Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '15

 
Kategori
Öykü
 

Çimen ve Leylak Kokusu-3

Çimen ve Leylak Kokusu-3
 

Çimen ve Leylak Kokusu


SALI
 
Sabah altı buçukta uyandım. Işıl ışıl bir güne, erken “merhaba” doğal alışkanlığımdı. Amacım dünden aklımda kalan botanik parkına bir an evvel gitmek ve saat 9’daki ilk derse kadar orada zaman geçirmekti. Alışık olmadığım ve zorlandığım ortak banyoda duş alma faslının hemen arkasından, kendimi dışarı attım. Yurda dönerken yolda gördüğüm fırından, sıcak poğaça aldım ve doğruca kampüse yöneldim. Yurt, Kampüsün hemen dışındaydı, çevresinde öğrencilere hizmet için açılmış kafe, fırın ve lokantalar olmasa, kampüsün içinde sanırdınız.
Botanik parkına yaklaşırken, dünkü çocuklardan duyduğum “her zaman açık olmaması” sözü aklıma takıldı. Kısa süreli bir panik yaşadım. Parkı açık bulabilecek miydim? Ya da dünkü sakin ve huzurlu hali beni bekliyor olacak mıydı? Amfiye yaklaşırken, istemsizce Oya’ların dün oturduğu yere göz ucuyla baktım. Şaşkınlıkla yandaki kantinin de açılmış olduğunu gördüm. Kantinden çay alma isteğimle, parkın açık olup olmadığını bir an önce kontrol etme isteği arasında kısa bir bocalama yaşadım. Çayımı alayım, açıksa parkın keyfini çayla çıkarırım, düşüncesiyle kantine yöneldim. Aynı çıtı pıtı kız.
 
- Sade kahve ve simit mi Hocam? Diye sordu.
Vay anasına kız ikinci gidişimde beni hatırlamıştı, üstelik siparişimle birlikte. Gülümseyerek,
-Yok, Hocam çay istiyorum bugün. Sade(!) çay ve mümkün olan en büyük boyutta olsun.
- Tamam Hocam duble çayınız hazır.
 
Teşekkür faslından sonra, patika yola yöneldim. Zannedersin park kaçacak o kadar acele ediyorum. Patikadan soldaki yan yola saptım, kapı karşımda ama açık mı, değil mi belli olmuyor. Kapıya ulaşıp, itmem sanki saatler almış gibi geldi. Kapı açıktı.
 
- Oh beee, 
 
Tüm kaslarım gevşedi. Endişe yerini tarifsiz bir sevince bıraktı. Kestane ağacının yanında, uzunca bir müddet yerleşeceğimi hissettiğim alanda durdum. Poğaçamı ısırdım ve çayımdan büyük bir yudum aldım.
 
- Offff yaaaaa, 
 
“Sade Çay” ironim yanlış anlaşılmış, kızcağız çayımı şekersiz vermiş. Yine de sabah serçelerinin cıvıltısı ve suyolundaki suyun şırıltısıyla karışan bu manzara, keyfimin bozulmasını önlüyordu.
 
Dün yurt arkadaşlarımla uzun uzun sohbet edip oldukça geç bir saatte uyumuştum. Şekersiz de olsa çay iyi gelmişti. Odadaki tek birinci sınıf, tek istatistik bölümü ve tek fen fakültesinde okuyan bendim. İçlerinde ortak noktamız olan tek kişi Semih’ti ve ortak noktamız Ankara’da yaşıyor olmaktı. Hepsi neşeli çocuklardı. Oldukça yardımsever ve sevecen yaklaştılar. Bana çömez muamelesi ve şakaları yapmadılar. Geçmiş senelerde kendi yaşadıkları ve yaptıkları şakaları anlatırlarken, gülmekten gözlerimiz yaşardı. Bir yandan gülerken, bir yandan da hafif bir endişe duymadım değil. Neyse ki benim üzerimde bunların hiçbirini denemediler. Sanırım Semih’in yaşça en büyük olması ve beni sahiplenmesi bu şakalara maruz kalmamı önlemişti. Dünkü gerilimli günün ardından, akşamki neşe çok iyi gelmişti. Bir ara o kadar abartıp, sesimizi yükselttik ki, yurt görevlisi gelip uyarmak zorunda kaldı. 
 
Çocuklar, oda kurallarını anlattılar, çok kısa sürdü. Vize dönemleri hariç odada kural yokmuş. Vize dönemlerinde, dersler odada değil yurdun çalışma odasında yapılacak ve odada uyuyanlar uyandırılmayacakmış. Hepsi bu, kısa ve öz. Kampüs ve şehir hayatı ile ilgili bilgiler verdiler, nerelere gittiklerini ve neler yaptıklarını anlattılar. Gündüz, hepsi ayrı bölümde okuduklarından, beraber bir şey yapamıyorlarmış, geceleri ise yurt kurallarına mümkün mertebe sadık kalıp, eğleniyorlarmış. Yurtta şakalar hariç tek çılgınlıkları, yasak olmasına rağmen arada bir odaya içki getirip içmeleriymiş. Benim içip içmediğimi sordular, aslında ihbar eder miyim diye endişelenmişler. Ben de içkiyle çok aram yok ama saz, söz ve muhabbet olursa büyük bir zevkle içtiğimi söyledim. Sadece sarhoş olmaktan hoşlanmadığımı, olan insanlarla da içmediğimi söyledim. Güzel bağlama çaldığımı türkü seviyorlarsa, seve seve çalacağımı söyledim. Çok sevindiler, neşe kaldığı yerden devam etti. Semih bu akşam için hepimizin bir birahaneye gidip kutlama yapmamızı önerdi. Burak’a hoş geldin demiş oluruz, dersler hızlanmadan hep beraber bir şeyler yapmış oluruz, dedi. Ben yurt ve okuldan çok da uzaklaşmak istemediğimi belirttim. Kısa bir, öneriler ve taktikler tartışmasından sonra, oda da içmeye karar verildi. Benim içkiyi yurda sokma fikrim beğenildi ve onaylandı. Böylece votka işi bana kalmış oldu. Ben votkayı alacağım, Semih meyve sularını, diğer çocuklar da çerez ve kuruyemişleri getirecek. 
 
Çocuklar Ankara’daki yaşamım ve ailem üzerine sorular sordular. Okulun ilk günü yaşadıklarımı paylaşmadım tabii ki, ben bile ne yaşadığımı kavrayamamışken ne anlatabilirdim ki? 
 
Çocukluğumdan beri yaşadıklarımın muhasebesini hep yaptım. Yaşadıklarımın sorumluluğunu dürüstçe kendi üzerime aldım. Peki, dünü nasıl açıklamam gerekiyor?   Ne dün gece, ne de parka geldiğimden beri bir türlü, dün yaşadıklarımı değerlendiremiyor, hatta değerlendirmekten kaçıyordum. Tek bildiğim çok korktuğum, kendimi çıplak hissettiğimdi. Bugüne kadar hep kontrollü ve iyimser olmuştum. Bir Polyanna değildim ama insanları incitmekten de hep uzak durmuştum. Yaşamın her formuna derin bir sevgi duyarım. Zaman zaman kendime acımasız davranmışlığım ve karşımdakini incitmemek adına, incinmeyi göze aldığım olurdu ama adaletime güvenirdim. Dünkü çirkin yüzüme, dünkü çelişki ve kaçmalarıma bir anlam veremiyordum. Oya mıydı dün yaşadıklarımın kaynağı? Oya’dan etkilenmiştim, kabul… Normalde Oya’nın, benim sabah yaptıklarıma rağmen “özrü”, etkiler beni. Oya’nın gülen gözleri, sakin, sevecen davranışları, yumuşacık sesi, o muhteşem müzikal yeteneği ve kokusu etkiler. Peki,  sabah henüz o gözleri görmeden verdiğim tepkiyi açıklıyor mu bu?  “Kokusu!” taze, ferah ve masum leylak kokusu? Kendimi zorladım. Sabah öğrenci işlerinde, hissetmiş miydim bu kokuyu? Anımsayamıyorum, aslında o halimin, ben olduğuna bile inanamıyorum. 
 
