Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Nisan '09

 
Kategori
Anılar
 

Geçmişin doyulamaz tatlarına yolculuk !

Geçmişin doyulamaz tatlarına yolculuk !
 

Diyarbakır


Hayatımın en güzel, en anlamlı günleriydi. Yaşam binamın temelini attım orada. O sağlam temelin üzerine çıktım katları. Ben orada büyüdüm, orada olgunlaştım. Hayatı orada öğrenmeye başladım. İnsan yaşlandıkça geçmişine dönüşleri de hızlanırmış ya; şimdi yarım asırlık ömrümü değerlendirdiğimde, o güzel şehre, Diyarbakır’a ne kadar borçlu olduğumu düşünüyorum. Ne çok şey görmüş ne çok şey öğrenmişim orada meğerse.

Sanırım Devrim'den sonra üretilen ilk Türk otomobili Anadol’u orada gördüğümde yıl 1967, ilk Murat 124’ü gördüğümde de 1971'di. İki sene sonra da babam mavi bir Renault 12 almıştı. O da yerli üretimdi. O tarihte evimiz Paşa Durağı Mehmetçik İlkokulu’nun yanındaydı. Babam da öyle havalı park ederdi ki arabamızı! Sokaklarda sıra sıra arabalar yoktu o günlerde. İkide bir aşağı iner kapılarını kontrol ederdim. Şimdilerin, camını-kapısını otomatik kilitleyen, çalınmaya karşı motoru bloke eden, yerini her daim uyduyla belli eden teknoloji harikası arabaları da yoktu. Kapılarını, camlarını teker teker kontrol etmeliydiniz. 3 tekerlekli Moto Guzzi’leri ve içeri eğik arka tekerlekleriyle Skoda kamyonetleri de ilk kez orada gördüm. Çarpık bacaklı kızlara, "Skoda bacaklı." derdik! Çocukluk işte. Bugünkü Dicle Üniversitesi'nin yerindeydi Maarif Koleji, yani benim güzel okulum. Hemen yanında da Dicle Vadisi'ne bakan bir uçurum vardı. Fis Kayası diyorlardı galiba. Hocalarımız Amerikalı Barış Gönüllüleriydi. Hiç unutmuyorum canım hocam Michael Eulenberg’ı. Yaşam Koçumdu adeta. Ertesi sene de şehrin dışına, mezarlığın yanına taşındı okulumuz. Şehitlik de oradaydı. Yatılıydım ve cumartesi de yarım gün ders olurdu. Çok sevmiştim okulumuzun yeni yerini. Etrafı bozulmamış doğaydı. Mezarlığı saymazsak tabii. Hiç ürkmezdim aslında, uzun yürüyüşler yapardım bir başıma. Kendimle tartışırdım. 2.5 lira haftalığıma da mutlaka zam isteyecektim babamdan. Akşamları arkadaşlarımızı evlerine uğurlar biz bize kalırdık. Etrafta birkaç da çömlek imalâthanesi vardı. İlgiyle izlerdim fırınları. Su öbeklerindeki kurbağa larvalarının evrelerini takip ederdim. Dünya coğrafyalarını bana sevdiren canım hocam Orhan Tekin, içime edebiyat aşkını yerleştiren canım hocam Cavidan Cengiz, matematiği sevmemde emeği büyük canım hocam Orhan Özkan aynı zamanda aile dostlarımızdı. Terziliği de olan Orhan Özkan hocamın bana ve babama diktiği gömlekleri bugün bile hatırlıyorum. Herkesin yardımına, derdine koşan rahmetli babam çevrede çok sevilir ve bu sayede harika dostlar edinirdik. Küçücük şehrimizde yaşamı ne huzurlu paylaşırdık. Ben sizleri hiç unutmadım, çocukluğumun asil insanları. Ama asıl öğretmenin Şehr-i Diyâr-ı Bekr olduğunu yıllar sonra anlayacaktım.

