Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '07

 
Kategori
Blog
 

Gazete okurluğu ve blog yazarlığı

Gazete okurluğu ve blog yazarlığı
 

Blog yazmaya başladığımdan bu yana kıskanç bir insan olduğumu bir kez daha fark ettim. Zaman zaman okuduğum yazıları görünce, “bu yazıyı neden ben yazamadım” sorusu beynimde çağlıyor. Kıskançlık kelimesi çok fazla olumlu bir anlam barındırmasa da dilimizde, üstün bir çaba göstermek için gerekli olan harcın malzemelerinden birisidir.

Eskiden, yani düzenli bir yazı yazma çabam yokken, yalnızca bir seyirciydim. Sadece memnuniyetini sergileyebilen, çok beğendiği yazıları çevresindeki kişilere okumaya ya da e-posta aracılığı ile göndermeye, kesip biçip kendince arşiv yapmaya çalışan birisi idim. Yani olayın tüketici tarafındaydım. Ama artık üretici pozisyonunda hissediyorum kendimi. Ve okuduğum birçok yazıya yalnızca beğenilerimi sunmuyor, aynı zamanda kıskançlık hislerimi de bolca boca ediyorum. Yani kıskançlık duygusunun iş yapabilirlikle fazlaca ilişkisi var anlayacağınız.

Tabi burada güzellik kavramını yalnızca estetik içeriği ile kullanmıyorum. Örneğin bir fikir, bakış açısı, yorum yazısı için ortaya konan orijinal bir görüş, yerinde bir tespit ve analiz, ezberi bozan bir değerlendirme, vakaya denk düşen kuramsal bir tanımlama içeren bir yazı benim için fazlası ile güzel hatta harikulade bir eser olabiliyor.

Yazıları eğer fikir yazıları ve edebi yazılar olarak ikiye ayıracak olursak, ben kendimi fikir yazısı üretici olarak görmek istiyorum. Elbette fikir yazısı üretimi de edebiyattan bağımsız değil, hatta edebiyatı bir altzemin program olarak görmekte mümkün. Ama fikir yazısı, edebi yazıların kıvraklığına, estetiğine, ruhu okşayan yumuşaklığına uymak durumunda değil. Benimde zaten böyle iddiam hiçbir zaman olmadı.

Bu noktada ben kendi konu başlıklarım dışındaki alanlarda gördüğüm yazılarda böyle bir kıskançlığa sahip değilim. Yani hala güzel bir hikâye, gündelik yaşam yazısı okuduğumdan mutlu olmakla yetiniyorum. Ancak derinlikli bir makale ye da güncel bir köşe yazısı okuduğumda kıskançlık dürtülerim ayağa kalkıyor.

Son zamanda ortaya çıkan kıskançlığın türü ise biraz farklı. Artık, olaylar karşısında düşünmediğim, görmediğim, algılayamadığım ve anlayamadığım sebepleri, sonuçları değerlendirmeleri ortaya koyan yazılara kıskançlık göstermiyorum. Daha çok, benimde gördüğüm, algıladığım sebepleri, sonuçları ve değerlendirmeleri benden önce yapan yazılara kızıyor ve kıskanıyorum. Örneğin dünkü Radikal’deki Haluk Şahin’in yazısı bende aynı etkiyi uyandırdı. Geçen hafta gündemimizde olan, indirimli satış yapan mağaza açılışındaki izdiham haberi ile “Malezya olur muyuz?” tartışmalarını aynı potada inceleyen çok hoş bir yazıydı ve benimde birkaç gündür üzerinde düşündüğüm ama kaleme almaya fırsat bulamadığım bir konuydu. Orta sınıfı gelişen ve tüketim alışkanlıkları artan bir ülke oldukça, toplumun her zaman merkeze yaklaşacağını anlatan bir yazı düşünmüştüm bende.

Ancak “Eyvah gitti konu” diye düşünüp kendime kızarken, bir şey daha fark ettim. Eğer bir konu benim istediğim bakış açısı ve tarzda başka birisi tarafından yazıldı ise, yeniden kaleme almaya sıcak bakmıyordum. Bunu bayanların aynı ortamda aynı elbise ile görünmek istememelerine ne kadar benzetirsiniz bilemem ama böyle bir huyum var.

Oysaki hiçbir yazı birbirinin aynısı olmuyor ve hiçbir yazı aslında aynı kitleye hitap etmiyor. Bir nevi bir suda iki kez yıkanılmayacak olması gibi bir şey. Her yazı başka bir dünya. Belki bu yüzden aynı konunu üzerine mal bulmuş mağrip gibi atlayan köşe yazarlarını çokta fazla suçlamamak lazım. Ve belki de illaki farklı bir şeyler yazmak için kasmamak. Biraz özen, biraz düzgün bir omurga, birazda bilgi birikimi insanın olaylara kendi cenahından bakışını aktarması için fazlasıyla yeterli.

Düzenli gazete okurluğunun, blog yazmayı tetiklediği bir gerçek. Gerçi bir zorunluluk değil ama yine de önemli bir beslenme ve esin kaynağı. Gazetemizde okuduğumuz bir haberle ilgili görüşümüzü aktarmak ya da karşılaştığımız bir görüşe destek sunmak ya da karşı çıkmak için klavyeye sarılıyoruz. Oysaki, Ne okuduğunuz haberi okuyan diğer insanlar, ne o haberi yorumlayan köşe yazarları, ne de o köşe yazısını okuyan diğer okurlar sizin yazdığınızdan bihaber oluyorlar. Ancak o an içimizi boşaltmak, kainatın boşluğunda çığlığımızın yayılması, ya da ağaç kabuğuna kazıdığımız çentiğin yıllarca orada kalacak olmasına benzer etki bırakıyor bizlerde.

Yanılmıyorsam, senaryosunu Umar Bugay’ın yazdığı “Kapıcılar Kralı” filminde idi. Penceresinden tanıklık edip rahatsız olduğu her olayı gazeteye yazacağını iddia eden bir karakter vardı. Şimdi dönüp bakınca aslında her birimizin penceresinden gördüğü şeyleri kaleme alan kişileriz. O karakterden tek farkımız, teknolojinin bizlere penceremizi yalnızca sokağa değil tüm dünyaya açma ve sesimizi tüm dünyaya duyurma şansını vermiş olması.

Nazım Hikmet’e ait olan ve Ezginin Günlüğü’nün ünlü bir şarkısıyla da tınıya dönüşen dizede bahsi geçen, artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek isteyen kişileriz hepimiz.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..