İki küçük serçe birbirlerinin üzerinden zıplayıp, küçücük kanatlarını, telaşla çırparak hem oynuyor, hem de suyolundaki sudan içiyorlardı. Elimde poğaçamdan kalan son lokmayı, minik parçalara bölerek, onları da ürkütmeyecek bir mesafeye doğru yavaşça bıraktım. Önce fark etmediler sandım, daha ileriye atsaydım diye hayıflanırken, serçelerden biri aceleyle kırıntılardan birini kaparak yükseldi. Diğeri peşinden daha iri bir parçaya hamle yapıp, gagasına aldı. Gagasındaki kırıntıyı yere sürterek kopardı ve yuttu, sonra yerde kalan parçayı da aldı ve durdu. Duraladığı o an, bu narin kuş bana bakıyormuş gibi hissetim. Önce kafasını salladı, titredi, sonra telaşlı telaşlı o da yükseldi.
 
- İlk selamlaşmamız minik kuş ama son olmayacak emin olabilirsin.
 
Saat 8:30 oldu, derse gitmem gerekiyor. O huzurlu sessizlikten hiç ayrılmak istemesem de derse gitmem gerekiyordu. Oya ile aynı bölümde okuyorduk, mutlaka okulda tekrar karşılaşacaktık. Bu karşılaşma ne zaman olacaktı? Bu ortamdan mı ayrılmak istemiyorum, yoksa bu karşılaşmayı mı geciktirmeye çalışıyordum? Aslında Oyayı görmeyi de çok istiyordum. Çelişki, çelişki, çelişki… Benim gibi mantıklı bir insan için fazla çelişkili bir durum.
Amfiye dönüp, en önde kapının hemen yanına oturdum. Tüm sınıfın önümden merasim geçişi yapması, hoştu. Başımı merhabalaşmak adına yüzden fazla salladım, birkaç kişiyle de sesli günaydınlaştık. Yanıma oturan Mert’le, biraz memleket sohbeti ve ilk gün sohbeti yaptık. Mert, Ankaralı memur bir ailenin çocuğuymuş. Hareketli bir lise geçmişi olmuş. İlk günden okulun FRP kulübünü bulmuş ve katılmış. FRP masa üzerinde oynanan fantastik rol yapma oyunu. Bir yöneticinin yönettiği, masa başında oynanan doğaçlama tiyatro gibi bir şey. Video oyunlarından bildiğim ama hiç deneyimleme şansımın olmadığı, keyifli görünen bir oyun. Mert bu oyunda tecrübeli bir yöneticiymiş. Kendisini iyi bir “DM” olarak tanımlıyor. Oyunun etkisi sanırım, beş dakika içinde oldukça çok şey anlattı, beni de kulübe davet etmeyi ihmal etmedi. Benim için biçilmiş kaftanmış, oturduğum yerden istediğim karaktere bürünebilirmişim. Aslında haklı, hayat zaten rol yapma sanatı. Üstelik ülkemiz koşullarında oldukça da fantastik bir durum. 
 
Biz Mert’le bunları konuşurken yine huzur dolu leylak kokusunu aldım. Gelmişti, yüreğim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Yüzüm Mert’e dönüktü. Dudaklarının hareket ettiğini görebiliyor ama uğultu dışında bir şey duyamıyordum. 
 
- Bu koku benim tansiyonumu düşürüyor.  
- Çok da esprilisin Burak’cım, emin ol tansiyonun düştü! 
- Evet, düştü gerçekten.
- Başın dönüyorsa tamam! İstersen tuzlu bir ayran sorayım etrafa. 
- Çok komiksin gerçekten.
Kendimi sakinleştirmek için, kendimle konuşurken, bir yandan da kafamı çevirip etrafı araştırmamak için kendimi zor tutuyordum. Karşılaşmak mı iyi, yoksa karşılaşmamak mı? 
- Shakespeare tiradı gibi oldu.
- Farkında değilim, ne düşündüğümü biliyor muyum ben?
- “İnsanlar göründükleri gibi olmalıdır. Eğer değillerse; hiç görünmesinler daha iyi.”
- Shakespeare bu lafı kesin Mevlana’dan almış. Üstelik insanların senin gibi bir iç sesi varsa, dışa vurmak istemeyebilirler. Bu onların kötü olduğunu da göstermez. Senin özelin için söylüyorum.
- Senin pek bir sevdiğin, Mevlana da aynı şeyi söylüyor. Şimdi sen söyledin işte.
- Çok teşekkür ederim, kendimle çelişmeye bayılıyorum! Neyse ki sayende sakinleştim.
Kafamı arkaya çevirerek, kokunun geldiği yönü bulmaya çalıştım. Hemen iki sıra arkamda, dün gitar çalan çocukla oturuyordu. Hızlıca gene Mert’e döndüm. Mert anlatmaya devam ediyordu.
- Demek geçen sene “Matematik I” dersini verememişsiniz Oya Hanım.
- Yahu olabilir, ben bütün dersleri direkt verebilecek miyim bakalım?
- Versen iyi olur, o kadar hızlı döneriz evimize.
- Doğru söylüyorsun, iki gündür ilk kez doğru bir şey söyledin.
- Bırak şimdi bunları da, dünkü çocukla oturuyor. Fark etmedin mi? Aralarında bir şey olabilir mi?
- Olabilir, sana ne bundan! Bana ne bundan. 
 
Bana ne tabii de, Bana ne! kısmı gerçekten inandırıcı değil. Aslında aralarında bir ilişki yoksa benim için bir şeyi değiştirmeyeceği için daha da acıtıcı. Sanırım aralarında bir ilişki olması daha iyi. Son maçını kaybetmiş bir boksör gibi hissettim kendimi. Sağlam dayak yemiş ama hala güçlüyüm edasıyla gülümsedim. Mert ne anlatıyorsa artık benim gülümsememe kahkaha ile karşılık verdi. Doğru yerde gülümsemiş olmalıyım.
 
Mert’in kahkahası sürerken öğretmen derse girdi. Dün bölüm başkanımız “Lisedeki gibi öğretmen sınıfa girince ayağa kalkmanız gerekmiyor. Saygı üniversitede bu şekilde gösterilmez” demişti. Bu bile üniversiteyi sevmem için yeterli. Lisedeyken ben hariç tüm sınıf kalkar, hep bir ağızdan “Günaydın Öğretmenim” denirdi. “Günaydın Çocuklar” cümlesiyle de oturulurdu. Uyumlu ve saygılı bir öğrenci olmama rağmen, değilmişim hissi olurdu.
 
Öğretmenin sınıfa girip “Günaydın” demesi ile arkamdaki onlarca insan hep bir ağızdan “Günaydın” dedi. Ben de bu karmaşada, arkama dönüp tüm sınıfa göz gezdiriyormuşum gibi yaparak, Oya’nın olduğu yere baktım. O elmas gibi parıldayan ela gözlerle baş başa kaldım. İçimde, büyük bir sörf dalgası kalkmış, kıyıya doğru ilerliyormuş gibi hissettim. Parıldayan gözlerini kırptı, başını belli belirsiz eğip selam verdi. Bu sefer arkamda birine selam vermiş olamaz. Selama karşılık vermesem de olmaz.  Sörf dalgası kırılarak önce kıyıya çarptı, sonra köpükler saçarak ağzımdan “Merhaba” diye dışarı fırladı.
 
Mert’in  “2. Sınıflarla tanışmışsın bile Burak” demesiyle, önüme döndüm. Sanki hocayı dinliyormuşum gibi hocaya doğru bakarken;
- Sen tanışıyor musun Oya ile? Nerden bildin 2. Sınıf olduğunu.
- Dün FRP kulübüne başvuru yaparken tanıştım. Bizim kulüp odasının hemen yanı da müzik kulübüymüş, tesadüfen Oya’ya sordum bizim kulübün yerini.
- Demek müzik kulübü de var. Ne tarz müziklerle ilgileniyorlar acaba, bilgin var mı Mert?
- Bilmiyorum, sormadım. Senin bizim kulüple ilgilendiğini düşünmüştüm Burak.
- İlgileniyorum, sadece tek bir kulübe mi üye olabiliyoruz? Ben telli enstrümanlarda iyiyimdir, özellikle de bağlamayı çok iyi çalarım.
-  Sanırım olabiliyorsundur, tam emin değilim.
Öğretmen kendisi ve dersi hakkında bilgiler vermeye başladı. Ders kitabı ve kitabı nereden edinebileceğimizi söylüyordu. 
Mert’e;
- Mert sana parasını versem kitaplarını alacağın zaman, benimkileri de alır mısın? Diye sordum.
- Tabii ki alırım, tüm kitaplarımızı öğrenelim, cuma günü gidip alacağım. O zaman seninkileri de alırım. Ücretlerini bilmiyoruz, ben hepsini alayım, sonra hallederiz.
Mert’ciğim sağ olsun, beni şehre inmekten kurtardı, iyi çocuk. 
 
