Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Temmuz '06

 
Kategori
Edebiyat
 

Bin dokuz yüz seksen dört

Bin dokuz yüz seksen dört
 

Orwell romanı yazdığı 1949 yılında, İkinci Dünya Savaşı sonrasının getirdiği tedirginlik ve belirsizlik ortamında, yaklaşık kırk yıl sonrasının dünyasını kurgulamış.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’teki dünyada sadece üç devlet var; bütün topraklar bu üç devlet tarafından paylaşılmış. Topraklar o kadar büyük ki sınırlar belirsiz.

Romanın kahramanı Winston Smith artık Okyanusya adlı devlet içindeki Londra’da yaşayan ve Doğrubak’ta (Açılımıyla: Doğruluk Bakanlığı. Geçmişin sürekli yeniden yazılıp gerçeklerin değiştirildiği; diğer bakanlıklar gibi adının tezatı bir bakanlık.) çalışan, otuz dokuz yaşında, yalnız bir adam. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Okyanusya’sında toplumsal hayat üçe parçalanmış: İç Parti üyeleri, Dış Parti üyeleri (Winston da onlardan biri.) ve Proleterler.

İç Parti üyelerinin başında, günümüz "BBG"lerine esin veren Büyük Birader (Big Brother) var. Her caddede, her sokakta, apartmanların her katında O'nun resimleri mevcut. Dimdik bakan gözlerinin altında da şu yazıyor: BÜYÜK BİRADERİN GÖZÜ SENDE.

Dış Parti üyeleri, bakanlıklarda çalışan memurlar. Parti tarafından sürekli denetim altında tutuluyorlar. Hepsinin evinde sürekli gözlendikleri bir ‘Tele ekran’ var. Parti aleyhine kuşku uyandıracak en ufak hareketleri, hatta yüz ifadeleri bile bir 'yok kişi' olmalarına sebep olabiliyor.

Kitabın öyküsünü anlatmayı, değerlendirme sırasında tekrara kaçmamak için burada bırakıyorum. İkisini bir saç örgüsü şeklinde birlikte ele alacağım.

Kitabı okumaya başlamadan önce, kafamda, kitapta 'özel hayat' konusunun işlenmiş olduğu fikri vardı. Arka kapağını ve önsözünü okuduğumda ise romanla ilintili olarak başka iki noktaya dikkat çekilmiş olduğunu gördüm:

-" Orwell ... Büyük Rus Devrimine inandı. Troçki’ye hayrandı. Ancak ...Stalinistlerin Troçkistlere karşı tutumu, umutlarını yıktı."’

-"...dilin gerilemesi, düşüncenin de gerilemesidir... Orwell'a göre özgürlük yazıyla ilintilidir ve özgürlüğü yok etmek isteyen bürokratlar kötü konuşur, ...anlamın kaybolduğu cümlelere sığınırlar."

Değerlendirmemi bu üç nokta üzerinden yapmayı uygun buldum. Romanda ağırlıklı olduğunu düşündüğüm sırayla:

Önce ilk husus: "Siyasi Düzen eleştirisi"
Kitapta öykü, genel yaşantıya dair fikir edinmemizden sonra; W.S.'nin, bir şeylerin yanlış gittiğine, yaşamın böyle olmaması gerektiğine dair düşüncelerinin yoğunlaşması ile ivme kazanıyor. Çocukların anne babalarını ihbar etmeye teşvik edildiği bir casusluk ortamında, kimseyle konuşmamak hayatta kalmanın en temel şartı iken Winston gördüğü bir rüyanın peşine takılarak kaderini hiç tanımadığı kişilerin eline teslim ediyor.

Doğrusu yorum yazabilmek için kitabın sonuna dair ipucu vermeyi göze almak zorundayım. Evet, Winston rüyasının peşinde İç Parti’nin eline düşüyor. Sonrasında bana göre öykünün en heyecanlı ve aynı zamanda en bulanık kısmı başlıyor. Okur olarak maddeci ve baskıcı bir dünya modeliyle karşı karşıya olduğumuzu sanırken yine baskıcı ama bu kez aksine metafizik bir dünya ile burun buruna geliyoruz. Dış Parti üyelerinin haberdar olmadığı üstün güçlerle donanmış, rüyalara hükmeden, düşünceleri okuyan, görünmez olabilen İç parti üyelerinin tasarımı, fiziksel işkenceler yanı sıra düşünsel işkencelerle de, ‘itiraf etmek’ değil ‘değişmek’ zorunda bırakılan Winston sonunda sığınacak bir tek düşüncesi bile kalmayarak, tüm varlığıyla teslim oluyor. Yeni dünyada, gerçekten, kaçacak yer yok.

