Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '17

 
Kategori
Anılar
 

Boğaziçi Üniversitesi'nde Aylaklık

Boğaziçi Üniversitesi'nde Aylaklık
 

1976 bahar ayları
 
Askere alınmam için dilekçe verdim. Artık iş aramıyordum. Boğaziçi Üniversitesi'ne takılıyordum. Manzarası, kütüphanesi ve yok pahasına servis edilen yemekleri burada tam gün takılmak için bulunmaz nimetti; ayrıca Daçka’dan iki arkadaşım da vardı. Buranın öğrencileri varlıklı aile çocuklarıydı. Tek tük yoksul aile çocuklarına da yurt ve burs sağlanıyordu. Öğlen yemeklerini üniversite yemekhanesinde misafir öğrenci olarak yiyordum. Çok ucuzdu. Önceleri akşamları geç de olsa eve dönüyordum. Sonra Halidun’la tanıştım; beni bekâr odasına davet etti. Bana şiirlerinden okudu. Bir süre sonra Halidun’un odasında gecelemeye başladım. Aşiyan sırtlarında eski ve ahşap bir evin odalarından birini kiralamıştı. Ailesi Göztepe’de oturuyordu; ancak o yalnız kalmayı seçmişti. Metafizik âlemlere fazlaca dalıp çıktığı için hafiften sıyırtmış gibiydi. Üniversitede üçüncü yılıydı ve üç bölüm değiştirmişti. Okumaya niyeti yoktu. Bence baba parasını yemek ve askerliğini geciktirmek için üniversite bahaneydi.
 
Halidun pis kokmazdı amma seyrek yıkandığı belliydi. Saçları yağlı ve kepekliydi. Çok sigara içerdi; filtresiz birinci sigarası içerdi. Ben de votkalı domates suyu içtiğimizde tek tük otlanırdım ondan. Sigaraya böyle başladım ve askerlikte tiryakisi oldum. Halidun’la kantinde tanıştık. Doğrudan yanıma gelip, “Sen Ercü’nün arkadaşısın di mi?” diye sormuştu. Fakülteyi bıraktığımı duymuş ve bu kararımdan dolayı beni kutlamak istemiş. Dediğine göre, üniversite insanı ya ikiyüzlü ya da kendini bilmez bir yüzsüz yapmaktan öte işe yaramazmış. Bunun dışındakileri de ütopik bir amaç uğruna feda olmayı kutsallaştıran bir ideoloji bağımlısı yaparmış. “Bu sonuncular feda mı edilirler, yoksa feda mı olurlar pek anlayabilmiş değilim” diye de eklemişti.
 
Bütün gün gazete okuyup tavla oynar ve bahçede her an eşsiz görünümlü Boğaz’a karşı oturup felsefe ve şiir konuşurduk. Birlikte Kapital’i okumaya başlamıştık. Akşamüstleri Bebek sahiline inip sallama oltalarla istavrit tutardık. Balıkları bir lokantaya verir, karşılığında kızarmış balık ve bir küçük rakı servisi alırdık. Salata da hediyesi olurdu. Boğaz’da balık o kadar çoktu anlayacağınız. Belki de İstanbul’da insan az olduğundan balıklar bize çok geliyordu. Bazan votka ve domates suyu içerek sabahlara kadar konuşurduk. Kafamız her zaman uyuşmazdı ama bu yüzden hiç kavga etmiş değiliz. Birlikte 21 sayfalık bir şiir dizisi hazırladık. Adını Mühre koyduk ve bir yayınevinin şiir yarışmasına gönderdik. Düşündük ki o kadar şiirin içinden bir tanesini yarışmaya değer bulurlar. Şiir dosyası olduğu gibi, sanki yanlış adrese postalanmış gibi geri geldi. Halidun hepsini yırtıp atmaya kalkıştı; ben engel oldum. “Al senin olsun” dedi. Evet, şiirler kötüydü, ama üzerinde çalışılırsa bir şeye benzer diye düşünmüştüm. Mana özünde beğendiğim şiirlerdi; sadece edebi değer katmak gerekiyordu.
*
Boğaziçi Üniversitesinde ülkücü ve komünist öğrencilerle de tanışıklığım oldu. Bu zıt uçtaki iki ideolojiyi fiziki şiddete meyletmeden bir arada barınır görmek beni çok şaşırtmıştı. İkisi de dünyayı değiştirmeye inançlı ve kararlıydı; çok güzel şeyler söylüyorlardı. Sol cephe epeyce bir ayrışıktı. Dev-Sol, Halkın Kurtuluşu, Maocular, Troçkistler, Marks-Lenin Silahlı Propaganda Cephesi ve adını hatırlayamadıklarımın yanında bir de ne olduklarını kestiremediğim Acilciler vardı. Devrim şarkıları söyleniyor, devrim nikâhları kıyılıyor, geceleri caddelere sloganlar yazarak halkın bilinçlenmesi(!) sağlanıyordu.
 