Bu Oya bütün birinci sınıf öğrencilerine yardım etmeyi kendine görev mi edinmişti. Ben ve sınıfta tanıştığım ilk insan Oya’nın yardımlarına mazhar olmuştu. Oya Hanım’cığım, çok yardım seversiniz. Müziği sevdiğinizi ve yeteneğiniz olduğunu biliyorduk ama bir de kulübünüz var demek. 
 
Yalnız bir çocukluğum oldu. Çok dışarı çıkamıyordum. Şimdiki gibi internet de olmayınca, oyalanmam için babam bana bir bağlama hediye etmişti. Kendi çabamla çalmayı öğrendim. Bağlamamla çok uzun süreler yarenlik yaptık. Babam rakı sofrasını kurar, beni yanına oturtur ve kendi yöresinin türkülerini çalıp söyletirdi. Türküler sayesinde memleketiyle hasret giderirdi. Çok zamanım olduğundan, türküleri saatlerce dinler, sonra saatlerce bağlama çalışırdım. Lisede, sınıfta bağlamadan hoşlanan pek olmadığından, gitar çalmayı da öğrendim. Bu yeteneğim her zaman işe yaradı, hep ilgi odağı olmamı sağladı. Şimdi de Oya ile bir bağ kurmamı sağlayabilirdi.
 
Hoca, iki saat dersi olmasına rağmen, aynı bölüm başkanı gibi dersi bitirdi. Bu hafta hep böyle olacak sanırım. Bugün sınıf dünden biraz daha ağır aksak boşalmaya başladı, insanlar birbiriyle daha fazla diyalog kurma peşindeydi. 
 
Mert;
- Sonraki ders birde, öğle yemeğinden önce kulübe gideceğim, istersen sen de gel, hem tanışmış olursun, hem de daha detaylı bilgi veririz sana. Sonra yemeğimizi yer, döneriz derse. 
- Acaba Oya da kendi kulübüne gider mi? 
- Botanik parkı ve iki küçük serçe beni bekliyor.
- Müzik kulübüne de uğramış oluruz. 
Bir an Mert’le kulübe gidiyorum, bir an parka dönüyorum. İki fikir arasında gidip gelirken, Mert’e cevap vermeden önce arkama dönüp baktım, Oya ile yeniden göz göze geldik. Yanındaki gitar çalan çocukla konuşuyor ama gözlerini de benden ayırmıyordu. Hızlıca önüme dönmek istedim.
- Daha fazla kabalaşma Burak, yeter artık.
- Selam vereceğim, üç saniye içinde gözlerini yanındaki çocuğa çevirmezse gülümseyeceğim.
- 1001, 1002, 1003 bitti üç saniye, hadi bakalım, gazan mübarek olsun.
-Gülümsedim işte tamam.
Mert araya girdi;
- Efendim anlamadım!
Tekrar Mert’e dönerken, gülümsediğimden hiç emin değildim;
- Pardon Mert. Sesli düşünüyordum. Bugün ben gelmeyeyim, akşama yurtta arkadaşlarla plan yapıldı. Benim almam gereken nevale var, onları halledeyim. Yarın seninle gelirim. Bu arada kulüpteki çocuklara, birden çok kulübe üye olunabiliyor mu sorar mısın?
Mert’in yüzünde istemsiz bir endişe oluştu. Bu endişe hoşuma da gitti. Mert gerçekten onunla kulübe gitmemi istemişti demek. Mert aynı endişeli yüz ifadesiyle;
- Tamam, abi. Sorarım tabi. Sen Müzikle bizim kulüp arasında kaldın sanırım.
- Mert “abi” yerine “Hocam” hitabına alışsan iyi olur. Burada herkes hocam diye hitap ediyor birbirine. 
Mert gülümsedi. Ben devam ettim.
- Arada kalmak demeyelim, sadece bildiğim, üstelik iyi olduğum bir şeylerle uğraşmak istiyorum. Zaten bir anda çok şey değişti hayatımda, bir bilinmezlik daha ilave etmek yoracak beni diye, endişe ediyorum.
- Abi endişe edecek bir şey yok. 
Durakladı bir an;
- Pardon, Hocam korkulacak bir şey yok. Ben sana yardımcı olurum, tüm bildiklerimi anlatırım.
- Sağ ol Mert. Tamam, kesinlikle düşüneceğim bunu.
- Tamam, Hocam öğleden sonra görüşürüz o zaman.
 
Mert önündeki kalem ve not defterini toparlayıp dışarı çıkmaya hazırlanırken ben tekrar arkama döndüm. Oya yoktu yerinde. Çıkmıştı demek.
 
Amfiden ayrılırken, yandaki kantine uğrayıp, serçelerim için kek aldım. Patikadan parka doğru yönelirken, aklımda Oya’dan başka bir şey yoktu. Gülümsemiş selam vermiş miydim? Yoksa yine odun gibi bakıp, Mert’e mi dönmüştüm. Parkın tel örgü kapısına gelinceye kadar, kapalı mı, değil mi endişesi yaşamak aklıma gelmemişti. Kapıya geldiğim an aklıma gelen bu düşünce, biraz yavaşlamama sebep oldu. Bir an tereddüt edip kapıda durdum. Açıksa, daha büyük bir sevinç yaşamak için ağırdan alıyordum. Kapıyı yine açık bulmam, “Çocuklar ben bu duyguyu her seferinde yaşayayım diye mi söyledi acaba?”, diye düşünmeme sebep oldu. Kestane ağacıma, her zamanki yerime yerleştim. Suyolunda akan su daha bir berrak gözüktü gözüme. Yükselen güneş, ağaçların büyük yaprakları arasından dans eden huzmeler şeklinde suya düşüyor, yansımaları rengârenk çiçeklerde, renk cümbüşüne sebep oluyordu. Serçeler, bir daldan bir dala şakıyarak uçuyor, kâh inip su içiyor, kâh yükselip büyük yaprakların arasında kayboluyordu. Henüz fırından yeni çıkmış keki, küçük parçalara bölmeyi denedim, ama taze kek pek de ufalanmıyormuş. Ufalanmaktan çok küçük hamur tanelerine dönüştüler. Hamur tanelerini serçelere ikram etmeden önce, ağzıma bir tane atıp test ettim. Kendimi çeşnici başı gibi hissettim. O kadar sahiplenmiştim küçücüklerimi, lezzet ve sağlık testi yapmadan ikram edemezmişim gibi geldi. Taneler çimlerin içinde yuvarlanmaya başlar başlamaz üç-dört mink geldi, keyifle yemeğe başladı. Keyiflendiklerini çıkarttıkları sesten anlayabiliyordum. Doğa muhteşem bir ahenkte dans ediyordu. Dillerini bilmesek de, seviniyorlar mı? Üzülüyorlar mı? Sağlıklılar mı? Rahatsızlar mı? Anlıyor insan. Oysa, insanoğlu bu konuda çok ketum, ikiyüzlü, hatta ne ikisi, üç-dört-beş yüzlü. Ben bile öyleyim. İçimdeki sesi saymasak bile, evlat Burak ayrı, öğrenci Burak ayrı, arkadaş Burak ayrı, hatta erkek Burak ayrı. Bazılarını ben bile çözemiyorum. Sanırım son günlerdeki Burak, “erkek Burak” ama âşık bir erkek. Aşktan kaynaklandığına emin olmamakla birlikte, bu hallerini hiç sevmedim. Hümanist ama mantıklı Burak gitti, yerine bu geldi. Tüm yaşanmışlıklara rağmen yine de umutlu ve neşeliydi Burak. Yerine her an tetikte ve tedirgin Burak gelmişti. Kendimle barışık bir adamdım. Kendimi, kusurlarım ve hatalarıma rağmen severdim. Hayatta başıma gelen her şeyin kendimden kaynaklandığını kabul eder, başka kişi ve olayları suçlu göstermeye çalışmazdım. O kadar cesurdum ki kendimle yüzleşirken hiçbir bahaneyi kabul etmez, en acımasız eleştirilerimi bile yüreklice kabul eder, çözümü kendimde arardım.
- Eee ne oldu beyim o zaman?
- Bilebilsem, burada ne işim var? Gidip FRP öğreniyor ya da müzik kulübünde hünerlerim konusunda ahkâm kesiyor olurdum.
- Sadece kuşları ve bu parkı sevmiş olamaz mısın? Doğa hayranı bir adamsın sonuçta.
- Evet, ama aynı zamanda sosyal bir adamım.
- Sosyallik anlayışın, etrafındakilerle, felsefi muhabbetler. Yarası olanın, derman olman için senin omzunda ağlaması mıdır?
- Hiç de bile. Yeri gelince vur patlasın, çal oynasın ortamlarım olmuyor mu?
- Buna kendin de çok inanmadın değil mi?
- İspatlamak zorunda mıyım?
 