Her yazarın irdelediği kendine özgü temel konuları, çözümünü aradığı sorular(ı) vardır. Bana göre Orwell'ın, bir diğer ünlü romanı ‘Hayvanlar Çiftliği’ni de düşünerek, temel sorunu veya temel sorunlarından hiç değilse biri: İktidar. Ama romandaki gibi "çiftdüşün" bir iktidar.

Yazarın romanda iç içe anlamlar kullandığını düşünüyorum. Dış anlamda Rus Devrim süreci eleştirisi veya geleceğin dünyasına dair, ‘geçmişin düş kırıklıkları’ üzerine inşa edilmiş bir tür ‘vasiyet’ mevcutken, yani toplumdaki iktidar söz konusu iken, iç anlamda yazar başka, evrensel bir umutsuzluğa işaret etmek istiyor: İnsanı ‘kendi’ne yenik düşüren, bireydeki iktidar.

Daha olaylar başlamadan çok önce, satın alarak yazısız yasaları deldiği ilk nesne, ‘günlüğü’nün başında ‘en kötü düşmanımız sinir sistemimizdir’ diye düşünüyordu Winston. Ama sonra "somut gerçekleri işkenceyle sizden sökerler. Ama amaç yaşamak değil, insan kalmaksa, bunun ne önemi olabilir? Duygularını değiştiremezler, siz kendiniz isteseniz bile değiştiremezsiniz onları. Gönlünüzün derinliğine, işleyişini sizin bile bilmediğiniz o yere el uzatamazlar." diyor... ve yanılıyordu: "Sonunda parti iki kere ikinin beş ettiğini duyuracak ve insan da buna inanmak zorunda kalacaktı."

İnsan kendine yenilirse her şeye de yenilir.
Biri sizin bile düşünmekten köşe bucak kaçtığınız için bilmediğiniz hayattaki size özel en büyük korkuyu biliyorsa ve bunu size karşı kullanma imkanına sahipse ve dahi kullanacaksa ve gerçekliği algılayışınıza güvenemeyecek hale geldiyseniz neye tutunabilirsiniz?

"Gerçek insan aklında yaratılır, başka yerde yoktur, benliğini değiştirmelisin" diyor O’Brien; Winston’un gerçek anlamda "ruhsal yakınlık duyduğu ve güvenerek yanıldığı" tek insan.
Peki nedir bireyde hüküm süren iktidar?

Cevaba dair işareti, ilk önce, Winston’un, Partiye karşı varolduğu söylenen Kardeşlik Örgütü’nün lideri Emmanuel Goldstein’ın yazdığını sandığı "Kitap"ı okurken rastladığı "Gerçekte iktidar, ancak karşıtların uzlaştırılması yoluyla sonsuza dek elde tutulabilir." cümlesinden alıyoruz. Tanrı gibi mi?

Ve çok geçmeden kitap bunu doğruluyor. Yakalanmış ve işkencelere maruz kalma süreci başlamış Winston’a: "Tanrı iktidardır. Bizler iktidarın rahipleriyiz" diyor O’Brien. Ve bu yüzden olsa gerek: "Parti asla yenilmez." Bu noktada, yakın temayı işleyen Franz Kafka’nın ‘Ceza Sömürgesi’, William Golding’in ‘Sineklerin Tanrısı’nı da hatırlıyorum.