Hayatımda ilk kez at kılı kementli tuzakla sığırcık avlamayı orada öğrendim. Atın kuyruğundan o kılı koparmayı da. Hem de çifte yeme tehlikesine rağmen! Kılcan deniyordu galiba o tuzağa.

Dilan Sineması'na gitmeyi çok severdim. Bir de Nilgün Sineması var mıydı, pek iyi hatırlamıyorum adını; ama yerini hemen bulabilirim. Galiba bir de Yenişehir Sineması vardı orduevinin yanında. Şimdiki belediyenin yerinde de bir yazlık sinema vardı; ama onun da adını hatırlayamıyorum. Hayatımın en unutulmaz filmlerini izledim oralarda. "2 Film birden" di ! Mesela, “Neşeli Günler,” “Maymunlar Cehennemi,” Alfred Hitckok’un “Kuşlar”ı. Babam da, mekanı cennet olsun, sinemayı çok severdi. Bayılırdım yazlık sinemaların tahta sandalyeli localarına. Can erik ve malta eriği de yerdik izlerken. Kışlık sinemalarda da ayva yenirdi. Hıçkırık da tutardı. Allah'tan, Kolsuz Kahraman Wang Yu'nun maceraları kışa rastlamıştı da heyecandan bırakın hıçkırığı, nefes bile alamıyorduk!

İlk kez kocaman puntolarla RENKLİ, hemen altında da minicik puntolarla, DEĞİLDİR yazan sinema afişlerini orada gördüm. Fark etmezseniz, renkli diye girdiğiniz filmi siyah-beyaz izlerdiniz!

Her pazar sabahı kahverengi Vezüv gaz sobamızın başında evin bütün ayakkabılarını boyardım. Boyadan önce badem yağı sürülmesinin iyi olacağını da -Gazi Caddesi ile Kıbrıs Caddesi'nin birleştiği meydandaki- sokak boyacılarından öğrenmiştim. Yorgunluk mükâfatı, anacığımın yaptığı kol böreği olurdu kahvaltıda.

Mini Yelek diye bir moda çıkmıştı o günlerde. Hemen bana da örmüştü anacığım. Kırmızı-lacivertti. Boyu kemerin üzerinde olacaktı, yoksa havası sönerdi. İlk kruvaze cekete, koca yakalı gömleğe, İspanyol paça pantolona ve geniş burunlu ayakkabıya orada sahip oldum. İlk spor ayakkabım da Gislaved’di.

İpi mumlayarak, sökülen ayakkabıları dikmeyi, topuk lastiğini değiştirmeyi orada öğrendim. Kullandığım örsü ve çekici yıllarca sakladım. Dedemden babama, babamdan da bana kalmıştı.

İlk bisikletime orada sahip oldum. Nurettin Amca'm almıştı. Arka tekerin tellerinin arasına mandalla karton sıkıştırır çakma motosiklet sesiyle hava atardım. Bisikletimle Pirinçlik’e kadar giderdim. Huzur duyardım uzaklaşışlarımda. O tarihlerde bisikletlere plaka alınabiliyordu. İlk kez gerçek bir motosiklete yani yeni çıkan Mobylette’e de orada bindim ve ilk binişimde de kasnağını kırdım!

Taksi ne demek orada öğrendim. Anadol'dan sonra Renault 12 ve Murat 124'lerin de çıkmasıyla taksicilik başlamıştı. Arabası olmayanlar için taksiye binmek bir ayrıcalıktı. Şehir merkezinden Ofis’e 5 liraya gidiyordu. Taksimetre yoktu. Şuradan şuraya şu kadardı. Yanlış hatırlamıyorsam, en uzun mesafe şehir dışındaki Otogar’aydı ve 15 liraydı.

İlk trafik ışıklarını da orada gördüm. Sanırım yıl 1973’tü. Hem halk hem de araçlar çok zor alışmıştı.

