Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Nisan '07

 
Kategori
İnançlar
 

İnanç ile akıl arasındaki sırat köprüsü

İnanç ile akıl arasındaki sırat köprüsü
 

Dün bir yerel tv’de dini sohbet içeren bir programa takıldım kaldım. Garip bir huyum vardır. İllaki beğendiğim şeyleri seyretmek ve okumak gibi bir tercih yapmam. Beğenmediğim, hatta bende sinir bozukluğu, ruhsal dengesizlik, moral bozukluğu ve gelecek endişelerine yol açacak eserleri takip etmek gibi mazoşist yapıya da sahibim.

Programda, programın sunucusu ve katılımcısı, Allahın ve peygamberin eksik tanıtıldığını, eksik tanıtmanın da bir nevi yanlış tanıtmak olduğundan bahsediyorlardı. Örneğin, peygamberi yalnızca iyi huylu ve iyi ahlak sahibi olmak, Allahın emirlerini insanlara nakleden bir elçi olarak kabul etmenin hata olduğunu söylüyorlardı. Oysa peygamberin, inancı yayan, bu uğurda savaşmaktan çekinmeyen, cihadı benimsemiş, hayatın her anına dair emir ve görüşleri olan bir önder ve öğretici olduğu fikrini dile getiriyorlardı.

Bu ifadeler karşısında, inancın köklü ve etkili söyleminin, insan ve toplum yaşamında talep ettiği ağırlığın bir kez daha farkına vardım. Ve inanç ile akıl arasındaki ezeli rekabetin boyutunun da.

İnanç tarafından bakınca, aklın ne kadar aciz bir varlık olarak değerlendirildiğini bilirim. Yüce bir yaratıcının gücü ve kapsayıcılığı karşısında, insan aklının ne kadar anlamsız ve önemsiz bir araç olduğu dile getirilir dinsel söylemlerde.

İnsan aklını öne çıkarmak isteyenlerse, içeriden bir söylemle, aklında yaratıcının bir eseri olduğunu ifade eder ve onu küçümsemenin ve önemsizleştirmenin, yaratıcının tercihlerine saygısızlık olarak değerlendirirler. Ön klişe cümle ise şudur, “Allah bu aklı insana boşuna vermiş olamaz.”

Ancak din cephesinden cevap gelmekte gecikmez; “İnancın rehberliğinde olmayan bir akıl, insanı ancak felakete sürükler. İnanç aklın üzerinde yer alır ve ona hareket edecek düzgün bir zemin sağlar. Aksi halde, akıl şeytanın kolaylıkla at oynatacağı bir başıboşluğa saplanır.”

Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, inanç kendi kurguladığı dünya içerisinde akla çok da geniş alan bırakmamak niyetini açıkça belli ediyor.

Bir bilinmezliğe koşulsuz inanmanın, sorgulama sürçlerini dışlaması gayet doğal aslında. Eğer bildiğimiz algı kurallarının dışında bir yöntemle bir yaratıcının varlığına inanacaksanız, aklı devre dışı bırakmaktan başka bir çareniz elbette ki kalmıyor.

Ancak inanç, aklı yalnızca yaratıcının varlığı konusunda dışlamakla yetinmez. Kutsal kitap da yer alan emirler, peygamberin yaşamıyla sunduğu ideal yaşam örgüsü ve arkasından gelen dini önderlerin tercihleri, inanç adına inanılmaz genişlikte bir yaşam alanı yaratır. İnanç artık sizden, tuvalette nasıl temizleneceğinizi, eşinize nasıl yaklaşacağınızı, hareket haline ilk olarak hangi adımları atacağınızı, giyim tarzınızı, alacağınız eğitimi, dilinizi ve söylemlerini, kısacası hayatınızdaki birçok şeyi sorgulamadan yapmanızı talep eder.

Aklın böylesi bir yaşam örgüsünde, bütünlüklü bir proje üretme şansı kalmaz, o yalnızca nüanslarda, dinsel kuralların boş bıraktığı dar alanlarda gezinebilir.

Ancak, şeytanın etkisinden midir yoksa doğası gereği midir bilinmez, akıl ne yazık ki, inanca hedeflediği ve hayal ettiği bu ütopyayı ulaşma şansı tanımıyor. İnancın en totaliter yönetim tarzlarında bile, akıl bir şekilde sızıntı yapıp, sorgulama, mukayese etme, neden sonuç ilişkisi kurma yöntemleri ile var olabilmeyi başarıyor ve yaşamda daha geniş alanlarda hüküm sürmeyi talep ediyor.

Ve akıl, inancın onu sağlam bir alt yapı sunma iddialarını reddederek, bu desteği sınanabilir ve doğrulanabilir mantığa dayalı olan bilimde arıyor.

