Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Aralık '14

 
Kategori
Öykü
 

Kafkas'ın ardı ölüm

Kafkas'ın ardı ölüm
 

Kuzey Osetya- İnguşetya Sınırı, Yıl 2038

Nöbetçi subayı sıcak yatağımdan kaldırdığında saat üçe geliyordu. Uyku sersemliği içinde yatağımda oturup bön bön adama bakmaya başladım. Kekeler gibi:

- Ne oldu Teğmen?d

diye sordum.

- Ne bu telaş?

Teğmen bir an durup kendimde olup olmadığımı tarttıktan sonra:

- Demin köyden aradılar, dedi aynı telaşla.

-Oset çeteleri baskın yapmış. Ev ev dolaşıp katliama başlamışlar.

Kurulmuş bir yay gibi ayağa fırlayıp teğmenin gözbebeklerine kilitlendim:

- Neler söylüyorsun? Ne zaman olmuş bu?

- Yarım saat önce.

“Allah kahretsin!” diye bağırarak sağ yumruğumu sol avucuma indirdim.

-  Peki Ruslar.. Ruslar ne yapıyor?

- Hiçbirşey komutanım..

- Ne demek hiçbirşey? Aradınız mı onları?

Gayri ihtiyari teğmenin üzerine yürümüştüm. Bir adım geriye çekilip:

 - Aramaz olur muyuz? Defalarca aradık.. diye cevap verdi.

- Ancak hiç kimse cevap vermedi. Adeta yerin dibine geçmişler.

-Aramaya devam edin.. Devam edin..

Diye bağırdım. Teğmen görev yerine doğru seğirtirken alelacele üniformamı giyinmeye başladım. Bu nasıl işti böyle? Bizler geceleri diken üstünde durup, adeta teyyakuzda beklerken Ruslar horul horul uyuyordu. Halbuki daha başında harekete geçip Oset çetelerini tampon bölgeyi geçmeden durdurmaları gerekiyordu.

Osetya- İnguşetya sınırında uzun zamandır yaşanan çetelerarası çatışmalar yoğunlaşınca İnguşların bizi istemesi üzerine Türkiye’den yola çıkıp, Birleşmiş Milletler  barış gücü göreviyle Kuzey Osetya- İnguşetya sınırında konuşlanmıştık. Genel karargâhımız İnguşeyta’nın başkenti Nazran’daydı. Benim birliğim ise çatışmaların en yoğun yaşandığı küçük bir köyün yakınındaydı. Osetya tarafını ise Ruslar kontrol ediyordu. Daha doğrusu Rusları Osetler istemişti. Karşılıklı yapılan protokole göre her iki taraf kendi bölgesindeki çeteleri kontrol edecek, sürtüşmelerin çatışmaya dönüşmesini engellemeye çalışacaktı. Bizim Osetlere müdahale etmemiz söz konusu değildi. Aynı şekilde Ruslar da İnguşlara müdahale etmeyecekti.

Üniformamı sırtıma geçirir geçirmez içerde üç boyutlu videofon cihazıyla boğuşan teğmenin yanına koştum:

- Bir haber var mı teğmen?

diye sordum.

- Ruslar’ı soruyorsanız yok. Ancak köyden imdat çığlıkları gelmeye devam ediyor bakın..

Ekrana bakınca duyduğum tiksintiden adeta midem bulandı. Adamlar adeta kasaplık oynuyordu. Yerlerde yatanlar, canhıraş feryatlarla kaçışanlar, önümüze kadar gelen imdat çığlıkları..

Ani bir hareketle içeri koşup Rus komutanla benim aramdaki kırmızı hata sarıldım. Ancak ne kadar bağırdımsa karşıdan duyan olmadı. Çılgın gibi:

- Aleksi..Aleksi.. Beni duyuyor musun Aleksi?

Diye bağırıyordum. Rus birliği komutanı Yüzbaşı Aleksi dostumdu. Karşılıklı ziyaretler, gidip gelmelerle adeta ahbap olmuştuk. Özellikle Türk kahvesine bayılıyordu. Birliğimizi ziyarete geldiğinde arka arkaya üç fincan köpüklü kahve höpürdetmeden dönmek istemiyordu. Biz gidince de “ Bunları yıllardır saklıyorum” diyerek arka arkaya votka açıyordu bize. “ Görevde içmemiz kesinlikle yasaktır “ diye adamı atlatıyorduk ama “ Elbet sizi görevde olmadığınız bir zaman yakalarım “ diye bize votka içereceği günü iple çekiyordu.

İşte şimdi bu Yüzbaşı Aleksi, ona en çok ihtiyaç duyduğumuz bir anda ortadan kaybolmuştu. Kırmızı hat dahil yaptığımız çağrıların hiçbirine cevap vermiyordu. Belki de adam votkayı çekmiş, bir yerde sızıp kalmıştı. Adamları da komutanı böyle görünce su içecek halleri yık ya? Onlar da içki masasına çökünce Rus birliği felç olmuştu. Her nasılsa ayakta kalan nöbetçiler de komutanı uyandırmaya çekindiklerinden parmaklarını kıpırdatmıyorlardı.

Durum son derece nazikti. Çok çabuk hareket etmemiz gerekiyordu. Dakikalar değil saniyelerin önemi vardı artık. Geçen her saniyede köydeki dehşet biraz daha büyüyordu. Kendi inisiyatifimizle hareket etmeden önce durumdan hemen Nazran’ı haberdar etmek gerekiyordu. Derhal videofona sarılarak İnguş başkentindeki ana karargâhı aradım. Konuştuğum nöbetçi subay durumun vahametini hemen anlamıştı. Derhal komutanı uyandırıp olup biteni anlatacağını söyledi. Benden biraz zaman istiyordu.