Sarışın bir kız vardı. Çok zengin olduğu söylenirdi. Halkın Kurtuluşu cephesindendi. Geceleri üniversite civarındaki yollara ve duvarlara sloganlar yazanlara gözcülük ederdi. Bir gün beni boş boş otururken görünce koluma girip “ gel benimle” dedi ve okulun müzik odasına götürdü. Hipnoza girmiş gibi hiç itiraz etmeden tıpış tıpış gitmiştim. Bana Edith Piaf plaklarını dinletti. “Edith Piaf” hüzünlüydü; fakat güçlü bir isyan arzusu da uyandırmaktaydı.
 
Bir iki hafta içinde arkadaşlığımız güvenli bir dostluğa dönüştü ve bir gün aniden evli olduğumu bilmesine rağmen bana devrim nikâhıyla evlenme teklifinde bulundu. Aksi durumda benimle görüşmeye devam edemeyeceğini, çünkü bunun devrim ahlâkına aykırı olduğunu anlatmaya falan çalışmıştı. Kızın ağzı belli belirsiz çarpıktı; Mona Lisa gibi. Çok güzel bir yüzü ve yeşil gözlerinde seksi bir bakış vardı. İnsanda hemen oracıkta sevişme arzusu uyandırıyordu. İdeolojik bir örgüte üye olma zorunda kalacağımı bilmiyor olsaydım bu teklifi reddedebilir miydim acaba? Doğrusu o kadar cinsel ahlâklı olabileceğimden kuşkuluyum. Sadelikten giyiniyordu; makyajı bile yoktu; buna rağmen çok çekici ve zengindi. Gösterişli giyim kuşam ve makyaja rağbet etmeyişinde ideolojik bir felsefe vardı. Özellikle sosyalist ve komünist ideolojiyi benimsemiş kızların kendilerini güzel ve daha seksi gösterecek giyim kuşama rağbet etmesi davalarına ihanet sayılırmış. Kızın pespaye ve ucuz giyim tarzı bundandı.
 
Bir de kara kız vardı. Onun ideolojik takıntıs yoktu; serbest takılırdı. Halidun’un sevdalandığı bir kız ile aynı odada kalıyordu. Kızları tuttuğumuz balıkları kızartıp bize yediren lokantaya davet etmiştik. Yedik içtik tanıştık ve birbirimize iltifatlarda bulunduk. Hesapta küçük bir ödeme çıkmıştı. Halidun ile bende bir bakır mangır bile yoktu. Bu kara kız ödemişti hesabı. Çaktırmadan masanın altından bana uzatmıştı parayı. Daha sonra bu Kıbrıslı kız üniversite yerleşkesi dışında da benimle takılmaya başladı. Çıtı pıtı, güzel endamlı bir kızdı; kapkara dolgun ve kısa düz kesim saçlarının arasındaki esmer yüzünde erkeği eritiveren bebeksi bir masumiyet havası vardı. Mehtaplı bir gecede Bebek sahilindeki parkta oturmuş sohbet ederken nasıl oldu anlayamadım, birden öpmeye başladı beni. Kadınların bu özgüvenli tutkularına hep hayran kalmışımdır. Böyle şahane bir özgüvene teslim olmak her erkeğe nasip olmaz. O kısacık kaybolmuşluk içinde Kıbrıs’a yerleşip bir meyhane işletmeyi bile hayal edebilmiştik. Bir kadının gönül mahremiyle onurlanmak erkeklik gururumu okşamıştı; ancak ne yalan söyleyeyim, birkaç dakika geçti geçmedi aklımı şeytana yedireceğim korkusuna da kapılmıştım.
 
