Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Ekim '16

 
Kategori
Eğitim
 

Karanlıklar kurtulamayacak yenilgiden

Karanlıklar kurtulamayacak yenilgiden
 

vurun kanatlarınıza karanlığa kuşlarım

geçin sıcak ırmakları kuşlarım

kızılırmak kızılırmak akın kuşlarım

     Hasan Hüseyin (Korkmazgil)     

 

                                                                                                                                                                                                                                                           

               1933’te yazılıp bestelenen “Onuncu Yıl Marşı”her ne kadar:

               “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan

               On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan”

diye başlarsa da, siz de çok iyi bilirsiniz ki, gerçeği yansıtmıyordu bu dizeler.

               Gerçek olsaydı eğer, 8 – 10 yıl sonrasının Türkiyemanzarası şöyle olmazdı elbet:

               “Köy Enstitülerinin kurulduğu yıllarda (1938 -1940)halk perişan, dertlerle baş başa yaşamaya çalışıyordu. (…) Köylerde yaşayan halk tümüyle sağlık sorunları ile boğuşmak zorundaydı. Doktor yoktu, ilaç yoktu. Tek çareleri bâtıl inançlara sığınmaktı. (…) Salgın hastalıklar halkı perişan ediyordu.”

               “Köylerde, kasabalarda, hatta kentlerin çoğunda kanalizasyon yoktu. Oluşan bataklık ve birikintiler hastalıkların en önemli nedeni idi.” (…)

               “Yaşanılan konutlar sağlıklı olma koşullarından çok uzaktı. Tek odada tüm aile bireylerinin barınması, kış aylarında hayvanların sıcaklığından yararlanma düşüncesi gibi nedenler sağlıksız ortamların artmasına neden oluyordu.” (…)

               “Şehirlerin yakınlarında bulunan göl ve bataklıklar sıtmanın yaygınlaşmasında, halkın temizliğe önem vermemesi kadar etkili ve hastalık kaynağıydı. Beslenme ve çalışma koşulları yeterli olmadığından, bulaşıcı hastalıklar ülkenin her tarafında önemli bir sorun oluşturuyordu.” (…)

               “Köylerde tüberküloz, trahom, kellik, uyuz, barsak parazitleri kol geziyordu; bazı köylerde frengi yaygındı. Sağlık hizmetleri köye ulaştırılamamıştı.” (*)

               O yıllarda nüfusumuzun % 80’inin yaşadığı köylere sağlık hizmetleri ulaştırılamamış da eğitim hizmeti mi ulaştırılmış?

               40 bin köyümüzün 35 bininde okul da yok maalesef, öğretmen de…

               1930’lu yılların sonlarında, ülkemizin genel görünümü budur işte!

               Bir ülke için çok önemli olan sağlık ve eğitimde gerçek bu olduğuna göre, 1933te, “Çıktık açık alınla on yılda her savaştan”diye övünmeye hakkımız var mıydı bizim?

               “Evet, hakkımız vardı. O marşın ilk mısrası doğrudur; bir gerçeği dile getiriyor çünkü”diyorsanız, o zaman, biraz önce okuduğumuz tırnak içinde yazılanlar doğru değildir!

               1923’le 1933 arasındaki on yılda, girdiğimiz her savaştan zaferle çıkmışsak eğer, bu marştan 17 yıl sonra 1950’de kitap olarak basılan Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”adlı eserinde yazılanların tümü uydurmadır; tümü yanlıştır!

               Bu konuda ısrarcı olmayacağım. Karşılaştırmayı siz yapın; kararı siz verin. Bana ne!

               Bereket versin ki, Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkanve bayrağı devrettiği Hasan–Âli Yücelgibi, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguçda gerçekçi insanlardı.

               Bu kötü kaderi yenmek, dolayısıyla halkımızın üçte ikisinden fazlasının yaşadığı köylerimizi kalkındırmak için açmayı düşündükleri kurumlara “okul”değil, “köy öğretmen okulu”değil, “Köy Enstitüsü”diyorlar.