Hayat insanın onaylanma arzusu üzerine kurulu. Onaylanmayan bir yaşam “Hiç” olmuş bir yaşamdır. Bir kişinin onaylamasına muhtaç, o bir kişinin kölesi gibi yaşamayı göze almak, bu yüzden olsa gerek. En zoru kendini onaylamak olsa da, gerçek huzur ve mutluluk budur. 
Huzurlu değilim, mutlu değilim, bu hallerimi onaylamam mümkün değil. Ben ne yapıyorum burada?
 
Serçelerin cıvıltıları, bir planör edasıyla keklere yaptıkları dalış ve kalkışlar, bu sorgu suali bölerek rahatlamama sebep oluyor. Birbirlerinin gagalarından kaptıkları yiyecekler daha tatlı geliyor herhalde, yerde hepsine yetecek yiyecek var oysa. Kötü günler için fazladan kapmaya çalışıyorlar sanırım. 
 
Aniden hepsi birden havalandı. Kanat seslerinin telaşlı çırpışması ve hepsinin uygun bir dala uçmasının ardından, derin bir sessizlik oluştu. Serçeleri telaşlandıran, belki bir kedidir diye etrafı göz ucuyla taradım. Sonra suyun sesi bile durdu. Bu sessizlik beni boğuyor gibi hissettim. Zaman durdu sanki. Sessizlik bir sis perdesi gibi indi. Deminki renk cümbüşü matlaştı. Güneşin huzmeleri, dansını sona erdirdi. Bu koku, leylak kokusu? Aniden yüreğim yerinden çıkacak gibi hızlı atmaya başladı. Anlımdan süzülen ter damlasını, kaşlarıma ulaşana kadar, bir asır takip ettim. O geldi. Şu an arkamda ve yavaş da olsa, kokunun artışından bana doğru geldiğini hissedebiliyorum. Beynimde klasik gitar tınısıyla irkildim. Az önce sevinçle karışık, buruk heyecanımın yanına bir de kızgınlık eklendi. Acaba yanından hiç ayrılmayan o çocuk da mı vardı? Kızgınlığımı kontrol etmem gerekiyor. Neden bu kokuyu her hissettiğimde, kızacak bir sebep de buluyorum. Kendime olan kızgınlığım, sebebini henüz çözemediğim kızgınlığımın üzerine çıktı.
 
- Burak sana Atilla İlhan desem.
- Dedin işte. 
- Yalnızsın, çocukluk yıllarının yalnızlığı…
- Ben, benle kalmaya alışmıştım, oysa.
- Kimse o kadar güçlü değildir. Olsa olsa, dünyanın en iyi yalancısıdır.
“Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır 
 Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım 
 Bu gece dağ başları kadar yalnızım” 
- Atilla İlhan diye kastettiğin buydu demek. Atilla İlhan, yalnızlığının tasvirini nasıl bitirir aynı şiirde biliyorsun.
 “Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından 
 Dudaklarımda eski bir mektep türküsü 
 Karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim 
 Gözlerim gözlerini arıyor durmadan 
 Nerdesin?”
 
Nerde olduğunu biliyorum, arkamdasın. Donup kaldığım, dönüp de bakamadığım yerdesin. Şiir bakışımı durulaştırdı. Bana ne olduğumu, nerede olduğumu tekrar hatırlattı. Yabancı olmadığım bir duygunun, tekrar yansıması. Dönüp dönüp aynı şeyleri, ilk kez yaşıyormuşum hissine kapıldım. Ne hoyratsın sen yaşam. Çözdüm dediğin sorunun en başında bulabiliyor insan kendini. 
 
-Merhaba Oya, Hoş geldin.
-Merhaba Burak, nerden bildin ben olduğumu?
Aynı yumuşak ses, aynı sakinlik. Arkama dönmedim. Yanında başkasının olup olmadığını görmeye hazır değildim. Cevap da vermedim. Oysa ne tepki verdiğini gözlerinden görmeyi istiyordum. Yanıma gelip çimlerin üzerine oturdu. Bonsai ağaçlarının olduğu adacığa gözlerini dikti, bana bakmadan.
- Ben de çok severim bu parkı, dönem ilerlerken yaşadığı değişimi, ilkbaharda bir bebek gibi tekrar doğmasını.
- Yalnız kalmayı sen de seviyorsun demek.
- Çok az kişi bilir buranın varlığını. Bilseler de kalabalıklar içinde kaybolmak daha caziptir.
- İyi ki öyle.
Yalnız gelmişti. Benim için değil, kendisi için gelmişti. Ortak noktamız iki oldu Oya.
- Kantinin karşısında otururken, senin buraya geldiğini gördüm. Umarım rahatsız etmiyorumdur.
Benim için mi geldin? Gerçekten mi? Rahatsız olmak mı? Kalp sorunu yaşamayacak kadar genç olduğuma dua ediyorum gerçi ama buna rahatsız olmak denmez. Bunları düşünürken Oya’ya doğru döndüm. Parıldayan ela gözlerle tekrar baş başa kaldım. Hazırladığım “özür” boğazımda kilitlendi. 
- Bu muhteşem park maalesef bana ait değil.
Hadi ama Burak, ne olursun yapma. Bu kadar kaba olmaya gerek yok. Hadi toparla cümleyi.
- Seninle paylaşabilirim…
Ha gayret. Allah’ım bana güç ver. Yapabilirim, başarabilirim.
- Büyük bir zevkle.
Ohhhhh, derin bir nefes aldım. Sanırım yumuşatabildim. Eksik olsa da, kırıcı değildi en azından. Son bir gayret, bir de özür dilesem…
- İlk karşılaşmalarımızdaki kabalığım için özür dilerim Oya.
- Anlıyorum.
Anlıyor musun? Bu mu cevabın? İki günün özeti, bu kadar kaba tavırlarıma rağmen şu an yanımda oturuyor olmanın cevabı bu mu yani? “Anlıyorum”. 
Anlıyorum ne demek? Özrünü kabul ediyorum, bir daha tekrarlama mı? Gerek yok, bende geçtim bu yollardan mı? Oya, tek bir kelimeyle bu kadar soru oluşturma başarısı, sadece sana mahsus bir durum.
- Sevindim. 
Sevindim mi? Burak sen mi konuşuyorsun, başkası mı? Düşünmeden söyleme şöyle şeyler. Az önce toparladın daha.
- Yani anlıyor olmana sevindim. Anlıyor olman kabalığımı maruz göstermez tabi.
Aferin bu sefer de toparladın. Peki, neden yanımdasın? Ben konusundaki bu ısrarın neden? Benimle oyun mu oynuyorsun? İntikam peşinde misin?
- Ankaralısın sanırım?
- Evet Ankara.
Hakkımda araştırma mı yaptın? Ben, beni tanıyan birini henüz bulamamışken, sen nereden buldun Ankara’yı?
- Ben İzmirliyim. Deniz insanı için daha zor bir şehir burası. Merak etme yakında alışırsın.
Bu sanırım, “Anlıyorumun” açıklamasıydı. Diğer sorularıma da cevap verebilir misin mümkünse?
- Sen alıştın yani, bunu mu söylemek istiyorsun? Parka hala geliyor olmanı açıklamıyor bu. Hala yalnız kalmayı tercih ediyor olmanı.
İşte adam akıllı bir soru. Beynim hala yerinde, mantıklı çözümlemeler yapabiliyorum. Aslında Oya’nın yanında ilk kez bu kadar sakin olduğumu fark edip biraz daha rahatladım.
- Şehir için evet, alıştım. Alışmak sadece yaşadığın ortamla bitmiyor Burak.
“Alışmak sadece yaşadığın ortama alışmak değil”, bir de insan boyutu var diyorsun yani. Bizim ilişkimizde böyle gelişecek sanırım. Karşılıklı bulmaca çözeceğiz. İçimden soru sormayı bırakmalıyım. Akışına bırakacağım. Oya dertlerin var ve beni de, diğerlerinin yaptığı gibi ortak edeceksin. Öyle değil mi? 
-  Peki, neden şu an burası? Neden yanımdasın? Neden ben?
İçimden soru sormayı bırakmaya karar verdiğim an, bu soruları direkt Oya’ya soracağımı hesaplamamıştım. Her seferinde kendimi şaşırtmayı başarıyorum. Oya madem sorduk böyle damdan düşer gibi, detaylı bir cevap verirsen ama mantıklı, birbirimizi zorlamadan düzeyli bir ilişkimiz olabilir.
Oya sustu.
 
