Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Mart '08

 
Kategori
Balıkçılık
 

İlk Aşkım!

İlk Aşkım!
 

Tahir Gürhan


Yaşanmış hikâyeler –2

1970 lerin Türkiyesi... Doğal hayatın alabildiğince bol olduğu dağlarında, ovalarında avın, denizlerinde, iç sularında balıkların bol bol bulunduğu o güzel yıllar.

1967 yazında İstanbul Yelkenkaya’da bir lapinle başlayan tutku, yazın tatilde el oltalarıyla isparilere, lidakilere terfi ettirmişti beni. Bir yandan balık avıyla yakın uzak hiçbir alakası olmayan, fakat çocuğunun hobilerine aşırı duyarlı olan şahane bir baba. Diğer taraftan hiç bir engel ve mazeret tanımayan kafası sadece ve sadece balığa çalışan ben… Yaz tatillerinin haricinde de balık tutmalıydım ya, Ankara da bu iş nasıl olacaktı.

Hafta başından itibaren yalvarmalarıma başlayıp! Pazar gününü Mogan da, Eymir de, Kirmir çayında, Karagöl de yani kısacası el oltalarımla balık tutabileceğim herhangi bir yerde geçirmeye, sevgili babamı ve annemi ikna ediyordum. Ve piknikle karışık muhteşem balık avlarımı yapıyordum. Veya her tür fırçayı göze alıp belediye otobüsüyle Gölbaşına gidip hava kararıncaya kadar balık avlıyordum.

Hafta arasıda ise okuldan çıktığım gibi ya İzmir caddesindeki ya da Sakarya Caddesindeki Amerikan pazarı denilen dükkânları gezip yeni gelmiş ve hayali bile güzel olan makine ve kamışlara bakıp hayaller kuruyordum.

Bazen de cinnah caddesinin başındaki kütüphanede “ Field and stream” gibi av ve balık mecmualarına bakıp satır satır takip ediyordum. Hangi makine hangi balığa uygundur, ne tür balıklar nasıl tutulur dönemin meşhur balıkçılarının reklâm kokan yazıları...

Neredeyse tutkum sayesinde tamamı zayıflarla dolu karnemde İngilizcem hep süperdi. Balık ve kara avcılığı konularında neredeyse ana dili İngilizce olanlara ders verecek hale gelmiştim.

Pikniklerde el oltalarımla tuttuğum balıklar yavaş yavaş babamı da şaşırtmaya başlamıştı. Ama benim aklım fikrim o dergilerde renkli resimlerde gördüğüm kamış oltalarla balıkları tutup boy çizmeleriyle derelerde göllerde at çek yapan ve eğilerek kepçeye alan adamlardaydı.

1971 yazından itibaren babamın Dikilide aldığı yazlığa gitmeye başladık. Uçsuz bucaksız gibi görünen Dikili kumsallarında el oltasıyla çupra ve ispendek yakalıyordum. Akşamları kömür yüklenen iskelede ayaklarımı aşağıya sallandırıp levrek, kefal, kupes beklerken bile aklım kamış ve makine ile avlanmaktaydı.

Balıkçı kör Şükrü ve Oktay ağabeylere kaşıkla tuttukları levreklerin hikâyelerini onlarca defa anlattırmıştım ama onları dinlerken bile aklımda hep o kamışla avlanan kırmızı kapitone av gömlekli balıkçılar vardı. Rahmetli Oktay ağabeye niçin kamışla avlanmıyorsunuz diye sorduğumda gülerek “o neki çocuk” demişti.

Evet, o neydi ki? O belki bir semboldü, belki çocukça bir heves, belki bir vuslattı bilemiyorum. Ancak bildiğim tek şey benimde at çek yapacağım bir kamış – makine setim olmalıydı. Her ne bahasına olursa olsun. Ama nasıl?