Ertesi gün Halidun ile durum değerlendirmesi yapıp kızlarla bir daha görüşmeme kararı aldık. Sonra öğrendim ki meğer Halidun aşkını açık ettiğinde sevdiği kız tarafından terslenmişti. Bundan böyle kendisiyle arkadaş olarak bile görüşemeyeceğini söylemiş kız. Yani Halidun zaten terk edilmişti; benimse terk etme zorunluluğum doğmuştu. Benimkisi ahlâk onuruyla terk etmekti; onunkisi zorunlu geri çekilişti.
*
İdeolojik öğrenci öbeklerine dışarıdan bakınca inançlı ve güzel insanlardı; ama beni iten bir zihniyet dalgasını yayıyorlardı. Bana itici gelen şey ideolojinin kendisi değildi; ona bağımlılığı kutsallaştıran yaklaşımdı. Varlıkta eşitlik söylemlerine rağmen, kurtarmayı vaat ettikleri o sömürülen emekçilerin yaşam kültüründen çok uzak, kendi aralarında bir çeşit cemaat hayatı yaşamalarıydı. Bir kısmı da kendilerine hizmet etmeyen herkesi din ve vatan haini olarak suçluyordu. Komünistlere haddini bildirmek, kurt gibi ulumak milliyetçi olmaya; tekbir sesleriyle yürümek de mümin olmaya yeterliydi. Üstelik gösterdikleri amaç ve yöntemler aynı olmasına rağmen, her biri Türk işçisi ve köylüsünü ancak kendilerinin kurtaracağı iddiasını o kadar fanatik bir şekilde savunuyorlardı ki, sık sık ağız dalaşına giriyorlardı. Belki üniversite dışında karşılaşınca ağız burun kırmacasına kavga bile ediyorlardır. Siyasallaşmış bu öğrenci öbeklerinin hiçbiri bana güven vermiyordu. Aynı güvensizliği, Yılmaz Güney'in filminde de hissetmiştim. Arkadaş filminde, zenginlerin parfüm kullanmasını müstehzi bakışlarla aşağılaması bir yana, filmin ideolojik mesaj içeren bir sahnesinde Güney silahını özellikle seyircinin gözüne sokarak çantasına koyar... Aynı sağduyum ile o zaman "Ne yani çözüm silahta mı?" diye sormuştum kendime.
 
Sağduyum bu gruplardan hiçbirine güvenilmeyeceğini telkin ediyordu. Gene de eğer evli olmasaydım ve askerliğimi yapmaya karar almasaydım, gençliğimin enerjisini bu sol gruplardan birinin hizmetine sunabilirdim; çünkü bu "lümpen entel sosyalistlerin" arasında nedense kendimi daha kaliteli hissediyordum. Yoksulluğu tenimde ve midemde hissetmiş ve Daçka'da iyi eğitim görmüş biri olarak bu insanlara liderlik yapabileceğimi ciddi ciddi hayal etmeye bile başlamıştım.
 
Ben iyisi mi Haldun ile şiir yazıp felsefe okumaya devam etmeliydim. Öyle de yaptım. Bir süre sonra biz ikimiz bağımsız birer çömez aydın görünümüyle tüm ideolojik öbeklere rahatça girer çıkar olmuştuk. Hemen her konuda edeplice ifade edebildiğimiz bir fikir oluşturabiliyorduk. Tabi ki fikrimiz kabul görmüyordu; ancak kabul edilmese bile entelektüel bir emek saygısı görüyordu. Bizi kafaya alma umutları tükenmişti; bizim de onları değiştirmek gibi bir gayretimiz olmadığını görünce aramızda saygı duyulan bir güven bağı oluşmuştu.
 
Askere giderken hepsiyle sarılarak dostça vedalaştığımı hatırlarım. Devlet için asker olmaya karşı olan aşırı solcular bile, “sağ salim dönesin; kahramanlık yapmaya kalkışma” diyerek uğurlamışlardı. Zorla harçlık verenler bile olmuştu. Memleketi sadece kendilerinin kurtarabileceğine iman ettiren ideolojik kutsiyetten bir an sıyrıldıklarında hepsi de merhametli yiğit çocuklardı…
 
Muharrem Soyek
***
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..