Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '16

 
Kategori
Kitap
 

Fatma Çetin'in ''Aradığım adam'' Hikayesi

Fatma Çetin'in ''Aradığım adam'' Hikayesi
 

ARADIĞIM ADAM

*
Bacaklarında derman kalmamıştı. Tam üç saattir yürüyor, tırmanıyor, yokuş çıkıyordu. Bu dere, tepe, iniş, yokuş, bayır, çayır, bilenlere uzak, bilmiyenlere tuzak, bir o kadar da gizemli yolda O’nu arıyordu. Erzincan-Sivas, Şebinkarahisar, Giresun Vilayet Yolu üzerinden gelmişti buralara. Tabelada “Eğribel Tepesi” yazıyordu. Rakım:2200
Çeşmeyi gördü. Gelen geçenin mola verdiği, dinlendiği o çok bahsi geçen Çoban Çeşmesi bu olmalıydı.
O’nun hakkında ne çok şey duymuştu bugüne dek?
Dünyada ilk defa dağ başında şiir sergisi açan şair,
Şiiri sevdiren şair,
Eylemleriyle söylemleri örtüşen şair,
Proje üreten ve uygulayan şair,
Dağların ve Çobanları Şairi,
Bizim Hikmet
Nasıl bulacaktı ?
Nasıl bir tarifti ona verilen?
“ Tam yerine geldin az daha git, Eğribel Tepesi denen zirvede bulursun demişti Çoban Çeşmesi başında çobanlardan cennet çiçeği satınalan uzun boylu ve hafif göbekli olanı. Diğeri de “Bulursun, bulursun.” diyerek onaylamıştı onu. Sanki az önce görüşüp konuşmuş gibi kendinden emin bir tavırla
Bir bulup bir konuşsa sanki omzundan büyük bir yük kalkacak, derdine de çare bulacaktı. Çok övmüşlerdi O’nu. Bulmalıydı.
Etraftaki öbek öbek kar kütleleleri Mayıs ortalarında adeta meydan okuyordu yaz mevsimine. Hiç ağaç yoktu üstelik. Uzaktan gördüğü karartıya dikkatle baktı. O muydu acaba?
Adımlarını bir gayret hızlandırırken içinden de bu arayışın bir an önce son bulması için dua ediyordu.
Şapkasının gölgesi yüzüne düşmüş, zayıfça bir adamdı gördüğü. Orta yaşlara yavaş yavaş veda ettiği yüzündeki çizgilerinden yaklaştıkça daha belli oluyordu. Başını kaldırıp kendisine bakıyordu şimdi.
Selam verdi:
“Merhaba amca.” dedi. Başıyla verdiği selamla beraber elini de uzatmıştı. Bir an önce oturmak istediği her halinden belli oluyordu gencin.
Selamı alır almaz ayağa kalkan ve bir eliyle de şapkasını çıkaran kişi O muydu sahiden? Bulmuş muydu O’nu?
“Hoş geldin delikanlı,” dedi buğulu bir ses. Kelimeler ağzından âdeta ahenkle çıkmıştı adamın. Kesin bu kişiydi aradığı fakat emin olmak istiyordu delikanlı. Hemen adamın kalktığı yerin yamacına oturdu ve dizlerini ovalayarak sordu:
“Otur amca otur… Büyüğümsün, sizden önce oturdum fakat çok yorgunum. Bir âşığı arıyorum ben. Derdim büyük ve dediler ki derdini O’na anlat, O muhakkak ki bir çözüm bulur. Sen misin amca benim aradığım? ”
Sesinde emin olduğuna dair bir ton vardı aslında. Sadece onaylamasını bekliyordu.
“Bilemem,” dedi adam. “Bana Bizim Hikmet derler; Eğribel’in ötesinde berisinde, Kelkit Vadisi’nde. sen hangi Hikmet’i arıyorsun kim bilir?
Her Hikmet, Allah’ın bir Hikmetidir genç! ”
Oturdu. Yüzüne baktı. Genç de onu inceliyordu. Bu dağda tek başına ne işi vardı bu adamın anlayamıyordu. Sorsa ayıp edecek, sormasa hep merak edecekti. Önce derdini anlatmalıydı. Kendini anlatınca belki sohbet sırasında öğrenebilirdi bunu.