Oya deminki cümleyi gerçekten dışımdan söyleyip söylemediğim konusunda beni çelişkiye düşürme lütfen. Oyun oynamayı bırakalım. Net bir soru sordum, net bir cevap istiyorum.
Serçeler tekrar kek lokmalarına inmiş, telaşlı işlerine geri dönmüştü. Oya sessizliğini koruyor olsa da bu sefer bana bakıyordu. Parıldayan ela gözleri puslandı. Ağlama sakın. Lütfen basit soruma, basit bir cevap ver. Oya az önce ne dedi “Alışmak sadece yaşadığın ortamla bitmiyor“, şehirle değilse derdi, biri ya da birileri olmalı.
 
- Bu hayatta kaybettiklerin var sanırım.
Oya susuyordu. Benim tahminim boş değildi. Gözlerinin pusu dağılır gibi oldu.
- Bazen yokluğuna alıştığımı düşünüyorum, dedi.
- Ben karşına çıkana kadar, alıştım zannediyordun. Öyle mi?
Kimin yerini dolduruyordum. Neydi bendeki benzerlik? Aslında inanılmaz bir hayal kırıklığı da yaşıyordum. Bu hayal kırıklığı öfkeyle karışmıştı.  Derinliği olan soruların, bu kadar basit cevapları olabiliyor. Ne umut ettiğimi de bilmiyorum. “İnanılmaz yakışıklı haline, kendimi kaptırdım” diyecek hali yok ya. 
 - Çok mu benziyorum, ona.
- Aslında hiç benzemiyorsun. 
Yeni fark etmiş gibi durdu bir an. Emin olamadığı durumu değerlendiriyor gibi bir hali var.
- Gitar sesine verdiğin tepki. O gözlerinin kapalı, yüzün güneşe dönükken ki ifaden… Bilmiyorum tam olarak sende onu çağrıştıran hiçbir şey yok. Seni ilk gördüğümden beri bana hissettirdiklerin... Belki tütün ve lavanta kokun.
Kokum mu? Beni de senin leylak kokun vurdu Oya. Ortak noktalarımız gittikçe artıyor. Daha önce beni Oya’nın kokusu gibi etkileyen kokular olmuş muydu diye düşündüm. Bulamadım, ilk kez bir koku beni bu kadar etkiliyordu. 
- Gözlerinden anladığım kadarıyla, sende derin izler bırakan biri.
 
Cevap vermedi. Belli ki üzerinde bıraktığı izleri düşünüyordu. İlk aşkı mı, babası mı, kardeşi mi? Kimdi bu? Rekabet mi ediyorum, yoksa ondan faydalanıyor muyum? Sorsam daha da incitir miyim seni? Sol elimi Oya’nın omzunun üstüne koydum, yüzüm hala serçelere dönük:
- Bazen geride bıraktıklarımız, bizim ilerleme sebebimizdir. Ne kadar incinsek de,
yüreğimizdeki acı hiç geçmese de, sevgimizin şekli değişir, kişiliğimiz yoğrulur. Acıyla yaşamayı öğreniriz. Emin ol daha doğru insanlar olmamızın vesilesi olurlar. İnsan ne öğrenirse acılarından öğrenir. Kişiliğine ne katarsa acılarından katar. Gülebilmemizin yegâne sebebi, geçmiş acılarımızı doğru algılamamızdandır. Heybemizde taşıdığımız acılar hep orada kalmalı, bizi daha güzel insanlara dönüştürmek için. Sevginin, sevmenin ne olduğunu hatırlamamız için. Gülmek, gülebilmek, sevmek, sevebilmek güzel insanların işidir. Güzel insan biraz da acıyla yoğrulmuş insandır. Aynı şu serçeler gibi. Kek parçalarını yerkenki telaşları, geçen sene kar altında yaşadıkları açlıktandır. 
 
İrkildi, doğrulur gibi hareketlendi. Tüm vücudunun gerildiğini hissedebiliyordum. Sol elini, az önce omzuna koyduğum elimin üzerine koydu. Elimi kaçıracakmışım da mani olmak istiyormuş gibi sıktı. Elimin üzerinden enjekte edilen antibiyotiğin, damarlarımda hareket ettiğini hissedebiliyordum. Önce koluma, omuz ucumdan göğsüme en sonunda yüreğime ulaştı. Yumuşacık ellerinden, yüreğime ulaşan, ağrılı bir sona akış vardı. Buram buram leylak kokulu, keskin yürek ağrısı. Ben bekledim, o sakinleşti. Yumuşacık sesi, az önceki geriliminden kaynaklı biraz zorla, biraz titrek;
 