Tatlıcı Otel'di galiba orduevinin karşısına dikilen beyaz yüksek bina. İlk kez böyle yüksek bir bina görüyordum. Oysa, en fazla 10 kattı. Alt katındaki pastanede muzlu pasta yedirirdi anacığım. Şimdilerde Orduevi olmuş. Ama Otel Tatlıcı'dan önce, ilk eli yüzü düzgün otel olarak Demir Otel yapılmıştı. Küpeli'ye giderken önünden geçerdim. Ah o Küpeli’nin insanı dirilten soğuk suları yok muydu. Yüzmeyi orada öğrendim. Elbiselerimizi duvardaki çivilere bitişik nizam asardık. Mayo filan yok, peştamal bağlardık. Önce göbek altından bir düğüm, sonra arkadan uzanan parçanın bacak arasından yukarı çekilişi ve belin arkasından bir düğüm daha atılarak Küpeli tipi mayoya kavuşurduk! Islanınca arkası şişer, suya dalamazdık. Sonradan Dıngılhava’yı keşfetmiştim. Var mı hâlâ bilmiyorum. Suları masmaviydi. Meğerse bakır sülfat atıyorlarmış. Trambleni de vardı. 50 kuruştu galiba giriş ücreti. Ama çimdiğim ilk havuz Anzele'ydi. Küçücüktü, yüzülemezdi ki! Önce çimer gibi yapar, sonra da etraftaki ciğercilere dalardık.

Biraz daha büyüdüm, cesaretlendim. İlk kez bir nehirde, Dicle'de yüzdüm.

Hayatımın ilk balığını da Dicle'de tuttum. Küçücüktü. Acıdım, tekrar suya bıraktım.

Ben Mercedes’in O302’lerini değil de Harput Turizm’in havalı Apollo’larını seven çocuklardandım. İstanbul yolculuklarımızda babam o ihtişamlı Magirus’larla gönderirdi bizi. Puflaya puflaya, 3 numarada. O günlerde THY’nin de pervaneli Viscount 794D ve Fokker F27 uçakları vardı. Kolejim ya da şimdiki adıyla Anadolu Lisesi Hava Kuvvetleri pistine yakındı. Merakla beklerdim onların iniş-kalkışlarını. Birkaç kez de uçakla gitmiştim İstanbul’a. Diyarbakır’dan kalkar, Elazığ’a iner. Oradan kalkar Malatya’ya iner. Kayseri, Ankara derken, dolmuş misali ine-kalka giderdik İstanbul'a!

Japon Pasajı açıldığında yer yerinden oynamıştı. O açılıncaya kadar en güzel eşyaların geldiği söylenilen yer Kilis'ti oysa. Neler vardı neler! Babamın oradan aldığı ilk saatim Seiko 5 halen çalışıyor ve önemli randevularımda onu takıyorum. Sonrasında kendi harçlığımla aldığım birkaç telmaşa saatim de olmuştu. Şu büyük ve gösterişli olanlardan. Hava atmak için havuza saatle girince akvaryuma dönerlerdi!

Ceylanpınar Üretme Çiftliği'nden gelen teneke kutulu peynirlerin tadını unutamıyorum.

İlk duam fatiha’yı ve sonrasında amentü’yü orada öğrendim. İlk kez camide namazı orada kıldım, ilk orucumu orada tuttum.

Babamın merakı sayesinde, evimizde sucuk, pastırma ve örgü peynir yapmayı orada öğrendim. Sonrasında, çiğ köfteyi, içli köfteyi, et terbiyelemeyi de orada öğrendim. Ve bugün bile dua ettiğim, acı yemeye orada alıştım. Doğal antibiyotik, afrodizyaktı ve en son öğrendiğim faydası da doktorumun sinüzitimin midemde sorun yaratmamasını kırmızı pul bibere bağlamasıydı.

Babam artık kendini aşmış ve sucukları bez torbalarda yapıyordu. Şirden deniyordu galiba. Evimizin balkonu kurumaya bırakılmış sucuk, pastırma, biber ve patlıcanlarla bir şarküteriyi andırırdı.