“Amca,” dedi dizlerini ovalayarak. “Aşık oldum. Yüreğim durmadan kıvılcım saçıyor, kıvılcımlardan yanıyorum. İmkansız bir sevdaya tutuldum ben. Derdime çare bul…”
Boynunu büktü hemen ardından. Böyle birden bire anlatmakla hata mı etmişti? Karşısındaki aradığı şairse eğer, O’nun ağzından çıkacak her kelimeye muhtaçtı şu an. Gözleri yorgunluktan kapanmak üzereydi: bu
gizemli yollar çok yormuştu zayıf bedenini. Esmer yüzü güneşten daha mı esmerleşmişti yoksa Tuğrul’un? Şimdi Onu bulmuşken zaman kaybetmek hiç akıl işi miydi?
“Bana aşık derler ya: aşk benden uzak evlat!
Sanata aşığım ben, şiirden ötesi mi? Bedbaht! ”
Genç, buğulu sesle dinlediği bu sözleri duyar duymaz hemen konuştu:
“Evet, aradığım Sizsiniz. Beni Çoban Çeşmesi’ndeki çobanlar gönderdi. Adım Tuğrul, Şiir Yorumcusu şiir dostuyum. Kendimi tanıtmayı da unuttum heyecandan. Şiire aşık olduğunuzu da duydum. Çok anlattılar sizi. Bir kültür sanat elçisi, dağların ve çobanların şairi, bir halk önderi, halk bilimcisi, tanıtım turizm kültür sanat öncüsü dediler. Tembeli sevmez, gayreti bitmez, cahili boş görür, dünyayı şiirle şururla hoş görür dediler. Git ara, bul, konuş, dertleş dediler! ”
Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi gencin sözlerinden sonra. Hep övülmüştü hayatı boyunca. Hep çalışmıştı, hep başarmıştı: doğruydu.
“Hor görme cahili, cahilliğini bilmez,
Kusuruna kör bak, yaptığını hiç bilmez.
Aşk mı senin derdin? Sev tuz gibi, su gibi,
Yanlış yerde arama, aşk doğruyu bilemez! ”
Genç sustu bu kez. Ne diyordu, ne anlatmaya çalışıyordu? Dağların ve çobanların şairi onu sürekli şaşırtıyor, ona vereceği öğütleri şiirle veriyordu. Uzun süren bir sessizlik oldu. Genç etrafa baktı.
Dağda değildi.
Bir odanın içindeydi. Karşısında O vardı ama bu nasıl oluyordu? Odanın dört bir tarafı kitaplarla doluydu. Plaketler, ödüller odanın dört bir yanından adeta parlıyordu. Ayağa kalktı.
“Ama ben… Bacaklarım ağrımıştı. Dağda değil miydik biz? ”
“Değildik! ”
“Tırmandığım yokuşlar, bayırlar? ”
“Merdivenler…”
“Ya saatlerce sessizlik? ”
“Kalabalıkta da mümkün! ”
“Ağaçlar görmüştüm…”
“Az da olsa mevcut! ”
“Ya patika yollar? ”
“Senden önce de gelenlerin izleri…”
“Bir taş üstüne oturmuştum? ”
“Huzursuzluğunun işareti! ”
“Sana gönderenler? Tarifler? ”
“Yüreğinin sesi! ”
Kendisine uzatılan suyu bir dikişte bitirmişti. Yüzüne baktı; anlamaya çalışıyor fakat zorlanıyordu. Mısralar yetişti imdadına yine.
“Senin dağ zannettiğin kendisidir hayatın,
Bakışının gölgesi, gördüğünü sandığın,
Çalışmadan, uğraşmadan menzil alınmaz!
Hep ilerle, yürü ki yorulsun bacakların! ”
Genç yutkundu. Anlayamıyordu. Bu adam anlatılan da öteydi. Onun suskunluğunu buğulu ses bozdu yine:
“Ben… diye başladı söze. Ben hep sevdim. Ama memleketimi. Aşık oldum. Sevdalandım ama Türkiye’me. Ben Türkiye sevdalısıyım. Kitaplar yazdım, yazdırdım sevdamı anlatan, doymadım: şiire, sanata aşığım, ben hayata aşığım… Sanma ki hiç yaralanmadı yüreğim, elbet yaralandı. Gözyaşlarımla saklambaç oynadım: fakat onları hep ben sakladım. Çektiğim fotoğrafları görmek ister misin? Fotoğraflar anlatır beni, seni, bizi, ülkemizi…”