- Her ayrılık, içinde yaşarken fark edemediğin belkileri bırakıyor ardından. Sevgini sonuna kadar gösteriyor olsan bile.
Acın bu kadar mı zamansız buldu seni Oya. Her yürek acıyı başka algılar. Hiç kimsenin acısını, seninmiş gibi hissedemezsin. Hissedemediğin acıya yapacağın teselli, o acıyı kanatmaktan öteye gidemez. Acının ortağı olunmaz, acının yareni olunur.
- İçinde sevgi zerresi olan her ayrılık zamansızdır.
Kafasını eğip, sol elimin üzerinde duran elinin üzerine koydu. Kimdi bu zamansız, hazırlıksız ayrılan? Yaşamı mı son buldu, yoksa terk ediliş miydi Oya’yı bu kadar inciten. Anlat Oya, ortak olamasam da acına, dinlerim. Üstelik yargılamadan dinlemeyi başaran biri, acına iyi bile gelebilir. Beni tanımasan da, doğru insan olduğumu hissetmiş olmalısın.
- Anlatmak ister misin?
Kafasını kaldırmadan.
- Can ile liseden arkadaştık. Rüya gibi geçen üç senemiz olmuştu. Lise hayatımızın ilk günü, o heyecanla sınıfımızı ararken karşılaşıp, sınıfa beraber girdik. Aynı sıraya oturduk ve üç yıl boyunca hiç ayrılmadık.
Can şanslı bir çocukmuş. Can, seni anlatırken, hala aynı duyguyu yaşayabilen bir sevgilin varmış. Kesmek istemiyordum ama Can’ın başına ne geldiğini de deli gibi merak ediyordum. İçimden sürekli yükselen ses canımı sıkıyordu:
- Oya öncelikle, sonunda ne olduğunu söyleyip, sonra araları anlatsan. 
- Kendi duyguların için başkasının duygularına sabır gösteremiyorsun. Bu kadar mı bencilsin.
- Şu an eli elimin üzerindeyken, ne hissetmeliyim. O kendi acısını, benim duygularım nedir diye sorgulamadan anlatabiliyor.
- Sevgi tercih etmektir. Fedakârlık olarak görüyorsan bu durumu, senin hislerinden şüphe etmen gerekiyor.  
Bencilce bir duygu mu bu aşk dedikleri? Onu hak edecek kadar sevmiyor, tahammül gösteremiyor ve onu anlamaya çalışmıyorsan aşkın ne anlamı var. Oya aklımdan geçenleri duysa, benden nefret bile edebilir. Şu anı hak edip etmediğim konusunda ben bile çelişkideyim.
- İnsanoğlu böyle işte, arzu etti mi gözü hiçbir şeyi görmez. Eğitim denilen mevzu ile nezaket kuralları adı altında maskelemeyi öğrenir. Ne kadar içselleştiriyorum diyorsan, o kadar yalancısın.
- Hayır. Çok sevdim Oya’nın varlığını. Benim duygularımın olması ve aceleciliğim yansımıyor ki ona. Bilmediği düşüncelerim, incitmez ki onu.
- Senin bilmen, sevgi dediğin duygunun değersizleşmesini sağlamıyor mu?
- Bir ad koymuyorum, sevgi ya da aşk diye. Sadece bir çocuk gibi meraklı ve aceleci sonumuzu görmek istiyorum. Onun hislerimdeki varlığı ile kendisinin aynı olup olmadığını merak ediyorum. Biz diye bir şey olup olmadığını sorguluyorum.
- Ben de bunu söylüyorum işte. Adını bile koyamadığın bir duygunun peşinden giderken, ne umut ettiğini bile bilmeden sabırsızlık gösteriyorsun. Şimdi, şu an seni seviyorum dese, ne hissedeceksin? Ne diyebileceksin? Senin sabırsızlığın Oya’ya değil kendine. 
Kendi kendimi sürekli döverken, Oya’nın anlattıklarına yoğunlaşmaya çabalıyordum. Oya aynı sakinlikle sürdürüyordu konuşmasını.
- Bizi tanıyan herkes, üniversiteyi bile beklemeden evleneceğimizi düşünüyordu. Bizi birbirimize o kadar yakıştırıyorlardı ki, sevgimizin varlığı o kadar hissedilebilirdi ki, tanıdığımız herkes bize imrenerek bakıyordu. Hiç kimse, sonumuzun ne olacağı ile ilgili en ufak şüphe duymuyordu. 
- Aşkın dokunulabilir bir biçiminin var olduğunu söylüyorsun.
Kafasını kaldırıp gülümsedi.
- Söylüyorum, çünkü yaşadım.
 
Aşk, karşılıklı olunca böyle oluyor demek. Oya’nın bu büyük duygunun karşılığını bende bulması mümkün mü? Yoksa Can’la beraber bu defter kapandı mı? Böyle mi olması doğru? Sevdayı bu boyutta yaşayınca bitmeli mi her şey? İnsan gerçekten bir defa mı âşık olur? Âşık olduğun kişi başkasında bu duyguyu yaşadıysa, heba olmuş bir yaşam mı oluyor senin ki? O zaman, kaç yaşam tek ve mutlak doğruyu bulamadığı için heba olmuştur. Şu an yaşadığım duygular doğruysa, benim yaşamım da heba oldu… Olmaz, olmamalı. Yaşamadan, yaşayacaklarımıza ipotek koymamalıyız. Bu onca yaşama haksızlık olur. İnsanlar ikinci evliliklerini ya da sevgililerini yalandan bir hayatla yaşıyor olur. İkinci kişiye yaptığın haksızlığın yüz katını kendine yapmış olursun. Aşkı yoğun hissetmek çok güzel, tek olarak tanımlayınca daha da yüceltiyor bu duyguyu. Önemli olan kişisel duygularımızsa, tekrar âşık olunca daha değersiz mi oluyoruz. Olmamalıyız, değişen biz değiliz ki. Değişen zaman ve bize getirdikleri ya da götürdükleri. Elimizde olmadan gidenler, benliğimizi ve kişiliğimizi götürmüyor ki. İyiliğimizden, dürüstlüğümüzden bir parçayı alıp götürmüyor ki. Yüreğimiz bir kişi için atıyor olmalı ama o artık yoksa, bizi terk ettiyse yüreksiz ve korkakça mı yaşamalıyız? 
 
- Kendi duygularına çıkar bir yol bulmak için çok zorluyorsun. Sen olsan ne hissederdin?
- Tüm insanlık için düşünüyorum, benim de parçası olduğum insanlık için.
- Burak! Olayı tüm insanlık boyutuna çıkararak, aklın sıra büyütüyor, mantıkla çözmeye çalışıp, kaçamak cevap veriyorsun.
- Şu an haklısın demek istemiyorum. Sahip olamadığım karşılığa isyan ediyorum.
- Sen söyledin işte, sahip olamadığın duyguyu değersizleştirme. Bırak Oya aşkını Oya gibi yaşasın, bırak Burak, Burak gibi yaşasın.
- Çok zor benim de canım yanıyor.
“Bir gönüle âşk girince
Ateşte yanmışa benzer
Bir de hasretlik olunca
Yanmış tutuşmuşa benzer”
- Aşık Fedai
Bu türküyü mırıldanmaya başladım. Oya’nın yüzünde yine aynı gülümseme. Türküyü kendime söylüyordum aslında ama Oya kendi üstüne alındı.
- Doğru bir türkü seçimi.
Dedikten sonra ikinci kıtasını, göz göze beraber söyledik.
“Yağmura karışır yaşın
Dünyaya sığmaz bir başın
Sevdalıdır hayal düşün
İçmeden sarhoşa benzer”
- Türküleri ben de çok severim Burak. 
Türkü bitince, gül yüzünde güller soldu, leylak boynunu büktü.
- Üniversite sınavında ben burayı kazandım, Can kazanamadı. Bana gitme kal, diyemedi, kıyamadı. Sanki üniversite okumamak, bir seçenek değilmiş gibi gelmişti bize. Bu sene o da kazanıp gelecekti. Ben buraya geldikten on gün sonra, dershaneye giderken otobüs çarpmış…
Hızlıca ayağa kalktı. Allak bullak olmuştu, bana bakamadan.
- Gitmek zorundayım.
- Git…
Şamar gibi sözleri, deminden beri kafamın içindeki saygısızca düşüncelerimi yüzüme çarptı.
- me..
 
Gitme diyemeden parkın kapısından ayrıldı. Şaşırmış donup kalmıştım. Kaybettiği birisinin olduğunu biliyordum, ölmüş olabileceği de aklıma gelmişti ama yine de duymak sarsıcı gelmişti. Bu konu hakkında konuşabiliyor olması bile şaşırtıcı. Benim bir şey yapamayacak olmamsa üzücü. Oya bir düş gibi gelmiş, kâbus gibi gitmişti. 
 
- Bir başımıza kaldık. 
- Ne yapabilirim ki. Bende Can’ı görmesi, benim hatam değil. Oya’ya hislerimin de, ne Oya ile ne de Can’la alakası yok. Ne Oya suçlu, ne Can, ne de ben.
- Peşinden gitmeliydik.
- Yetişme şansım var mıydı sence? Üstelik ona Canı hatırlatan ben, şu an görmek istediği en son kişi olmalıyım.
Saate baktım. Henüz on ikiye geliyor. Yemek diye düşünüyorum ama ne açlığım kaldı ne de gidip yemek yeme gücüm. Aklım karma karışık, park ve serçeler de ilgimi çekmiyor şu an. Sınıfa dönmek ve Oya’yı tekrar görmek istiyorum. Gerçi Oya’nın beni görmek isteyip istemeyeceğinden emin değilim. Sonuçta hiç tanımadığı birine, muhtemelen kendine bile paylaşmadığı, hatırlamak istemediği olayları anlattı. Bir de benim, hiç benzememe rağmen, Canı anımsatma durumum var. 
 
