Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Şubat '10

 
Kategori
Öykü
 

Gelincik tarlasında hafta sonu...

Gelincik tarlasında hafta sonu...
 

Gelincik hayattır, bugündür, estetik ve zarafettir.


Gün, Nisan ayının güzel bir bahar günü… Üstelik de hafta sonu. Karı, kışı, yağmurlu çamurlu günleri, beton ve metal yorgunu kent karmaşasını arkasında bırakarak kentin kıyısında -her nasılsa tecimer gözlerden kaçtığı için- bekâretini hâlâ koruyan kırlık alana vurur karmaşık zihnini ve yorgun bedenini Burak. Bozkır yelleriyle hafif yanık ama beyaz tenli, ay yüzlü, iri gözleriyle okyanus bakışlı bir gençtir o. Sol göz kapağındaki hafif düşüklüğün de etkisiyle daha da artan masum yüz ifadesi, akıllı ve keskin bakışlarını gizleyemez. Duygusal ve içlidir de Burak… Doğal olarak…

Hafif bir bayır boyunca kırmızı benekli, upuzun, yeşil bir tül örtü gibi uzanan bir gelincik tarlasının yanına arabasını park eder asistan hekim Burak. Cerrahi asistanı... Başka hastanelerde gece nöbetlerinden kazandığı paraları tutumluca biriktirerek borç harç aldığı eski model bu ilk arabasını…Gelincikler, ah o gelincikler! En stresli (zam)anlarında gözlerini kapayarak içinde dolaştığını hissederek rahatladığı, bu anlamda da kendini çok şey borçlu hissettiği gelincikler, gelincik tarlaları…İsmini babası Miraç'da göğe yükselen peygamberin atına atfen koymuştu ama onun gönlü de zihni gibi yeryüzünde, güzel ve duyarlı insanlarda, kırlarda, çiçekli tarlalardaydı...

Henüz küçük bir çocukken, resmini ilk kez babaannesinin sigara paketinin üzerinde görmüştü. Gelincik sigarasının...Onun, ilerleyen yaşına rağmen inceliği ve zarafeti hiç bozulmayan parmaklarına nazire yaparcasına kutunun kapağında başı bükük halde duran gelincik resmini… O zarafetin hatırına, bir dönem, o yassı ve kare sigara kutularını annesinin “hışırları toplayıp durma…” uyarılarına rağmen, gizli, gizli biriktirmişti…O dönemler özellikle bayanlar arasında çok tutulan bu değerli ve yassı paketli sigaranın bir süre sonra, muhtemelen yeterince satılmıyor diye üretimi durdurulmuş, Burak’ da böylelikle kutuları biriktirmekten ve annesinin bitmek tükenmek bilmeyen uyarılarından kurtulmuştu.

Sonra, yaz sıcaklarında annesinin serin serin ikram ettiği, anneannesinden öğrenerek bir kuşak daha –ve belki de son kuşak olarak- öteye taşıdığı gelincik şerbeti geldi aklına...Gelinciklerden bir miktar toplanıp yaprakları bir süre güneş altında kurutulduktan sonra suyu çıkarılarak sonrasında azıcık su ve şeker katılarak yapılan o muhteşem ve doğal içecek… Gelincik şerbeti…

Çocukluk zamanlarının çiçeği… Suyunu şerbet olarak içip, resimlerini biriktirdiği, stresli (zam)anlarında gözlerini kapayıp hayalinde canlandırarak rahatladığı bu otsu çiçek koparmaya hiç gelmezdi. Kırmızı, ince yapılı ve narin çiçek… İncecik boynu ve tül yapraklarıyla tüm rüzgârlara karşı koyabilen ama koparıldığında o nefis tül yapraklarını boynuna doğru kanat gibi indirip hemencecik yere eğilmiş kanlı göz yaşlarıyla ağlayıveren... Ardından da oracıkta  ölüveren bir çiçek. Hisli, nazlı kır çiçeği gelincik... Baharın müjdecisi...

 Oturduğu yerden, bayır aşağı o güzelliklere doğru bakarken hayatın onca güçlüklerine, acımasızlıklarına çelik bir yürekle göğüs gerip sevgilisinin, eşinin, erkeğinin hiç hak etmediği tek bir hakaretiyle yıkılıveren gelincikler geldi aklına… Küçük kadınlar, küçük gelinler, gelincikler… Tanımadık, bilmedik topraklarda, çekilme anında, hiç beklenmedik bir kurşunla şehit düşen Mehmetçikler gibi gelincikler…

