n gözlüyr?m.
Saklamak: durmak, parketmek.
Salatalık: Hıyar.
Selam: Salam.
Sözsüz: şüphesiz.
Subay: bekar.
Sahar: sabah.
Şirniyyat: tatlı.
Tedbir: tören.
Teleserial: TV dizisi.Televizor: TV. (Azeri kanalının birinde Show TV’de yayımlanan “Yemekteyiz” programının benzeri “Yağ Kimi” programı vardı).
-Teşekkürler, iyiyim: Sağol, yaxşıyam.
Tikinti: bina, inşaat.
Tuyuk: tavuk.
Uca: yüce
Uşak: çocuk.
Xoşbest: mutlu.
Yay: yaz.
Yazıçı: yazar.
Yeyinti: gıda.
Yoğurt: Gatık.
Yuxu: uyku.
Zeng etmek: çaldırmak. (“Çaldır” kelimesi Azericede argo imiş ve yanlış anlama geliyormuş).
Ziyalı: aydın.


 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..