Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Nisan '17

 
Kategori
Anılar
 

Diploma ve Üniversite Yolu

Diploma ve Üniversite Yolu
 

1974

Hacettepe Üniversitesi’ne bağlı Üniversitelerarası Seçme Sınavı Aday Kayıt Bürosu’ndan beklediğim zarf geldi. Kazanmıştım! İşte şimdi isterdim yanımda bir sevgilim olsun da onu kucaklayıp götürebileyim düşlerime. Artık önemli adamlar gibi yürüyorum yollarda. Çapa Tıp Fakültesi’nde geleceğin en başarılı doktoru olacağım.
 
Ferit İnal Lisesi’ne diplomamı almaya gittim. Bu kez hazırdı. Müdür yardımcısı teşekkür ederken, “Hayırlı olsun” dedi. Kuş gibi hafiflemiştim. Gene de kırmızı kurdeleli diplomayı elime alınca tuhaf bir boşluk duyumsadım; sanki kafatasım içe doğru çöküyordu. Onca korku ve zahmetle ezberlediğim ne varsa delik bir balondan çıkan hava gibi kaçıyordu. Sanki hâlâ kafamda bir şey kalıp kalmadığını kontrol etmek ister gibi İngilizce düşünmeye başladım. ‘To have or not to have!’ diyordum kendi kendime.
 
Paşabahçe pazarından geçerken çorapçıdan bir çift çorap aldım; yedi buçuk liraya. Ayağımdakilerin topuğu iyice ezilmiş ve başparmak yerinden yırtılmıştı. Parkta çoraplarımı değiştirdikten sonra Üsküdar otobüsüne bindim. Öylesine avare dolaşmak istedi canım. Üsküdar’dan vapura atlayıp Karaköy’e geçtim. Yağ Kapanı’ndaki köylü kahvesine uğradım; sülaleden tanıdık kimseyi bulamadım. İş günüydü. Ben de Arap Cami Çıkmazı’nda oturan yengeme gittim. Can sıkıcı gönül daraltan bir sokaktı. Ev de öyleydi zaten. Eskiyip kararmış ve kurtlanmış tahtalarıyla hâlinden bezmiş, bir an önce yıkılmak ister gibi duruyordu.
 
Yengem evde yalnızdı. Oğlanlar işlerinde, dayım da Almanya’da çalışıyordu. Yengem beni görünce çok sevindi. “Karnın açtır, sana yumurta kırayım” dedi. Tok olduğumu söyledim. “Öyleyse birer kahve içeriz” dedi. Kahvelerimizi içerken, “Okul da bitti, artık hayırlı bir kısmetle evlenirsin” dedi. “Daha erken, yenge!”, dedim. Kahvelerimiz bitmişti ki, üst kattaki kiracının 5 yaşındaki küçük kızı geldi. Yengem ona, “Sen kimin gelini olcan bakalım?” deyip yanağını sıktı. Küçük kız, “Ben Receb’in gelini olcam” dedi. Recep, yengemin küçük oğluydu. Sonra küçük kız bana dönüp, “Gelin olunca sana da çay yaparım” demesin mi! O an evlenip küçük bir kızım olsun istedim.
*
Yengemde çok oturmadım, kalktım. Artık üniversiteli sayılmanın gururuyla İstanbul’u dolaşmaya çıktım. Galata Köprüsü’nden dondurma yiyerek geçtim. Kapalı Çarşı’nın içinden geçip Beyazıt’a çıktım. İstanbul Üniversitesi giriş kapısında volta attım. Oradan yürüyerek Aksaray’a indim.
 
Fazilet’e İngilizce dersi vermiştim. Aksaray’da oturuyorlardı. Arkadaş olmuştuk. Onlara uğradım. Fazilet’in bir kız kardeşi var, bir de annesi; hepsi üç kişi. Narin yapılı, ince kemikli, masal sesli, prenses endamlı ve billur tenli Fazilet açtı kapıyı. Bal rengi gözlerinde sıcak bir gülümsemeyle karşıladı beni. Küçük çenesi ve ince düzgün burnu dudaklarını olduğundan daha dolgun gösteriyordu; uzun kirpikleri ve yay gibi kaşları gözlerindeki yakıcı bakışı kışkırtıyordu. Ona baktığımda sanatsal güzellikteki çizgilerinin kıvrımlarına takılıp kalmaktan korktum. Bakışımı çekip uzaklara fırlattım.
 
İçeri girdiğimde masayı kurmuşlar yemeğe oturuyorlardı. Karnım toktu, ama anneleri ısrar edince kızlarla masaya oturdum. Çok cana yakın tatlı bir anneleri var. Benimle hem sevecen hem de saygılı bir üslupla konuşuyordu. Kızlar annelerinden benim kadar hoşnut değillerdi tabi. Yapmaları gereken şeyleri sık sık hatırlatması kızları sinirlendiriyordu. Çaylarımızı içerken geçim derdi ve ailede dayanışmanın öneminden söz ettik. Bu sırada Fazilet’in kız kardeşi Nalan salondan çıkmıştı. Döndüğünde makyajını tazelemiş, saçlarını taramış, siyah pantolon ve bordo ceketini giymiş olarak sandalyeye oturdu; “Nasılım?” der gibi kardeşi Fazilet’e baktı. Az sonra kapı çaldı; iki kız geldi Nalan'ı alıp çıktılar.
 