“Evet.” dedi, “Çok isterim! ” sesi çok kısık çıkmıştı gencin.
Eline uzatılan albüme uzanırken Onunla tanışmanın mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Bu kadar kısa sürede neler öğrenmişti hiç farkına varmadan.
Derdini bile unutmuştu sahiden. Dünya gerçekten sahte aşkları yaşamaya değmeyecek kadar basit oyunlar mı oynatıyordu oyunculara? Düşündü. Daldı. Albüm sayfalarına bakarken O’nu düşündü. Hiç mi durmamıştı hayatı boyunca? Bunca başarıyı durarak elde etmek mümkün olamazdı. Bir halkbilimcisi, bir şair, bir yazar, bir gazeteci… Birleştirici, teşvikleyici… Mükemmel bir insan. Ayağa kalktı. Eline uzandı elleri;
“Müsaade edin, elinizi öpeyim.”
Etmemişti.
Ellerini avuçları içine sımsıkı alıp hafifçe sallamıştı sadece. Gülümsemiş, başıyla da –olmaz- demişti. Çok dostçaydı, sıcaktı, mütevaziydi, olgundu. Zaten tüm sevdiklerini ve şiir dostlarını ’Primiz Abdi Beğ aşıkna, Bayburtlu Zihni ile Aşık Veysel saygınlığında, Şebingülü sunularımla şiir yüklü duygularla..’ diyerek selamlıyordu; genç ihtiyar, bayan erkek, her karşılaştığını.
’Şebingülü sunumlarımla günaydın’ diyordu sabahları gördüklerine..
“Sizi tanımaktan onur duydum. Derdimi unuttum, bir amaç için yaşamaya karar verdim. Elimden tutun, sabrı öğretin, beni de yetiştirin. Ustam olun hayatımda.”
Sesinde yalvarmalı bir ton vardı. Yüzüne baktı, yine gülümsüyor gencin masum teklifini kabul ediyordu.
“O halde ustam diyeceğim size, henüz adınızı bile bilmiyorum, Dağların ve Çobanların Şairi’nin adını öğrenmek isterim.”
Elini daha sıkı tutuyordu şimdi. Buğulu ses istediği cevabı mırıldanırken gencin gözlerinden iki damla yaş süzüldü:
“Adın ne önemi var genç? Ama bilmek hakkındır elbet… Adım Hikmet Okuyar…”
Genç, duyduğu ismi alçak bir sesle defalarca tekrarladı. Kendisine uzattığı kalemi alarak teşekkür ederken bile dudakları titriyordu. “Ne halde olursan ol, çok yaz ve çok oku” demişti kalemi verirken. Kalemin üzerinde yazan cümleye göz attı: “Daima hak ettiğin yerde olursun! ” yazıyordu. Sırtında gezinen el, O’nu daha çok duygulandırdı, göz kapaklarını kapattı, yaşlar ardı ardına sıralandı. Kulakları buğulu sesle açılıyor, onunla aydınlanıyordu şimdi;
“Şiir ruh da zarafet, bir tahayyül sanatı,
Ömür kısa, yol uzun… Artık aç kanatlarını! ”
Tuğrul müsade istedi ve şiir gibi sevdalılarını bekleyen Eğribel Tepesi’nde; Giresun, Şebinkarahisar, Erzincan, Sivas Vilayet Yolu istikametine giden araca bindi. Şebinkarahisar’a dönüyordu. Oradan Sivas’a, Kayseri’ye sonra da Kahramanmaraş’a geçecekti..
Yol boyu O’nu düşündü.
………………..Bizim Hikmet,
Dağların ve Çobanların Şairi,
Şiiri Sevdiren Şair,
Proje Üretip Uygulayan Şair,
Eylemleriyle Söylemleri Örtüşen Şair
=
20 Mayıs 2009
Eğitimci Hikayeci Fatma Çetin KABADAYI
....................

Kitle İletişim: Müzeyyen KESKİN Amasyaşat Başkanı Türkiye Sevdası Kültür Sanat Danışmanı

 
Toplam blog
: 118
: 137
Kayıt tarihi
: 29.09.12
 
 

Müzeyyen KESKİN   AMASYAŞAT Başkanı Türkiye Sevdası Kültür Sanat Danışmanı Karadeniz Sevdası Kült..