İkinci husus: Özel hayat
Tam, 'Tüm yarışma biçimleri keşfedildi.' düşüncesine kapıldığım bir anda, tuhaf bir zamanlamayla malum zamane yarışmalarının fikir babalarının romandan çekip çıkarıp ekranlarımıza ve dolayısıyla hayatımıza taşıdıkları, ‘dokunulmazlığı’ her daim tartışılan konu. Winston’ın, proleterlerin semtinde, kendisinden; basıldıklarında ‘ne kadar da küçük ’ diye düşündüğü, ‘küçük pembe şekerlere benzeyen ’mercan parçasıyla; üzerinde çaydanlığın ‘fokur fokur kaynadığı’ ocağı; iki kişilik karyolası; şöminesi; kitaplığıyla hayatın "yaşanmaya değer düzeyde" olduğu "eski günler"e ait bir oda kiraladığı Bay Charrington, "Özel hayat, " demişti, "çok değerli bir şeydir." Oda kiraladığı ve sonradan gizli 'Düşünce Polisi’ çıkan Bay Charrington.

Ve üçüncü husus : Dil-düşünce bağlantısı
Önsözde bununla ilgili yazılanları okuduğumda romanın bu konuda derinleşeceğini ummuştum. Romanda söz konusu kavrama karşılık gelen durum, ‘Yenikonuş’ adlı bir çok kelimeden yoksun, yeni bir dilin icat edilmiş olması. Amaç, ileride, örneğin: ‘Özgürlük’ kelimesinin ortadan kalkmasıyla, insanların alternatiflerden tamamen habersiz bir hale gelmelerini ‘sağlamak’ ve eylem güçlerini ellerinden almak.
Bu konular başlı başına bir romanın ekseni olabilirlerdi. Üstelik romanda, hem yeni bir dünya düzeninin kuruluşu gibi komplike bir iş, hem de belli bir gerilimde tutulma zorunluluğu içeren, doğal olarak bir öykü var. Bu bakımdan romanın tüm özellikleriyle daha derinlemesine üretilmiş, daha detaylı işlenmiş olmasını tercih ederdim. Belki Orwell uzun romanlardan hoşlanmıyordu veya parlak bir düşünceyi yeterince derin işlemek sabrını göstermedi.

Romanda hissettiğim birkaç başka kusurdan ilki: Winston’un 'Kitap'ı okurken en kritik yerde, "İşte burada temel gize ulaşmış bulunuyoruz. Gördüğümüz gibi, Partinin ve özellikle İç Partinin gizemi 'Çiftdüşün' de yatmaktadır. Ama bunun da derininde gerçek amaç bulunur. /.../Bu da..." cümlesinde okumayı kesmesi. Herhalde hiç, hele ki Winston’un durumundaki bir kimse, ani ve acil bir şey olmadıkça, en önemli, en heyecanlı yerde okumayı kesmez ve önemsemezlik etmez. Yazarın tercihini kurgudan kullanması yüzünden, mantıksal bir hatayı göze aldığını düşünüyorum. Yine Winston’ın sık sık annesinin ve kardeşinin ölümünü anlatışı da kopuk kopuk. Romanda bu hatıralarla sağlam bir bağlantı kurulamıyor, hatıralara yeterli bir işlevsellik kazandırılamıyor. Havada kalıyor.

Romanı okumamış olup severek okuyacaklara, her ne kadar çocuk kitabı olarak tanınmış da olsa bunun haksız (Klasik bir deyişle: Hem çocuklara hem romana) olduğunu düşündüğüm "Sofi’nin Dünyası"nı da tavsiye ederim.

Yazımı romandan yapacağım iki alıntıyla bitirmek istiyorum.
"Bir tele ekran görüş alanı içinde ya da genel bir yerde, düşüncelerini serbest akışına bırakmak hiç doğru değildi./.../ Yüzünüze uygunsuz bir anlatım vermek (örneğin, bir zafer açıklanırken şaşkın bir tavır takınmak ) ceza gerektirecek bir suçtu."

Ve diğeri:
"Onu (‘Kitap’) ben yazdım. Doğrusunu söylemek gerekirse, yazılmasında katkım oldu. Hiçbir kitap bireysel olarak yazılmaz, bilirsin.’’ O’Brien.

Kitap: Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell, Çevirmen: Nuran Akgören, Can yayınları

 
Toplam blog
: 3
: 14692
Kayıt tarihi
: 30.07.06
 
 

Bursa doğumluyum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Endüstri Mühendisliği mezunuyum. Şiir, öykü, den..