Fazilet canı sıkılmış gibi elini yanağına yaslayıp pencere önündeki sedire oturdu. Ben de onun yanındaki koltuğa geçtim. Fazilet’in konuşmasını sıkılmadan saatlerce dinleyebilirdim. Düşündüğünü açıkça ve anlaşılır şekilde yumuşacık söylerdi. İnsanı kanatlı masal atlarına bindirip gezdiren bir ses tonu ve ifade gücü vardı. O da girmişti üniversite sınavlarına. Nerelere kayıt yaptırabileceğimizi konuşuyorduk. İngilizce öğretmeni olmak istiyordu.
 
Annesi mutfağa geçmişti. Ben konuşmaktan çok onu seyrediyordum. Düzgün bacakları, minik ayaklarına giydiği pufidik pembe terliklerle çok güzel görünüyordu. Bacakları o kadar tüysüz ve pürüzsüzdü ki, sanki ışık rengi ipekten çoraplarını giymişti. Üstünde incecik uçuk pembe bir gömlek vardı. Pencereden sızan akşam güneşi boynundan koynuna kayıyor, uçuk pembe mermerden bir meme yontup bana ikram ediyordu. Daldaki iğde kadar diri meme uçları ince gömleğini tepiyordu. Diri ve biçimli bedeni Tanrı’nın en sanatsal övüncü olmalıydı. Civciv tüyü gibi sesiyle can sıkıntısından söz etmesi bile muhteşemdi... O kadar ki, ben hemen oracıkta, ince uzun ellerini avuçlarıma alıp gözlerine bakamadan “Seni seviyorum!” demeye hazırdım. Ne var ki uygar insanlığın ekmeğini yemiş olan beynim, duygularımı dizginleyip nefsimi terbiyede tutmakla eğitilmişti. Keşke biraz daha hayvan olabilseymişim.
 
Fazilet’i sevgilim yapmalıydım; fakat yapamadım. Pişmanım. Bunu beceremediğim için değil, bunu becermek için cesur bir yürekle gayrete gelmediğim için pişmanım. Onun şahane endamı karşısında kendimi küçültüp korktuğum için pişmanım.
 
Eve dönüşte bir minibüse bindim. Üç kişilik boş koltuğun cam kenarına oturmuş, geçtiğim yolları seyre dalmıştım. Adamın biri külçe gibi bıraktı kendini yanıma. Bavulunu da bacaklarının arasına çekip iki kişilik yere yayıldı. Minibüs doldu; yolcuların biri ikisi ayakta kalmaya başladı. Şoför dikiz aynasına bakıp sesleniyordu ara sıra; “Koltuklar üçlensin! Beyefendi yanaşın biraz da otursunlar.” Yanımdaki bavullu adam iri kıyım, pala bıyıklı, elinde tespih ayakkabısının topuğuna basan ve çorapsız giyen tiplerdendi. Ayaktakilerden biri de dönüp, “Beyefendi biraz tertipli oturun da biz de sığışalım” diyemiyordu. Adamın cüssesinden ve kaba görünüşünden çekiniyorlardı besbelli.
 
Yolcular ses etmeyince şoför de boşlamıştı artık. Birkaç durak sonra adam ayağa kalkarken, “Akaretler’de incek var!” dediğinde o koca gövdeden çıkan sinek gibi ses beni çok şaşırttı. Şoför sinek vızıltısını duyamadı, haliyle de durmadı. Telaşla bağırdı adam, “İncek var dedik, hööp!” Bağırınca sesi daha da inceden cırtlamıştı. Gülmemi görmesin diye yüzümü cama döndüm. Adam ağır bavulunu sürükleyerek inerken bıcır cıcır söyleniyordu. İndi, kapıyı hızla çarptı. Şoför camdan başını çıkarıp bağırdı:
 
-Beyefendi bir şey düşürdünüz.
 
Adam döndü baktı:
 
-Yoo ben bir şey düşürmedim.
 
Şoför, “Terbiyenizi düşürdünüz, ama görebilecek kadar ahlâkınız yok” deyip gazladı. Arka koltukta iki genç kız iki delikanlı oturuyordu. Kızlar, “İnecek var!” dedi. Caddenin ortasındaydık, şoför sağa yanaşmaya çalışıyordu ama trafik elvermedi. “İnecek var dendi” diye gürledi iki delikanlı aynı anda. “Bağırmayın, sağır değiliz, yanaşalım inersiniz” dedi şoför. “İyi ama geçtik” diye itiraz etti kızlar. Kızlar, yirmi adımlık yer için, “Allah kahretsin!” diyerek indiler. İki delikanlı hak verdi kızlara. Yanlarına oturan top sakallı adamla ellerini savurarak ‘minibüs’ eleştirisi yaparken şoför dikiz aynasına bakarak bağırdı.
 
-Hoop! Delikanlılar, ayıp oluyor! Hareket çekmeyelim!
 
Delikanlılar sustu, bütün minibüs sustu. Ben de önüme döndüm, bir daha bakmadım arkaya. Şoförü çok takdir ettim. Özgüveni yüksek fakat terbiyeli bir sabrı vardı.
 
Muharrem Soyek
***
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..