Ah, zaman zaman.. Bizler beklemek zorundaydık ama baskıncılar beklemiyordu. Devamlı açık bulunan videofon tuhaf bir vahşet naklen yayını yapıyor gibiydi. Zavallı köylülerin imdat çağrısı yapacak halleri de halleri de kalmamıştı artık. Güvendikleri dağlara kar yağmıştı. Kendilerini korumak için geldiklerini söyleyen Türklerden ses seda çıkmıyordu çünkü..

Nazran’daki nöbetçi subayı on dakika sonra bana geri döndüğünde komutanı derhal haberdar ettiğini bildirdi. Ancak durumdan Ankara’nın da bilgilendirilmesi ve operasyon emrinin verilmesi biraz zaman alabilecekti.

Aman Yarabbim! Biz ne yapıyorduk böyle? Videofon karşısında oturup, bürokratik işlemlerle uğraşırken çeteler işini bitirecek ve artık köyde kurtarılacak kimse kalmayacaktı. Hemen videofonu öylece bırakıp yanımdaki teğmene derhal alarm verilmesini emrettim

- Bu bir savaş prosedürü teğmen!

Diye bağırdım.

- On dakika içinde harekete hazır olun..

Teğmen telaşla fırlarken bir an başımı ellerimin arasına alıp ne yapacağımı düşündüm. Atık bu işin lami cimi kalmamıştı.B kodunu uygulamaktan başka çare yoktu. Yani çok acil, açık saldırı gibi durumlarda işletilmesi gereken B kodunu..

Kararımı bildirmek için Nazran’ı aradığımda nöbetçi subayı:

- Ankara’dan henüz haber yok yüzbaşım.. Dedi

- Komutan videofon başında.. Bir emir gelir gelmez size ileteceğiz.

- Buna gerek kalmadı komutanım, dedim kararlı bir sesle.

- B kodunu uyguluyoruz.

Nöbetçi subayı binbaşının gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

- Hemen komutana haber verir misiniz .. Durum son derece acil.. Diye ekledim.

-Tamam, hemen haber veriyorum.

Binbaşı verdiğim bu karara çok şaşırmakla birlikte hiçbir şey demedi. Çünkü buna yetkim vardı.

Ben ekranda binbaşıyı beklerken komutan çıkmasın mı? Hemen esas duruşa geçtim:

- Emredin komutanım.

-Yüzbaşım, durumun ne kadar acil olduğunu biz de biliyoruz. Ankara’dan emir gelmesi biraz zaman alacak. Aldığınız karar doğru. Derhal harekete geçin. Allah yardımcınız olsun.

-Sağolun komutanım.

Derin bir nefes alarak binadan dışarı çıktığımda operasyon gücü çoktan hazırlanmıştı. Zaten elbiseleriyle, diken üstünde uyuyan askerlere on dakika yetmişti.

Hemen içeri koşup silahımı kaptığım gibi çalışır durumda bekleyen rangerlerden birine atladım. Üst kapak kapanır kapanmaz dikine havalanmaya başladık. Yeterli yüksekliğe çıkar çıkmaz da jet iticiler tam kapasite harekete geçti ve yirmibeş kilometre uzaklıktaki hedefimize doğru yola çıktık.

Elektrikleri kesilmiş ve bu yüzden de koyu bir karanlığa gömülmüş köy üzerinde inişe geçerken araçların sirenini sonuna kadar açtık. Böylece aşağıda hala katliamla meşgul olan katil çetesi üzerinde panik oluşturmayı düşünüyorduk.

Gerçekten de biz daha yere inmeden köye imdat geldiğini gören haydutlar evlerden dışarı fırlayıp, tabana kuvvet kaçmaya başladılar. Hele rangerlerin üzerindeki ay-yıldız armasını görünce iyice dehşete kapıldılar. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını şaşırıp üzerimize ateş açmaya kalkanlar anında lazer yağmuruna tutulup kora dönüştüler.

Araçlardan çıkar çıkmaz üç kola bölündük. Birinci kol kaçanları kovalayıp yakalamaya çalışırken, ikinci kol tek tek evleri yoklamaya başladı. Üçüncü kolun göreviyse kanlar içinde kıvranan yaralılara yardım etmekti.

Bütün operasyon onbeş dakika kadar sürmüştü ama köyde düzeni sağlamak ve yaralıları rangerlere nakledip Nazran’a götürmek bir hayli vaktimizi almıştı. Öğleye doğru üsse döndüğümüzde uykusuzluktan ölüyorduk. Kahvaltı falan düşünmeden, bir külçe gibi yatmaya gittik.

Akşam üstü “Misafiriniz var “ diye uyandırdılar. Üzerime bir şeyler giyip dışarı çıktığımda hala motorları çalışan bir Rus rangerinin önünde dikilen Aleksi ile karşılaştım. O her zaman ki neşeli halinden eser yoktu. Morali çok bozuk görünüyordu. Mahçup bir şekilde elini uzatarak:

- Dün gece için özür dilerim, dedi.

- Nasıl böyle bir hata yaptık anlamıyorum.

Ne diyebilirdim? İçimden “ Olur böyle şeyler “ demek gelmiyordu.

- Çok insan öldü Aleksi, dedim.

- Bir özürle geçiştirilecek gibi değil.

Başını öne eğip bir süre düşünüyormuş gibi yaptı:

- Ayrıca size veda etmeye geldim, diye konuştu.

- Sibirya’ya tayin edildim. Sizinle çalışmak güzeldi. Umarım bir gün yine karşılaşırız.

Sertçe bir selam verdikten sonra birden arkasını dönüp rangere bindi. Hantal ranger havalanıp batı yönünde uzaklaşırken “ Aslında iyi adamdı “ diye düşündüm “ Keşke dün gece hiç olmasaydı”

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..