Düşünerek bu işin içinden çıkmam mümkün değil, bir karar vermem ise saatlerimi alabilir. Döndüm, amfiye yöneldim. Patikadan itibaren, gözlerim Oya ve arkadaşlarını aramaya başladı. İnsanlar amfi etrafında yeşilliklere yayılmış, zaman geçiriyordu. Bir yandan duraksamadan amfiye doğru hareket ediyor bir yandan da her bir köşesinde tanıdık bir yüz görmeye çalışıyordum. Ne Oya ne de arkadaşları yok, ya da bu stresle ben göremiyorum. 
Amfiye gidip her zamanki köşeme yerleştim. Elimdeki kalemle oynamaya başladım. Muhtemelen bu ders de kısa sürecek, Mert nasılsa kitap olayını çözecek, derse girmeyip yurda mı dönsem. Belki Oya derse gelebilir. Bu düşünceler, gidip-gelmelerle ne kadar süre geçtiğinin farkında değildim. Birden başımda dikilen Mert’le kendime geldim.
- Hayırdır, Karadeniz’de gemilerin mi battı, bu ne surat.
 
Refleks olarak gülümsemeye çabaladım. Mert’e her şeyi anlatma, paylaşma isteği ile ağzımı açtım.
-Nasıl yaparım. Oya bana en özelini açtı.
- Birisine anlatmazsan çatlayabilirsin. Bu işin içinden tek başına çıkamazsın. 
 - Farkındayım. Ne anlatacağım, ben bile kavrayamamışken? Oya’yı nasıl bu konuma düşürebilirim?
Yutkunup paylaşma isteğimi bastırdım. Gülümsemeye biraz daha gayret ederek:
- Erkencisin… Yemekhanedeki yemeği beğenmedin herhalde.
Biraz şaşkın bir ifadeyle:
- Derse beş dakika var Burak.
Hızlıca saate baktım bire beş vardı. Bu sefer gerçek bir gülümseme ile:
- Hay Allah, dalmışım. Ne yaptın kulüpte?
Mert bir yandan, yanımdaki yere yerleşirken, önüme bir reklam broşürü bıraktı.
- Aynı… Aktiviteler henüz başlamadı. Yöneticiler, bu seneki seçimi organize etmeye çalışıyorlar. Seçimden sonra, yeni yönetim, yeni yılı planlayacakmış.
- Nedir bu broşür?
- Akşam Kültür Kafe’de, yeni bir oyun başlayacakmış. Sen de gel katılmasan bile izlersin, fikrin olur.
Mert’in bu davetiyle, akşamki yurt organizasyonu aklıma geldi. Daha votka almam lazım.
- Akşam yurttaki çocuklar, benim için hoş geldin partisi ayarladılar. Başka gün katılırım.
- FRP bir günde biten bir oyun değil. Bazen haftalarca sürüyor. Gerçi parti ayarlandıysa yapacak bir şey yok.
- Haftalarca mı?
- Olayları gerçekten yaşarmış gibi oynanıyor. Yöneticinin araya girip, olayları anlatması, yönlendirmesi ve zarlarla sonuçları söylemesi, iyice uzatıyor.
Mert uzun uzun anlatırken, bir elin omzuma dokunmasıyla, diğer tarafa döndüm. Gitar çalan çocuk başımdaydı.
- Merhaba, Burak. 
- Merhaba…
- Oya’yı gördün mü? Sabah senin yanına gideceğini söylemişti, öğlen kulübe gelmedi.
 
Kısa bir tereddüt yaşadım. Gergin bakışlarından da rahatsız oldum. Aslında varlığı bile rahatsız ediyor. Oysa Oya ile bir ilişkisi olma ihtimali, Oya’nın anlattıklarından sonra zayıflamıştı. Yine de rahatsız ediyordu işte. Bana ismimle hitap ediyor ve Oya, benim yanıma geldiğini ona söylemiş... Sen de söze, kendi adını bana söyleyerek başlasaydın keşke. Oya’nın nerede olduğunu ben de merak ediyorum gitar çalan çocuk, ben de merak ediyorum.
- Botanik parkta yanıma geldi. 12 gibi de ayrıldı. Ben de bilmiyorum… İsmin neydi?
- Metin… Nereye gittiğini söyledi mi?
- Hayır söylemedi.
- Bir şey mi oldu, bir şeye canı mı sıkıldı?
 
Seni tanımasam da zaten gıcığım sana, git başımdan. İçimde yükselen kızgınlığı, kontrol etmeye çalışıyordum. Neye kızdığını bilemediğin durumlarda, kızgınlığını kontrol etmek çok daha zor oluyor. Bu yüzden vereceğim cevaba, bu kızgınlıkla karar vermem çok zor. Beklemekte gerilimi iyice artıracak.
 
- Bende tam anlamış değilim. Tek bildiğim benden kaynaklanan bir şey değil. Aniden kalktı yanımdan ama bir şey de söylemedi.
Metin birden daha da gerginleşti.  Bağırarak;
- Bir şey söylemiş olmalısın, senin yanına gelirken gayet iyiydi, şimdi telefonu kapalı.
Ben de iyice gerildim. Metin’in tavrından mı yoksa Oya’nın kayıp olmasından mı tam emin değilim. Endişe ve kızgınlık içimde dans etmeye başladı. Dişlerimi sıkarak:
- Metin seni tanımıyorum! Oya’yı da çok tanımıyorum.  Nerde olduğu ile ilgili de en ufak fikrim yok. Ne bu bağırmalar, beni mi döveceksin? Sen…
Gözlerimden ateş fışkırdığını hissedebiliyordum. Tüm vücudum gerildi, az sonra Metin’in boğazına yapışabilirim. Birden Metin’in telefonu çaldı. Hızlıca telefonunda arayan kişiye baktı. Telefonu açarken sertçe arkasını döndü. Aynı sertlikle;
- Sen neredesin?… 
Belli ki arayan Oya’ydı.  Amfinin kapısına doğru yöneldi. Nereye gidiyorsun, ne olduğunu bana da söyle, hem konuşmamız henüz bitmedi.
Farkında olmadan arkasından hamle yapmış olmalıyım ki, Mert kolumdan tutup bırakmadı;
- Ne oluyor Hocam? Dur bir sakin ol.
Hızlıca Mert’e döndüm. 
- Dur dur dur… Çocuğun hırsını Mert’ten mi çıkaracağız.
- Hay Allah’ım, haklısın Mert yardımcı olmaya çalışıyor.
Kızgınlığım sürüyordu, sesimi olabildiğince yumuşatarak.
- Tanıyor musun? Bu hıyarı, adı neydi?
- Metin…
- Her neyse, tanıyor musun?
- Dur bir sakinleş önce. Ne oldu? Neydi şimdi bu?
Mert’in endişeli ama sakin sesi, iyice duralamama sebep oldu. Derin bir nefes alıp, kendimi sakinleştirmeye çalıştım.
- Dersten sonra botanik parkına gittim, çok sevmiştim orayı. Sonra Oya geldi. Beni eskiden tanıdığı birisine benzetmiş. Biraz konuştuk…
İçimde ki ses panikle:
- Tümünü anlatmayacağız değil mi? Kızgınlığın Oya’ya değil, Metin’e.
- Anlatacağım.
- Anlatmayacağız!
Gardım düştü, kısık sesle;
- Sonrada gitti, benim bildiğim bu kadar. 
Biraz daha yüksek sesle, amfinin kapısında durmuş olan Metin’e doğru dönerek:
- Sonra da bu arkadaş geldi, gerisini de duydun işte.
- Tamam, ne olduğunu anlarız şimdi. Bir dur sen, Metin’le yeni tanıştım ve bana oldukça sakin bir tip gibi geldi. Dur biraz sakinleş, anlarız şimdi.
 
Metin amfinin kapısından, bize doğru döndü. Sakinleşmiş ve mahcup bir tavırla bize yöneldi. Mert bu sefer ayağa kalktı. Ben sakin gelişinden, olayı Oya’dan dinlediğini düşünerek, bekledim. 
 
- Burak Hocam kusura bakma. Ben fazlaca endişelendim. Biliyorsun, Oya zor günler geçirdi. Hatta okulu bırakıyordu, neyse ki geçen sene ikinci dönem okula döndürmeyi başardık.
Benim bir şey dememe fırsat bırakmadan, Mert araya girdi;
- Hocam ayıp olmuyor mu, anlayıp dinlemeden, sınıfın ortasında bağırman.
- Pardon Hocam, özür dilerim.
 
