Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ağustos '14

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Diyarbakır

Diyarbakır
 

Diyarbakır Fot: Nejat Satıcı


1950’li yıllarda otobüsle yolculuk, yok denecek kadar az. Diyarbakır Öğretmen Okulu’na gitmek için birkaç arkadaş Malatya’dan trene bineceğiz. Nasıl binileceğini, biletin nereden, nasıl alınacağın da bilmiyoruz. Posta treni, tıklım tıklım dolu. Kompartımanlarda yer bulmakta güçlük çekiyoruz. Yolcular, yolcuları uğurlamaya gelenler kompartımanları doldurmuşlar. İçeri kimseyi bırakmıyorlar. Reşat Nuri Güntekin, “Anadolu Notları”nda. “Tren yolcusunun kompartımana yabancı sokmamak için türlü hileleri vardır.” diyor. Reşat Nuri’nin dediği gibi, kalabalıktan en hoşlanan insan, vagona ayak attı mı toplumdan uzaklaşma hastalığına tutuluyor. Bencilleşiyor. İnsanlar, yanlarına kimseyi almamak için oturulacak yerlere; bavullarını, paketlerini, şişelerini... diziyorlar. Tren hareket etmek üzere ister istemez koridorda bir yere tutunuyoruz. Kompartımanlarda yer bulan arkadaşlarımız şanslı.

Tren, Eski Malatya’ya (Battalgaziye) doğru yol alıyor. Kayısı bahçeleri arasından geçiyor. Eski Malatya Kalesi surları, Aslantepe, Bey Dağı gerilerde kalıyor. Ne var ki trenin her istasyonda durup hareket işareti beklemesi, yolcuları canından bezdiriyor.

Baskildeyiz. Burası  o  yıllarda,4–5 bin nüfuslu küçük bir belde. Tren istasyonu, akasya, kavak ağaçları arasından kendini gösteriyor. Buğday, arpa, şeker pancarı tarlaları, ara sıra da, üzüm bağları...

Trenimiz, Hazar Gölü’nün çevresinde bir yay çizerek Maden’e doğru ilerliyor. Bu yöredeki bakır yatakları 12. yüzyıldan beri işletiliyormuş. 19. yüzyılda Erganimadeni adıyla anılan kent, 1927’de Maden adını almış. Madene geldiğinizi, teleferiklerle taşınan madenlerden anlıyorsunuz. Maden yüklü teleferikler, tren yolunun üstünden geçiyor.

Ergani’ye doğru önümüze açılan düzlükte güneş ışınları serap oluşturuyor. Bütünüyle düz bir alan. Arada belli belirsiz yükseltiler. Ekin biçen köylüler. Gözüm, çok uzaklarda, ovanın derinliklerinde sırtında tulukla su taşıyan köylü kadınlara takılıyor. Yol ağzında, tek tük yıkık duvarlı evler, duvar diplerinde gölgelenen yorgun köylüler.

Ovanın sessizliğini delen trenimiz, ovayı yiyiyor, tüketiyor. Yer ile gök arasında ince, saydam bir toz bulutu ovayı örtüyor. Pencereleri, kapıları kapalı olan vagonların bütün gözeneklerinden işleyerek giren tozlar, giysilerimizin rengini değiştiriyor. Yolcular suskun; yorgun, bitkin... İçlerinden bir bir türkü tutturmuş:

Uzayıp gidiyor tren yolları

Açılıp sarmıyor yârin kolları

Trenin penceresinden dalgın dalgın çevremi izliyorum. Diyarbakır il sınırı tabelasını görünce kendime geliyorum. Arkadaşları uyarıyorum. İniş hazırlıkları başlıyor. Ben de tahta bavulumu, paketlerimi indirip trenin durmasını bekliyorum.

Tren uzun düdüğünü çalarak Diyarbakır Garı’na giriyor. Birkaç arkadaş birleşerek bizi Öğretmen Okulu’na götürecek bir fayton tutuyoruz. O zamanlar, kent daha çok surların içinde. Yenişehir Bölgesi, yeni yeni oluşuyor. Etrafta tek katlı, iki katlı bahçeli evler.

İlk kez evimden uzaktayım. Tanımadığım, bilmediğim bir kentteyim. Şalvarlı, poşulu bir Diyarbakırlıdan.

 

Diyarbakır etrafında bağlar var.

Fitil işler yüreğimde yarem var

 

türküsünü duyunca anadan, babadan ayrılış acısını duyuyor; Kemalettin Kamu’nun “Gurbetşiirindeki şu dörtlüğü anımsıyorum:

 

Gurbet o kadar acı

Ki ne  varsa içimde

Hepsi bana yabancı,

Hepsi başka biçimde!

  

Diyarbakır, dağlarla çevrili, ortası çukurlaşmış bir alanda yer alıyor. Diyarbakır deyince, akla surlar geliyor. Diyarbakır kentinin tarihsel çekirdeğini oluşturan surlar, 5km uzunluğu, 10–12 m’yi bulan yüksekliği, 80 kadar burcuyla Çin Seddi’nden sonra en büyük sur. Burçlar, surun tümünü üstten dolanan bir yolla birbirlerine, bu yol da çeşitli noktalardaki merdivenlerle yere bağlanmış. Bunlardan Ulu Beden, Yedi Kardeş, Keçi Burcu, Evli Beden, Sen ve Ben gibi burçlar daha çok dikkat çekmekte. Surların tarihi, M.Ö. 2000’lere kadar uzanmakta. Huriler zamanında yapıldığı sanılıyor. M.S. 349’da Romalılar, kenti bir surla çevirmişler.

Diyarbakır Kalesi duvarları üstünde Abbasilerden Selçuklularca, Bizanslılardan Osmanlılarca değin değişik dönemlerden kalma çok sayıda yazıt ve kabartma bulunmaktadır. Kent, kuzeyde Dağ Kapı, doğuda Yeni Kapı, güneyde Mardin Kapısı ve batıda Urfa Kapısı’yla dışa açılır. Kapılara türküler yakılmıştı. Bunlarda biri:

 

Mardin kapı şen olur.

Dibi değirmen olur.

Buralarda yâr seven

Vallahi verem olur.

 

Mardin Kapısı’ndan çıkınca Silvana giden eski karayolunun üzerinde 164 m uzunluğunda, on gözlü tarihi Dicle Köprüsü, köprüye gitmeden yolun sağında Dicle Irmak’ına bakan yamaçta da Atatürk Köşkü var.

  

Diyarbakır’ın eski evleri, yörede çıkan siyah renkli bazalt taşıyla yapılmış, plan iklimine göre belirlenmiş. Evler birbirine yakın, sokaklar dar. Sokakların belli bir bölümünün üstü evlerle örtülü*[1]. Evlerin altından geçerek yolunuza devam eder ya da çıkmaz bir sokaktan geri dönersiniz. Evlerin girişinde, yüksek duvarlı avlular, avluların ortasında da havuzlar vardır. Şakşakoyu vurup içeri girdiğinizde apayrı bir dünyayla karşılaşırsınız. Kent mimarisinin zenginliğini yansıtan bu evler ayvanlı, zerzemili, şehnişinlidir.

Hamuru; acı ve hüzünle yoğrulmuş bu kent, çeşitli uygarlıkların beşiği olmuş. Zengin tarihsel dokusuyla ilginç bir kent. Böylesine dolu dolu yaşanmış bir uygarlığın izinden yürüyerek bu kentin geleceğine umutla bakabiliriz.


[1] Bu dar sokakların yöresel adı “küçe” dir.

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..