Ayrıca, inancın, tanrının yaratıcı gücü karşısında küçümsediği, hatta şeytana uyum sağlama yeteneği dolayısı ile tehdit olarak algıladığı akıl, inancın kendi işlerliğinin içine bile sızabiliyor. Eğer inanç kendi bahsettiği kadar tek ve sorgulanamaz bir doğru olabilseydi, en azından her bir dinde tek bir doğru, tek bir uygulamanın var olması gerekirdi. Ancak görüyoruz ki, her bir din var oluş süreleri uzadıkça birbirinden çok farklı tarzları, uygulamaları ve dolayısı ile kurum ve toplulukları içerinde var edebiliyorlar.

Mezheplerin ve uygulama farklılıklarının tek nedeni ise yorum farkı değil midir? Yorum farkı dediğimiz şey ise son tahlilde insanların mevcut verili durum karşısında, kendi aklına dayanarak tercih yapması değil midir? Elbet burada aklı, doğruyu arama faaliyetinin kendisi olarak algılayamayız. Ancak tercih yapma durumunun inancın ilahi kurallarının arasına sızıntı yapan, insana dair (küçücük beyin kıvılcımları) bir adım olarak görmek gerekir.

Akıl yönünden baktığımızda ise, inanç çok farklı şekillerde yorumlanır. İnancın insana ait ve yine insan tarafından üretilen bir sistem olduğu fikrinden, aklın tüm mekanizmalarla var olmasının ve bilimi kendisine kılavuz edinmesinin, yaratıcıya gerçek anlamda ulaşmanın en önemli yolu olduğuna kadar varan bakış açıları vardır.

Ancak aklın, bu noktada inançla ilgili görüşlerinin çok da önemli olmadığını düşünüyorum. Çünkü akıl, insanoğlunun eriştiği medeniyet seviyesinde inancı, toplumlarda sahip olduğu ağırlık ile bir realite olarak algılar ve ona kendi alanında özgürlük sunar. Bu da kısaca inanç özgürlüğüdür. Akıl bu noktada, inancın var olabilmesinin güvencesini, kendine ait kurallarla sağlar. En başta farklı inançların bir arada var olabilmesi için, özgürlükler arası bir tampon bölge yaratır. Yani her özgürlüğe ait bir sınır çizer.

Akıl, aslında kendi varlığını tehdit eden inanca dair bir yaşamsal garantiye ve hakemliğe dönüşür. Bunun siyasal idarede yansıyan en önemli fikri ise laiklik olmuştur.

Ancak, benim bu noktaya kadar uzayan yazımda sorgulamak istediğim şey, biraz farklı bir şey. Akıl ile inanç arasındaki mücadelenin bu aşamaya gelmesi, sorunumuzu ne yazık ki çözmüyor. İnancın hala çok güçlü bir söylemi var ve hala insanlar inançları uğruna akıllarını feda etmeye fazlası ile hazırlar.

Aklın inanç karşısında nasıl bir konum alması gerektiğini sorgulamak istiyorum. Ona inanç kadar güçlü söylem kazandırabilecek veya inancın söyleminin aslında çok da tahmin edildiği kadar güçlü olmadığını ispatlayacak bir adım var mıdır?

Bu soruyu bana sorduran asıl sebep ise, bugünkü Milliyet Gazetesinde Erdal İnönü ile yapılan röportajdı. Erdal İnönü bu sohbette, kendisine laiklikle ilgili sorulan soruda, ülkemizde laikliğin teorisinin yeterince kurulmadığını söylüyordu. Ve çok basit bir ifade ile “Bu daha doğrudur” demenin teori olmadığını, bu nedenle içerik olarak insanlarda güçlü bir söylem olarak ifadesini bulmadığını iddia ediyordu. “Aksini savunanlara en az onlarınki kadar ayrıntılı savunmak gerekir” sözü, aklı, inanç ile belki de inancın sahasından mücadele etmeye davet ediyordu.

Pratikten bir tartışma ile, başını örtmenin yaratıcının bir emri olduğu söylemine karşı, örtünmemenin bir inançsızlık olmayacağı, insanların geldikleri medeniyet seviyesinde giyimin bir ibadet tarzı olamayacağı, yaratıcının kurallarının statik olarak algılanamayacağı fikrini ne kadar inandırıcı kılabiliriz. Çünkü TESEV'in 2006 araştırmasına göre hala ülkemiz bayanlarının %48.8'i başını örtüyor. Ve onlara giyim ve ibadet özgürlüğü tanımak, ne yazık ki onları özgürleştirmiyor.

Zannedersem bana birkaç yazı yazmamı sağlayacak bir konu ile karşı karşıyayım.

foto: www.fotokritik.com

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..