Ulu Camii'nin karşısında bir Kapalıçarşı vardı. İçinde de kasap dükkanları. Şimdilerde hep kuyumcu olmuş. Orada babamın aynı zamanda çok iyi dostu olduğu Kasap Şeyhmus Amca vardı. Babamın verdiği siparişleri almaya gittiğimde beni önce dükkanın önündeki küçük bir tabureye oturtup çay ısmarlar, sonra da bebek büyüklüğündeki et paketini kollarımın üzerine koyardı. Ne bol ne bereketli günlerdi. Mobylette'in kasnağını kırdığımda da Şeyhmus Amca'ya koşmuştum hemen. Çünkü babam çok kızardı. Hiç sormadan çıkarıp tamir parasını vermişti.

İlk kez evde domates ve biber salçası yapılışını orada gördüm.

İlk kez biberi, patlıcanı kurutmak için ipe dizmeyi orada öğrendim.

Bohçacı kadınlarla ilk kez orada tanıştım. Evimize gelir, salonun ortasına sırtındaki bohçayı açardı. Annem de ipekli kumaşlar, masa örtüleri filan alırdı. Kızdığında da beni o kara, şişman kadınlara vermekle tehdit ederdi!

İlk kez basketbolu orada oynadım. İlk basket topumu orada aldım.

İlk kez pinponu orada oynadım.

İlk ayvamı komşu bahçeden orada çaldım! Çok kızmıştı Cemalettin Amca.

İlk kez numaralı gözlük orada taktım.

İlk güneş gözlüğümü de Mardin Kapı yakınlarındaki bir dükkandan aldım. Aristotle Onassis'in gözlüklerine benzediğini söylerdi babam. Kimden bahsettiğini anlamazdım. O da aynısından almıştı. Yetmişlerin Blues Brothers'ı gibi olmuştuk.

İlk hayat sigortamızı Tam Hayat'a yaptırmıştı babam. Sonradan adı Hür Sigorta olmuştu galiba. Mardin Kapı'ya giderken solda, içinde küçük bir havuz olan bir yere yatırırdık primlerimizi. PTT miydi hatırlamıyorum.

Günaydın Gazetesi'nin verdiği pay kuponları çok önemliydi. Biriktirip, hediyeler alırdık.

İlk İngilizce sözlüğüm kocaman, siyah ciltli 1969 basımı bir Redhouse'tu. İstanbul'dan sipariş verdiğimiz kişi, dönüşte bindiği otobüs kaza yapınca hayatını kaybetti; ama yakınları bavulundan çıkan sözlüğü bize getirdiler. Arkasında 60 TL yazan bu anlamlı sözlük tüm tahsil hayatım ve sonrasındaki iş yaşamım boyunca hep yanımda oldu. Hâlâ da masamın baş köşesinde durur.

İlk havalı tüfeğim orada oldu. Birkaç sığırcık vurmuşluğum vardır; ama genellikle şişelere nişan alırdım.

İlk melodikam Hohner'e orada sahip oldum. Çaldığım ilk parça Mon Amour'du.

İlk kez kıtlama şekerle çayı ortada içtim.

İlk kez Lunapark'a orada gittim. Dilan Sinemasının karşısındaki parkta kurulmuştu. Çarkıfelek oynamaya bayılıyordum.

İlk kez futbol maçına orada gittim. Hakem Doğan Babacan'dı. Herkes ondan korkuyordu.

En sevdiğim oyun Dekman’ı orada öğrendim. Çelik Çomak'ı da.

İlk kağıttan uçağımı orada yaptım. Kolej bugünkü Dicle Üniversitesi'nin yerindeyken, Fis Kayası'ndan vadiye doğru atardım.

İlk kez müzeye orada gittim.

İlk kez kütüphaneye orada gittim.

İlk kez pul koleksiyonu yapmaya orada başladım.

İlk kez pikniğe orada gittim. Mardin Kapı'dan çıkıp 5 km kadar sonra solda bir mesire yeriydi.

