Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Mayıs '07

 
Kategori
Öykü
 

Topal karıncanın ölümü

Topal karıncanın ölümü
 

Kısaca, öldüm işte. Uzun ve zor bir ölümdü ancak benimle aynı gün ölen bazı insanların ölümleriyle karşılaştırılınca en trajik ölüm olduğunu da söyleyemem. Bir topal karıncaydım. Yuvamızdan yiyecek aramaya çıktığımız günlerden birinde üzerimize aniden ağır bir karanlık çöktü. Kolonimizden sayısız arkadaşım o ağırlığın altında ezilip ölürken ben iki ayağımı orada bırakıp kurtulabildim. “İnsan”mış üzerimize basan, büyüklerimizin dediğine göre. Eh onun ayaklarından hayli uzak gözleriyle bizim küçücük bedenlerimizi görmesi de zor. Zaten onların çoğu yere değil havaya bakarmış büyüklerimizin dediğine göre. Ayrıca bakıp da görememek diye tuhaf bir hastalıkları da varmış. Onların yaşadığı yerlerde yuva yapan bizimki gibi kolonilerden her yıl milyonlarca kardeşimiz bu şekilde can verirmiş. Aslında günahmış da onların bazılarına göre bizi ezmek. Yine büyüklerimiz derlerdi ki, “aslında insan denen devler günah diye bir şey icat edip ondan korkacaklarına görüp anlamaya gayret etselerdi biz daha az kayıp verirdik!”...

Girişten ve geçmiş zaman kipinde konuşmamdan anlamışsınızdır. Ayağımın topal kalması gibi ölümüm de insan elinden oldu. Topal ayaklarımın yarası kapanır kapanmaz yiyecek arama görevine çıktım öteki arkadaşlarım gibi. Sıcak ve güneşli bir gündü. Çoğumuz kendi bedenlerimizden büyük yiyecek parçalarını yüklenmiş yuvamıza dönerken birden üzerimize bir gölge düştü. Bir insan gölgesi yine. Ancak bu üzerimize basmadı da eğilip bize bakmaya başladı. Sevimli bir çocuktu. Arkadaşlarım can havliyle kaçıp onun gölgesinden uzaklaşırken ben topal ayaklarımın engeline takıldım. Hem öyle büyük bir yiyecek parçası vardı ki ağzımda eğer onu bıraksaydım belki yine kaçabilirdim ama onu bırakmaya da kıyamadım. Ne yapacağımı bilemeden yerimde kaldım. Elindeki yuvarlak, kenarı tırtıklı bir teneke parçasını -gazoz kapağı derlermiş- üzerime kapattı çocuk. Etraf karardı, havasız kaldım, yiyecek parçasını hâlâ bırakamıyordum. Bir ara kaldırıp bana yakından baktı, bir insanla ilk kez göz göze gelince aslında o kadar da korkulacak bir tür olmadığını düşündüm. Benim için kötü bir şey düşünmediğini sadece benim nasıl bir canlı olduğumu merak ettiğini çıkardım bakışlarından. Bir süre inceledikten sonra arkamdan itti. Gitmemi istediğini sandım ama ben hareket edince herhalde korkup tekrar kapattı üzerime kapağı. Bir süre umutla bekledim, oyun oynamak istiyordu belli ki. Öyle istiyorsa oynar şirinlik yaparım dedim ben de kendimce. İnsanlar bilmez ama biz karıncalar da eğlenceli oyunlar oynarız kendi aramızda. Ben onun üzerimdeki kapağı kaldırmasını beklerken uzaktan bir ses duyuldu: “Berkeee gel oğlum, yemeğini ye!” arkasından da bulunduğum yer sarsıldı, annesinin çağrısına koşup giden çocuğun ayaklarının sarsıntısıydı bu.

Kaldım o karanlıkta. Bekledim dönüp gelir, beni hapsettiği yerden kurtarır diye ama gelmedi. Yavaş ve zor bir ölüm oldu benim için. Aslına bakarsanız bedenim hâlâ orada kapalı. Bir metal mezarda yatıyor bedenim şimdi; bir karınca için anıtmezar bile sayılır işe iyimser yanından bakarsanız.

Bu insan denen canlı türü hem kendini hem de öteki canlıları öldürmekte çok becerikli. Sayısız yolunu bulmuşlar öldürmenin; hatta dediklerine göre, bu bir bilim ve sanayi dalıymış insanların dünyasında. Bizim yaşabilmek için yuvamızda yiyecek parçalarından mantar ürettiğimiz gibi onlar da birbirini öldürmek için uğraşırlarmış. Canlıları öldürmeye yarayan çeşit çeşit alet ve yöntem geliştirmişler. Hatta suyu bile öldürebiliyorlarmış; havayı, toprağı bile. İlle de birbirlerini öldürmeye çok meraklıymışlar. Mesela benim öldüğüm gün, yine benim öldüğüm topraklarda, Türkiye denen ülkede insanların o benim topal kaldığım andaki bizim kalabalığımız gibi yoğun olduğu bir anda bomba patlatmış birileri. Altı insan yükseldi yanıma. “Yanıma” derken artık esas benliğimin -yani ruhumun- gökyüzünde olduğunu hatırlatmam gerek. Biri daha varmış orada ölen ve onları öldüren ama onun ruhu bizimle değil, sanırım katillerin ruhu karanlık bir yerde bekletiliyormuş.

Derken altı da asker geldi yanımıza, mayın döşemiş birileri yollarına... Beni öldüren çocuktan biraz daha büyükler ama ondan daha az meraklı değiller. Ben alıştım ama bu insan arkadaşlarım hâlâ şaşkın, öldüklerine inanamıyorlar. “Biz kime ne yaptık ki?” deyip duruyorlar. “Sadece oradan geçiyordum” diyor biri, “eve yetişebilmek için biraz hızlı yürüdüm o kadar”... Askerler hâlâ tezkere günü hesaplıyor. İçlerinde birliğe varır varmaz eve telefon etmeyi planlayan; sevgilisine yazacağı mektubun giriş cümlesini bulmaya çalışan; ayakları orada kaldığı halde parmaklarının arasındaki mantarını kaşıyan; operasyondan döner dönmez kendini banyoya atıp suyun altında saatlerce kalmayı hayal eden; askerlik sonrası iş bulamayacağından endişelenenler var hâlâ. “Burada tezkere yok isterseniz gidebilirsiniz evinize, ama sizi göremezler” demek istiyorum ama susuyorum. Nasıl olsa anlayacaklar bir süre sonra.

Biz ruhlar özgürüz. Dünyadaki gibi hareket etmemizi engelleyen şeyler yok. Mesela ben topal değilim artık. Topal olan bedenimdi, ruhum değil. Masum ruhlar hapsedilemiyor, akışkan bir niteliğe sahibiz. İstediğimiz yere gidebiliriz. Ben canım sıkıldıkça kolonimi ziyaret eder arkadaşlarımı izlerim uzaktan. Ama dedim ya, yaşayanlar bizi göremez. Patlamada ölenleri yeni hayatlarına alıştırmaya çalışıyorum. Askerlere su veriyorum, çok susamışlar. “Miğferim kayıp, komutan bana kızacak” diye sayıklıyor biri. Gülemiyorum...
 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..