Üzerlerine basmamaya büyük bir özen göstererek daldı gelincik tarlasına Burak...Usul usul adımlarla. Japonların gelincik hakkında söyledikleri geldi aklına:”…Gelincikler de insan ömrü gibidir. Dünü vardır. Yaşamıştır. Bugünü var. Yaşıyordur. Ama yarını belli değildir...” Şu çalışkan ve meşakkatli Japonların insan hayatını gelinciğe benzetmeleri üzerinde durup düşündü… " Dün, onların da dile getirdiği gibi getiremeyeceğimiz kadar gerilerdedir, yarın ne olacağını ve ne yaşayacağımızı tam olarak bilmiyoruz. Yazık ki, geçmişin yasını tutup geleceğimiz için kaygılanırken bugünü yaşamayı ve yüreğimizde filiz verip büyümeyi bekleyen çiçekleri sulamayı unutuyoruz. Oysa bir gelincik çiçeği kadar güzel bugünümüz. En az onun kadar narin ve kısa ömrümüz…” diye geçirdi zihninden. Oysa tarihlerine, geleneklerine düşkün, yarınları için sürekli ve azimle çalışan Japonlar'ın da, hep düne dair anlamları sahiplenip yarınlara dair çabalar içindeki Burak'ın da hayat karşısındaki duruşuna tersdi bu anlam. Ters dönmüş "gelincik sigarası" paketlerindeki resim gibi. Düzeltti o paketleri...Zihninde. Evet gelincik "bugün"dü! İçinde birgün değeri bilinir diye şimdiye kadar hep saklı kalan "bugün".

Bu düşünceler dalmışken bir aydır iş gezisi için kent dışında olan, çok sevdiği sevgilisinin yüzü belirdi aniden, bir gelincik kümesinin üzerinde. Şaşırdı ve olduğu yerde öylece dondu kaldı... Şaşkınlığını atar atmaz dalgın adımlarla bayırdan aşağı yürüyerek biraz uzaktaki köye doğru yürüdü.

Arnavut taşı kaplı köy meydanında, muhtarlığın önünde oturan orta yaş üzeri, bilge görünümlü köylülerle karşılaştı. Aralarında iskemleye ters oturmuş bir halde sevimli bakışlarla etrafı izleyen, orta yaşlı, top sakallı ve kentli görünümlü bir adam daha vardı. İçten ve karşılıklı selamlaşma sonrası, onlarla, tavşankanı bir çayın eşliğinde sohbete daldı. Söz uzadı, döndü dolaştı ve gelincik kümesi üzerinde gördüğü sahneyi anlattı onlara Burak. Kırışık alnı, yarı çekik gözleri ve güleç yüzüyle bilge görünümlü yaşlı köylü dedi ki; “ Eğer çok seviyorsa bir insan, kendini ona adamışsa, içine doğar, gördüğün her güzellik onu çağrıştırır, yüzü de oraya yansır…”

Yine bir hafta sonu gezisi için orada bulunan, top sakallı, kentli fizik profesörü, 30-35 yıl öncesine ait gerçek bir olayı anlatarak girdi söze. “…çok şiddetli bir hava burgacına (türbülans) kapılan ve düşme tehlikesi geçiren bir uçağın çıkış kapısı bölümündeki sekiz yolcu, tehlike anında, kapı üzerinde, aslında uçakta olmayan birkaç kişinin yüzlerini gördüklerini söylerler. Konu ciddiye alınır. Ayrı ortamlarda tek tek tanımını yaptıkları kişi profilleri -tümünün de anlattıklarında- birebir örtüşecek ölçüde doğrudur. Hepsi aynı yüzleri görmüşlerdir. Daha sonra yapılan araştırma ve incelemeler sonunda uçağın kapısının düşmüş bir uçağın sağlam kalan kapısı olduğu ve bu uçağın bozulan kapısının yerine takıldığı anlaşılır. Düşme anında, eşdeğer korku, endişe ve duygulanım taşıyan kişilerin öncekilerle aynı ışık frekanslarını yakalayabildikleri için, o kapıda ışık dalgaları halinde kayıtlı olan resmi görebilmiş olabilecekleri sonucuna varılır…” dedi... “Bilim bir gün mutlaka bu durumu da deneysel olarak açıklayacak…” diye de ekledi. "Eşdeğer korku ve endişe de olduğu gibi eşdeğer sevgi, coşku ve adanmışlık içeren duygularda da bu durum neden olmasın? " diye sordu.

Sonra, hafta içi görüşmelerinde, iki ay önce, kendisinin nöbetçi olduğu bir hafta sonu, sevgilisinin de İstanbul’dan misafir olarak gelen amcasını ve yengesini, anne babasıyla birlikte aynı yere götürdüğünü öğrendiğinde Burak'ın şaşkınlığı sevgilisinin “ Hayırdır canım, neden birden kıpkırmızı oldun?” diyen şaşkınlığına karıştı…Yüzlere karşılıklı yansıyan birer gelincik kırmızılığıyla…

Bu bilgi üzerine Burak, gelincik demeti üzerinde gördüğü resmin sırrını hemencecik çözer; sevgilisi de, o yanında değilken, iki ay önce aynı yerdeymiş! O da onu eş derecede seviyor, özlüyormuş. Gelincik tarlasında o da, Burak'la ilgili olarak eş yoğunlukta ve derin duygular yaşamış... Tıpkı uçak kapısı örneğinde olduğu gibi o duygular çiçeklere nakşetmiş. Burak'da aynı duygu frekansını yakaladığı için sevgilisinin resmini çiçeklerin üzerinde görmüş...

Gelincik hayattır, bugündür, sevgidir, estetik ve zarafettir...

İ.Ersin KABAOĞLU,

24 Şubat 2010, Ankara

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..