İlk kez bir ata nal çakılırken orada gördüm.

İlk kez bir ineği, koyunu sağılırken orada gördüm.

Dallarıyla taze taze satılan nohut yemeyi, akasya ağacı çiçeklerini tatmayı orada öğrendim.

Bir yatılı okul klasiği olan Uzun Eşek oynamayı ve Üç Adım Atlama'yı orada öğrendim.

Sigaranın elle sarılıp içilebildiğini ilk kez orada gördüm.

Hâlâ çok sevdiğim; ama bazen küçük bir parça yiyebildiğim Nutella'yı ilk kez orada tattım.

Bir yaşlıya, muhtaca yardım etmenin ne mutluluk verici olduğunu ilk kez orada tattım. Fenalaşıp yere düşen bir teyzeyi cebimdeki yegâne 5 lirayı taksiye vererek Bağlar'daki evine götürdüm. Parasız kalınca da eve yürüyerek dönmek zorunda kaldım. Annem çok kızdı ve beni bohçacı kadına vermekle tehdit etti; ama geç kalma nedenimi söylemedim. Sağlığı oldukça bozulan canım annemle 2006'nın ilk aylarındaki bir sohbetimizde bu gerçeği anlattım. "Anlamıştım iyi bir nedenin olduğunu zaten. Onun için de seni bohçacıya vermemiştim." dedi, gülümseyerek yanağımı okşarken. 2 ay sonra da göçüp gitmişti aramızdan.

İlk sapanımı, ilk okumu orada yaptım.

İlk kez başım orada yarıldı ve dört dikiş atıldı. Aslında yaramaz bir çocuk değildim. Yerden misket almak için eğilmiş ve kalkarken balkonun su borusuna çarpmıştım başımı. Şimşekler çakmıştı gözümde.

İlk ticaretimi orada yaptım: Vali Konağı otobüs durağında ayran sattım. O tarihte, tam da Vali Konağı'nının karşısındaki İşmen Apt'da oturuyorduk. Tatillerde harçlığımı böyle çıkarıyordum. Annem de her gün yoğurt mayalardı.

En güzel ciğer şiş orada yenir, en güzel Ezo Gelin çorba orada içilirdi.

İlk kez orada halk önünde okul korosuyla şarkı söyledim.

İlk kez TRT Radyo Tiyatrosu'nu orada dinlemeye başladım. Saat 20:00'de gong'la başlardı ve spikerin "Macide Tanır, Kerim Afşar." demesi heyecana davet ederdi çocuk ruhumu.

İlk kez Türkçe Sözlü Hafif Müzik yayınını orada dinlemeye başladım. Okulda geceleri dinlerim diye babam tek transistörlü küçük bir radyo almıştı ve program her gün 11:45'te başlar 12:00'de biterdi ve ben de dersin 1-2 dk erken bitmesi için tanrıya yalvarırdım. Son parçanın sonuna ancak yetişirdim. Arkadaşlarım da etrafıma doluşurdu.

İlk günlüğümü orada tuttum.

İlk şifreli asma kilidi Japon Pasajı'ndan ben almıştım. Okul dolabım içindi ve markası da YALE'ydi. Hâlâ da saklıyorum. Meraklı arkadaşlarım günlerce dolabımın başında açma yarışına girmişti. Şimdi itiraf ediyorum şifresini. 0'dan 20'ye düz, sonra tekrar geri 20'ye ve ileri 8'e.

İlk kez elektrikli tıraş makinesini orada gördüm. Beyaz renkli bir Braun'du. Babam tıraş olurken izliyorduk hayretle.

İlk büyüteçimi orada aldım. Doğaya merakım iki haftalığıma mal olmuştu.

İlk aşk mektubumu orada yazdım.

İlk kez orada bilgi yarışmasında birinci oldum.

İlk yağlı boya resmimi orada yaptım.

İlk kitabımı orada okudum. Yıl 1969. Henri Charrie re'nin Kelebek'iydi. Bugün binlerce kitaplık kütüphanemin baş köşesinde durur.