Metin’in mahcubiyeti, biraz hoşuma gitmişti ama önemli olan biraz önce anlatmaya başladığı bilgilerdi. Mert’in hiçbir şeyden habersiz, beni koruma amaçlı çıkışını, kolundan tutarak yumuşatıp, Metin’i dinlemek için:
- Tamam, Mert. Sanırım bir yanlış anlama oldu. Metin Hocam geçen sene neler yaşadığınızı bilmiyorduk. Oya nerede? Şimdi iyi mi?
- Evet evet, iyiymiş, eve gitmiş. İlk hafta, yoklama ve ders olmayacağından bugün gelmeyecekmiş.
- Otur istersen. Yapabileceğim bir şey var mı?
- Benim de yok ki Burak Hocam, sadece destek olmaya çalışıyorum. Oya ile çocukluk arkadaşıyım, ayrı liselerde okuduk ama üniversitede buluştuk işte. Sağ ol, ben de gerildim, tekrar özür dilerim. Benim dersim fakülte binasında, ben de ona yetişeyim. Derse gidecek dermanda kalmadı ya…
Metin cevabı bile beklemeyerek,  bitkin bir halde arkasını döndü ve gitti.
- Tamam, sonra görüşürüz Metin.
Sanırım çok görüşeceğiz. Oya’nın nerede olduğunu bilmem iyi oldu. Her ne kadar iyi olduğuna inanmasam da, telefonla Metin’e dönmesi ve iyiyim demesi bile iyi bir şeydi.
Mert omzuma dokunup, merakla;
 - Oya’ya geçen sene ne olmuş Burak?
Mert çok şeye şahit olmuştu. Hem benim yanımda mertçe saf tutmuştu, hem de geçen sene olanları benden başkaları da biliyor olduğundan, biraz bilgi verebilirim diye düşündüm.
- Sanırım geçen sene başında, erkek arkadaşını trafik kazasında kaybetmiş. Bir şekilde de ben, kaybettiği arkadaşını ona hatırlatmışım. Benim bildiğim de bu kadar. Hikâyenin bir kısmını da şimdi Metin anlattı. 
Keşke gitmeseydin Metin. Oya hakkında öğrenmek istediğim o kadar çok şey var ki. Mert hafifçe başını sallıyordu.
- Üzücü bir durum. Çok üzüldüm. İlk tanıştığımda neşeli ve enerjik biri diye düşünmüştüm. İçinde yaşadıklarını güzel maskelemiş demek ki.
 - Rol yapma konusunda uzman sensin. Ben de ilk karşılaşmamda gördüğüm sakinliği ve güler yüzüyle, bugün yaşananları oturtamıyorum. Böylesine sarsıntı yaşamış biri, destek almış bile olsa, bunu bu şeklide kapatabiliyorsa çok güçlü olmalı. 
 
Her insanın, birden çok yüzü vardır, biliyor ve kabul ediyordum ama bu durum başka bir şeydi. Yüzlerimizden biri ya da birkaçı bu denli büyük acılar çekerken, diğerleri sakin kalabilir mi? Gülebilir mi? Varlığımıza yüklediğimiz anlam, kişiliğimizi oluşturan her bir parça, bir birlerine bu denli tezat düşebilir mi? Her bir parçanın doğrusu başka olabilir mi? 
Her insan, DNA’ları gibi, birbirinden farklıdır. Söz konusu yaşama bakışları ve bu bakışların doğru olup olmaması olduğunda, işler karışıyor. Bir yerlerde kesiştiğimiz insanların doğrularını, kendi doğrularımızla yargılama hakkımız olmamalı. Bana doğru gelen, bir başka kişiye yanlış gelebilir. Bu kadar doğru içinde, tek ayrıt, yaşadığımız gerçek olmalı. Birbirimize olan tahammülümüz ve kesişen doğrularımız üzerinden yaşadığımız gerçek. Bu gerçek bizi mutlu ediyorsa sorun yok, etmiyorsa doğrularımızı gözden geçirmeli ve başkalarının doğrularını yaşayıp yaşamadığımızı sorgulamalıyız. Peki, kendi “Yüzlerimizin” doğruları birbirleriyle çelişirse?... Felsefe bilimi bu çelişkiden doğmuş olabilir. 
 
Oya’nın anlattıkları, Metin’in söyledikleri ve şu birkaç gündür Oya ile yaşadıklarım bir birinden farklı duygular yaşamama sebep oluyor. Oya’yı ve Oya’nın yüzlerini tanıdıkça, kendimde de yeni şeyler keşfediyorum. Bütün bu olanlardan sonra bile kafamda aynı sorular. Oya ve ben gerçeği, beni ya da Oya’yı mutlu edecek mi? Aramızdaki bağ bana ve Oya’ya göre doğru olacak mı? Peki, bu bağ tam olarak nedir? Bu soruya ben bir cevap veremiyorum, acaba Oya’nın bir cevabı var mı? Aslında şu an daha önemli olan, bir cevap arıyor mu? Sorular hep aynı ama yaşanan gelişmelere göre biçimleri farklı.
 
Bütün bu arbedenin içinde hoca derse girdi. Klasik, kendini ve dersini tanıtma faslından sonra, bir iki espri yapıp dersi bitirdi. Ne dediği ile ders kitapları dışında pek ilgilenmedim. Dersten çıkmasıyla, sınıfta homurtular yükseldi. Tanıdık simalar, tanıdık simalarla biraz daha kaynaşmış şekilde, amfiyi terk etmeye başladı.
 
Mert bana dönerek:
- Ben Kültür Kafe’ye geçeceğim, geliyor musun?
- Sağ ol Hocam. Şu an kendimi çok yorgun hissediyorum.
- Tamam. Bir sonraki ders saat üçte. Sen gelecek misin? Ben derse gelmem sanırım. Akşamki oyun için karakterimi yaratmam lazım. Sen gelirsen, kitap adını not al. Yarın görüşürüz Hocam. 
- Yine sadece tanışma faslı olacak sanırım. 
Önümdeki programa göz ucuyla baktım.
- Türk Dili dersi varmış şimdi. Sanırım tek kitaptır, yardımcı kitap filan yoktur.
- Haklısın, aynı şeyler olur. Metin’de az önce aynısını söyledi. Sanırım tüm bölümler Türk Dili’ni aynı kitaptan okuyor, ben ismini kulüpteki arkadaşlardan öğrenirim. Yarın sabah görüşürüz Hocam.
Mert hızlı hareketlerle, toparladı ve çıktı. 
Mert gidince, ne yapacağımı düşündüm. Parka mı dönmeliyim? Gidip akşam için nevalemi mi almalıyım? Ağır ağır toparlanıp, karar vermek için zaman geçirmeye başladım. Şu an park cazip gelmiyor, Oya’nın oraya gelmeyeceğini de biliyorum. Şu an kendimle baş başa kalmayı da hiç istemiyorum. Kendime, cevabını veremeyeceğim sorular sorup duracağım. 
- En iyisi uyumak, uyumalıyım. 
- İnsanlardan kaçmayı, güzel başarıyoruz. Şimdi de kendimizden mi kaçacağız.
- Yorgunum. Yoruldum.
- Müzik kulübüne uğrayalım. Belki Metin oradadır.
- Uyumak istiyorum. Metin’in söyleyeceklerinin hoşuma gideceğini sanmıyorum. Benim derdim bana yetiyor, başka dertleri taşıyacak güçte hissetmiyorum kendimi.
- Oya ve dertlerini, taşımaya dünden razıyız. Korktuğun biziz, hayal kırıklığından korkuyoruz.
- Belki de öyledir. Gidip votkamı alayım. Uyuyup, akşama hazırlanayım. Belki biraz daha enerjik olurum. Oya’yı Oya’dan dinlemeliyim. Başkasından değil.
- Kaçalım bakalım, kendimizden.
Hiçbir şeyden emin değilim. Amfinin kapısından çıkarken, hala ne yöne gideceğimi bilmiyorum.
 
Toplam blog
: 9
: 687
Kayıt tarihi
: 30.03.15
 
 

Hayata, acılardan kaçmadan gülümseyebilen biriyim. Tek vasfım ve kimliğim insan olmak. Hayata Gül..