               “Niçin okul değil de enstitü? Türkçe olarak okul demek daha doğru değil miydi?”derseniz; hayır, değildi. Çünkü bu enstitüler sadece bir okul, sadece köy okullarına öğretmen yetiştiren bir kurum olmayacaktı.

               Ya ne olacaktı?

               Köylerimizin eğitim, sağlık, tarım ve hayvancılık konuları başta olmak üzere her türlü sorununu araştıran, inceleyen ve bunlara çözüm üreten elemanlar yetiştirecekti.

               Bir öğretmenin, köylerdeki tüm sorunların üstesinden gelmesi mümkün değildi elbet. Öyleyse, eğitimle birlikte köylerimizdeki en önemli ikinci konu sağlık olduğuna göre, sağlık memuru ve ebe yetiştirmek için de bir bölüm olmalıydı; Köy Enstitülerinde.

               İşte bu nedenle her “Enstitü”de bir “Sağlık Bölümü”açılır hemen.

               Ön beşinci Köy Enstitüsüolarak açılan Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde nasıl düşünülmüş bu bölüm, ona bakalım:

               “Hasanoğlan’da okulun kuzeyinde bir revir yapılması düşünüldü. Çünkü Anadolu’da sıtma ve ince hastalık (verem) çok yaygındı. Gelen öğrencilerin çoğunda bu hastalıklar görülüyordu. Bu nedenle tedavi edilip sağlıklarına kavuşturulmaları ve iyi bir eğitim almaları için hazırlıklar başladı. Yapılan yapı Ankara Sanatoryumunun özelliklerini taşıyacak, plan olarak da aynı olacaktı. Öyle de yapıldı. Köye yakın kurulmasının nedeni ise, hem okula hem köye hizmet verilebilmesi içindi.

               “Sadece bununla yetinilmemiş, sağlık kolu öğrencileri, bu donanımlı yerde sağlık bilgileri ile donanmış olarak köylere yönlendirilmişlerdir. Yöntem; kısa yoldan çözüm bulmaya ve çözüm üretmeye yöneliktir.” (*) (1)

               Pek çok insan, Köy Enstitülerindeböyle bir bölüm olduğunu bile bilmez.

               Şundan bundan duyarak bildiğini sananların da ne işe yaradığından haberleri yoktur. Oysa, bu bölümden mezun olan öğrenciler:

              “Köylerde bir doktor gibi çalışmışlar, birçok hastalığı yayılmadan önlemişlerdir. İğne yapmışlar, diş çekmişler, temizlik bilgileri ile mikropların yayılmaması konusunda başarılı olmuşlardır.” (*)

               “Başarılı olmuşlardır; sözü gerçek midir? Var mıdır; bu yargının bir kanıtı?”diye mi sorarsınız.

               “Onurumuz Köy Enstitüleri ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü”adlı eserin yazarı Mehmet Erbil,eğitimci yazar Mahmut Makal’ın bir eserinden alıntı yaparak kanıtlar bu yargıyı:

               Osman Kaya, İzmir’deki Kızılçullu Köy Enstitüsü Sağlık Bölümü1950 mezunu… Kaya’nın anlattıklarını Makal’ın kaleminden okuyalım:

               “Birtakım ilaç ve âletlerle köyüme geldim. Köyümde atanma haberini bekliyordum. Gelişimin ikinci günü, amcam beni kahveye götürdü. (…) Kahvede konuşulanlar da zaten sıtma, verem, vb. hastalıklar üstüneydi. (…) Hastalığı herkes güneşin doğup batması, mevsimlerin değişmesi gibi olağan görüyordu.”

               Bir derdi, bir sorunu olağan kabul ederseniz, o dertten kurtulmak, o sorunu çözmek için bir çaba göstermezsiniz elbette.

               Osman Kayada aynı köyden. Bakalım, o da köylüleri gibi bu hastalıkları olağan karşılayacak mı?