İlk piyango biletimi orada aldım.

İlk kez kaşarlı tostu orada yedim. Şehir olarak tostla ilk tanışmamızdı. Yenişehir Sineması'nın karşısında küçük bir büfe açılmıştı. 75 kuruştu.

İlk kez pişmaniyeyi orada, okul önünde yedim. İçinden kağıt parçası çıkarsa, o pişmaniye dilimi bedavaydı.

İlk kez kavrulmuş susamı, öğütülmüş leblebi tozunu orada, okul önünde yedim.

İlk kez acuru orada yedim.

İlk çubuk krakeri, ilk lollipop'u orada yedim. Lollipop'un beyaz çubuklarını biriktirirdim. Ne işime yarayacaktı bilmiyorum.

İlk kez karamelalı bonibon şekeri orada yedim.

İlk kez meyan kökü şerbetini orada içtim.

İlk Paşabahçe mağazasını orada gördüm.

İlk kez bir faytonu, otomobil lastikli at arabasını orada gördüm.

İlk kez bir yolun öğle sıcağında hamur gibi yumuşadığını, ayağımın gömüldüğünü orada gördüm.

İlk 45'lik ve 33'lük plaklarımı orada aldım. Biri Kamuran Akkor, diğeri de Sonny and Cher idi.

Fırından henüz çıkmış taze pidenin içine tereyağ sürüp, üzerine de tuz-karabiber döküp yemeyi ilk kez orada denedim.

Gazetenin verdiği ansiklopedileri ilk kez orada ciltlettim. Siyah cildin üzerine ismimi de sarı yaldızla yazdırdım.

Babama hava atacağım diye, vaviyen anahtarı monte etmeye çalışırken elektrik çarpmasıyla ilk orada tanıştım.

İlk kez bir Cumhurbaşkanımızı, Cevdet Sunay’ı orada gördüm.

Uzaklardaki sevenlerimizle telefonla konuşabileceğimizi orada öğrendim. PTT Çift Kapı'nın oradaydı. Motosikletli bir görevli eve gelir ve "Telefonunuz var, postaneye gelin." derdi. Giyinir postaneye gider, arayanımızla konuşurduk.

Bayramların ne demek olduğunu orada öğrendim. Günler öncesinden hazırlanılır, planlar yapılırdı. Bu planlarda güney sahillerinde kısa bir tatil olmazdı! En güzel elbiselerimizi giyerdik. Herkes birbirini karşılıklı ziyaret ederdi. Çocuklara harçlık verilirdi. Biz de o harçlıklarla mantar patlatır, minik roketler atardık. Dönme dolaplara binerdik.

Orhan Gencebay, Neşe Karaböcek şarkılarını ilk kez orada ezberledim.

Alpay’ın “Tütüncü Kız” şarkısını ilk kez orada dinledim.

Fikret Kızılok, Karacaoğlan'dan "Güzel, ne güzel olmuşsun." derken, Mary Hopkin de "Those were the days." derdi teneffüslerdeki müzik yayınında.

Sokakta şarkı söyleyerek satılan şarkı sözlerini ilk kez orada gördüm.

Neşet Ertaş’ı, Cemile Cevher Çiçek’i ilk kez orada, Karpuz Festivali’nde gördüm, ellerini öptüm.

Ertan Anapa, Rana & Selçuk Alagöz'ü ilk kez orada gördüm. Rana Alagöz kızılderili kızı gibi giyinmişti.

Bir karpuzun içine çocuk girebilecek kadar büyük olabileceğini ilk kez orada gördüm.

Sinema önlerinde kırmızı boyalı yumurtalarla tokuşturma rekabetini ilk kez orada tattım.

İlk İskender Kebapçısı da galiba Dörtyol'da açılmıştı. İçerlek bir lokantaydı. Künefe ile de ilk kez orada tanıştım. İçinde peynir var dendiğinde çok şaşırmıştım.

