Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Aralık '16

 
Kategori
Anılar
 

Evlerin canı...

Evlerin canı...
 

Gün olur, artık mektup gelmez olur evlerden; mektup da gitmez. İçlerinde yaşayanların göçüp gitmesiyle yalnızlığın acımasızlığında, bir sonu belli zaman savaşımının yenilmişliğinde, kaçı-nılmaz kaderlerine kapanıp kalmış gibidirler. Artık hiç çalmayan bahçe kapısı tokmağından, kararmış hiç açılmayan perdelerinden, hiç tütmeyen bacasından, sundurmasının altında istif edilmiş her gördüğünüzde biraz daha azalan kışlık odunlarından, giderek dökülmekte olan sıvalarına ev, kapanmakta olan yaşamının son satırlarını yazmaktadır sanki.

Bir zamanlar dostlarınıza iştiyakle anlattığınız el işlemesi dolap kapakları kimi uzak, kimi yakın acılı bir geçmişi ve içlerindeki dağınık, hüzünlü genç kadın gözlerini saklayan soluk resimleri kendine saklamak istercesine açılmamak üzere kapanmış gibidirler artık. Kış geceleri Kan Kalesi menkibeleri anlatan annenizin sesi bir perdenin ucuna takılıp kalmış, duruyor gibidir. Bahçe kapısını açsanız erkenden sanki annenizi oracıkta sarıkızın memelerinden sabah sütünü sağarken bulacak, ya da ocakta demlenen çayın, ev yapımı taze kızarmış köy ekmeği kokusunu alacak gibisinizdir.

Evlerin de canı vardır. Evlerde içlerindeki insanlarla yaşar ve onlarla birlikte ölürler. Köyün eğimli, uzun hemen tek büyük sokağındaki evi on yıldır biliyorum neredeyse.Ve bu süre içerisinde her Nisan ayı ortalarında yeniden görme fırsatım oluyor. Zaten uzunca bir süre önce ev, evvela evin annesini, sonra da ona can suyu olan gelinini yitirerek tek başına kalan evin babası gibi, yiğitçe geçen zamana direnmeye çalışıyordu. Evin erkeğinin hüzünlü, buğulu mavi gözlerine kısılıp kalmış gibi olan yaşam, zaten yetim kalmış, sıcaklığını yitirmiş olan evin içinde renkleri soldurarak her yıl, her Nisan’a biraz daha eksilmiş ulaşarak devam edip gidiyordu.

Artık O’da yok. Geniş bahçesinde kılınan cenaze namazına son kez yalnız saçakları, kapanmış kapılarıyla tanıklık ederek, orta direği çökmüş, kendi yalnızlığı ile öylece kala kaldı. Sanki bahçesindeki çimenler biraz daha tarumar, terkedilmiş arı kovanları biraz daha terkedilmiş, bir köşesindeki çiçeğe durmuş erik biraz daha boynu bükük…

Herkesin hayatında benzer böyle ne çok ev vardır kim bilir? Hayatın gelgitleri ile oradan oraya sürüklenen yaşamlar arkalarında bir daha önünden geçemedikleri, geçseler bile kapılarını çalamadıkları ne çok evler bırakılmasına neden olmuşlardır; bilinmez. Bir zamanlar içlerinde yaşayanlarla birlikte yaşayan, onlarla dertlenip onlarla sevinen nice sırdaş duvarlar, sırdaş evler, kimbilir nerelerde zamana yenik düşmüşlerdir. Bir uzak yerde, bir uzak zamanda, bir yalnız yağmurun altında tek başına öylece kala kalmış, çaresizliğin ürpertisinde bir ev ağlar mı dersiniz? Yitirmek ve yitmek canlılara mı has sadece? Bir ev de canlıdır kuşkusuz.Yitmenin ve yitirmenin acısını duymaz mı sanırsınız. Öyleyse neden beli bükülür, neden saçakları susar, neden hiç sesi çıkmaz, camları ağlar? Yalnız insanlar mı acı çeker? Renkleri solan, kapısı çalmayan, bacası tütmeyen bir ev yalnızlığın, terk edilmişliğin acısını bilmez olur mu hiç?...

Geri dönerken ev, bahçenin bir köşesinde Nisan’a eflatun çiçekleriyle açan yalnız bir leylak’la yaşama tutunmaya çalışır gibiydi…

 

Akın Yazıcı

3 Aralık 2016

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..