               “Nerdeyse köy halkının tümü sıtmadan kırılıyordu. Sıtmaya karşı da tek önlemleri kollarına bağladıkları iplerdi. Tüm köy halkının ve de çocukların kollarında vardı. Anadolu’nun çok yerinde bu tür saplantılar görülürdü. Osman Kaya öncelikle onlara, “…şu kolunuzdaki, çocukların kolundaki sıtmayı bağlayan ipliğe değil de benim yapacaklarıma inanırsanız, bana güvenirseniz ben bu hastalıktan çoğunuzu kurtarırım.” der.

               Hastalığın ve çaresinin ne olduğunu anlatır. Ancak köylüler, hemencecik inanıvermezler OsmanKaya’ya. Devamını yine Makal’dan dinleyelim:

               “Anlattıkları kafalarına pek yatmadı. Kahveci arkadaşı tir tir titrerken, “tamam” dedi. Durur mu Osman Kaya; “Gidip evden kinin ampullerini aldım; enjektörü de kaynatıp geldim. Çantaya bir kutu da ataprin koydum. Hastalık belli, ilacı belli…”

               Gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra, kahveciyi yüz üstü yatırır. Alkollü pamukla iğne yapılacak yeri temizler. Devamını Osman Kaya’nın dilinden anlatır Makal:

               “… iğneyi bizim şakası bol kahvecinin kalçasına batırıverdim. ‘Sıtma seni iki saat sonra yine tutacak, ama bu son olacak’dedim. ‘Sıtmanın ipi benim elimde artık.’Yatakta dinlenmesini söyleyip çıkarken, bir köy enstitülü olan Hüseyin Avni Tatar’ın şu dizesi dilime dolanmıştı:

               “İlacı iplik olan sıtmayı yok göreyim.”

               İlk adımı atmak çok önemlidir; her zaman. Hele o ilk adım başarılı olursa… Osman Kaya’nın ilk adımı başarılı olacaktı elbette. Bu konuda eğitimliydi çünkü O.

               “Sonra ne olmuş?”derseniz, onu da öğrenelim:

               “Ertesi gün Cuma… Köylüler camiden çıkmış. Köyün camiye en yakın kahvesini çalıştıran Köse’nin Ali de camiden çıkmış, bileğinde sıtma ipliği olanları yakalayıp elindeki makasla ipliği kesiyor. Birikenlere, “Sıtmanın artık çükünden bağlandığını, bağlandıktan sonra bir daha kıpırdayamadığını” anlatıyor. Uzunhasanlılar da bu yeni sıtma bağlama yöntemini duyup geldiler; iplikleri kestirip iğneyi yediler.”

               İyi ki, Kızılçullu’da bir “Köy Enstitüsü”açılmış; iyi ki, Osman Kayao enstitünün “SağlıkBölümü”nden mezun olmuş. Yoksa köylüleri daha çok çekerlerdi; bu sıtma illetinden.

               Ve ne iyi ki, sevgili yazarlarımız Mahmut Makalile Mehmet Erbilbu güzel öyküyü anlatmışlar eserlerinde.

               Şair Hasan Hüseyin’in (Korkmazgil) üç dizesiyle başladığımız söyleşimizi, şair Şükran Kurdakulun bir dizesiyle bitirelim:

               “Karanlıklar kurtulamayacak yenilgiden.”

 

 

                        Hüseyin   Erkan                                                                                                                                                             huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Onurumuz Köy Enstitüleri ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü (Yazan: Mehmet Erbil, Hasanoğlan     Mezunları Derneği Yayını, Ankara 2016)

 (1) Sağlık Bölümü öğrencilerinin uygulama araştırma merkezi olarak hizmet veren bu revir binası, sağlık bölümünün kapatılması üzerine yıllarca boş kalır. Şu anda, “Hasanoğlan Kız Meslek Lisesi”olarak hizmet vermekte imiş.

 

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..