Gazeteden para kazanılabileceğini ilk kez orada öğrendim. Okunmuş gazeteleri biriktirir, kilosu 25 kuruşa bakkallara satardım. O yıllarda -doğa düşmanı- poşetler yoktu, gazeteden kese kağıdı yapılırdı.

İlk kez orada sakız çiğnedim. Mavi kağıtlı Kent sakızının içinden çıkan artist resimlerini biriktirirdim. Sonraları favorim Zambo oldu. Ziya Gökalp Lisesi karşısındaki bir bakkaldan alırdım.

Gazoz kapaklarının ne değerli olduğunu orada öğrendim. Yan yana dizer, mermer parçasıyla atış yapardık. Sonraları yerini misket aldı.

Lâk Lâk diye bir oyuncak çıkmıştı. Bütün çocukların elindeydi. Şehir lâk lâk sesleriyle inliyordu. Ortada bir yüzükle birleştirilmiş iki ipin ucunda pinpon topu büyüklüğünde sert plastik toplar sarkıyordu. İşaret parmağınıza yüzüğü geçiriyor, sonra da elinizi el sıkışır vaziyette tutup aşağı yukarı hızla sallıyordunuz ve toplar da bir yukarıda bir aşağıda birbirine çarpıp lâk lâk diye ses çıkarıyordu. Buraya kadar her şey normaldi. Problem ise, bazen toplar birbirini bulamıyor olanca hızlarıyla bileğinize çarpıyordu! Acı ve sonrasındaki şişlik kaçınılmazdı.

İlk kez dişimi çektirdiğim ve o tarihlerde azı dişime altın kaplama yapan dişçimiz, canım Ümit Arkan Amca'mdı. Ağzımın derinliklerinde 20 yıl taşıdım o kaplamayı. Sonra bir gün baktım, yoktu! Sanırım yutmuştum! Suriçi Demir Otel'in karşısında bir yerdeydi muayenehanesi. Aile dostumuzdu ve onlar da o tarihte bizimle İşmen Apt'da oturuyorlardı. Medikal ismini bilmiyorum; ama elektrikli değil, pedallı gırgır kullanırdı. Hani şu dişimizi oyan matkap gibi bir alet var ya. Canım Ümit Amca'm, az uyandırmamışızdır gece yarıları beni diş ağrısından kurtarması için. Çift Kapı'dan çıkar muayenehanesine yürürdük. Gecenin bir yarısı yürüyen 3 kişiyi görünce bekçi durdururdu. Babamla Ümit Amca konuyu anlatınca da saçımı okşardı. Şark Çıbanı'nın ne olduğunu da bizzat yaşayan biri olarak Ümit Amca'm anlatmıştır bana. Hâlâ Çift Kapı yakınlarındaki, girişinde salkım söğüt olan Defne Apt'da mı otururlar bilmiyorum; ama şimdilerde 80'ini geçmiş olmalı. Allah ona uzun ömürler versin.

Güzel şehir, cân Diyarbakır'ım. Sadece 6 sene yaşadım seninle; ama ne çok şey öğrettin ne çok ilk yaşattın bana. Hakkını ödeyebilir miyim hiç! Senden ayrıldıktan tam 35 sene sonra tekrar geldim birkaç saatliğine. İkimiz de heyecanlıydık, fark ettim. Beni aradım sokaklarında. Yürüdüm çocuk adımlarımın dokunduğu yerlerde. Anılarıma yol aldım. Bulamadım geçmişimin izlerini! Sen de değişmişsin ben gibi! Ama gelişmiş, pek bir güzelleşmişsin. Dilan, "Hoş geldin; ama sakın üzülme! Bak, ben tanıdım seni." dedi. Aldırmadım gözlerimin dolmasına, bana bakılmasına! Pideyle çorba içmeyi de közlenmiş biberle ciğer yemeyi de ihmal etmedim. Yine geleceğim bu yaz. Küpeli’de yüzeceğim. Mayo giymeyeceğim, peştamal bağlayacağım! 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..