1973 senesi bir öğlen teneffüsünde koşa koşa gittiğim balık malzemeleri satan dükkânda hayatımın ilk aşkıyla burun buruna gelmiştim. Sülün gibi ince zarif iki parçalıydı ilk aşkım... Siyah mat çelik gövdesi ve parlak krom rengi kolu ile bir zarafet abidesi idi. Üzerinde Mitchell Garcia 300 yazıyordu. Dolgu kamışın yeşil rengi doğayla da uyumluydu. Hiçbir saniye tereddüt etmeden direk dükkâna girmiş ve izin bile istemeden kamışı ve makineyi ele almıştım.

O anda sanki tüm o renkli resimlerde gördüğüm kırmızı oduncu ceketli, çizmeleriyle derelere girip kamışlarla alabalıkları tutan adamlardan hiçbir farkım kalmamıştı.

Mutluluğum kısa sürmüştü ve satıcı kibarca makineyi yerine bırakmamı söylemişti. Aslında haklıydı herkes ellerse terden makinede korozyon oluşabilirdi ama ben çocuk aklımla adama fena içerlemiştim.

Dudaklarımdan birkaç kelime döküldü “ ama ben bunu alacağım “.Tabi ama alınca oynarsın makineyle demişti adam. Dükkândan nasıl hırsla çıktığımı bugün gibi hatırlıyorum. Eve vardığımda daktilonun şeridinin sarılı olduğu makarayı monte edip perde kornişlerinden halkalar taktığım uyduruk bambu oltamı sinirle kırıp atmıştım.

Artık, bir kere gerçeğiyle tanışmıştım! Hiç bir engel beni o oltayı almaktan alıkoyamayacaktı. Tüm birikimim olan harçlıklarımı ortaya getirip babamın karşısına dikilmiştim.

O zaman için bile Fransız malı çelik bir Mitchell ve orijinal kamışı ciddi bir paraydı. Babam biraz düşündükten sonra bana belki de beni avutmak için Almanya da işçi olarak çalışan bir tanıdığı olduğunu ve ona yazıp bir olta getirtebileceğini söylemişti. Ben bir olta değil o oltayı istiyordum. Günlerce babama işkence çektirdim, anneme yalvardım, tüm derslerin süper olacağını söyledim durdum. Hatta yazın tutacağım balıkları satıp borcumu ödeyeceğimi bile söyledim... Sonraları yazın balık tutup sattım da ancak paraları babama hiç vermedim oda istemedi zaten.

Ve sonunda ailemi ikna etmiş ve cebimde paralarım dükkândan içeri girmiştim. Direk gidip oltayı vitrinden aldım ve satıcının ikazını beklemeden bu artık benim dediğimi hatırlıyorum.
Bu kadar yıl geçmesine rağmen hala arada sırada çıkartıp silip yağlayıp, çok özel günlerde sadece tatlı suda yılda bir iki kullanıyorum. Seviyorum, okşuyorum ve 35–36 sene öncesine gidip o küçük haylaz ve de balıkçılığa deliler gibi tutkulu çocuğu anımsıyorum.

Not:
Ekli, siyah beyaz resimler 1976 yılında, tam 32 yıl önce. O tarihlerde balık tutmak çok normaldi ve resim çekmek ancak tesadüflere kalırdı. Gölbaşına babamın Anadol marka arabasıyla gitmiştik ve fotoğrafları sevgili babacığım eski AGFA makinesiyle çekmişti. Balıklar 5 no aglia mepps ile alınmıştır. Elimdeki ilk aşkım, ben ve turnalar.
Birde ilk aşkımın bugün ki yaşlanmış ama hala çekici halini gösteren bir resmi var.

İlk aşk unutulmaz derler evet hala benimle.

Sevgilerimle.

Bu hikâye Sevgili "Tahir Gürhan" ağabeyimin hikâyesidir. Kendisine bu güzel hikâyesi için teşekkür ediyor ve başarıların devamını diliyorum. M.Talip Girgin.

 
Toplam blog
: 438
: 826
Kayıt tarihi
: 07.01.07
 
 

Milliyet Blog'a hangi vesile ile kayıt olduğumu doğrusu hatırlamıyorum!  Bende birçoğunuz gibi ya..