Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Temmuz '15

 
Kategori
Öykü
 

Kız kurusu

Kız kurusu
 

Bir kadın için bedeni ve bütün uzuvları irice idi. Yayvan ayakları, kalın parmaklı elleri, fil kulakları, burnu, kafası ve bedenin bütün tarafları tuhaf bir büyüklükte, siyaha yakın koyuluktaki gözleri ise derin ve cıvıl cıvıldı. İri olmalarından olsa gerek, ağır ayaklarını kaldıramıyormuş gibi, yerden sürüyerek adım atıyordu. Bin dokuz yüz ellili yıllarda, bir bahar sabahı dünyaya geldi. Doğan her bebek gibi, O da ağlamaklı başladığı hayata adım atamasının üzerinden bir hafta gibi bir zaman geçmesine rağmen, anne ve babasının şaşkınlıkları devam ettiğinden, henüz bir isim almamıştı. Onlardan daha çok kaygılanan, üzerlerine vazifeymiş gibi, köydeki komşuları da her gün gelip, ısrarla bebeğin adını soruyorlardı. Herhangi bir cevap alamayınca da, bu hilkat garibesinin isimsiz kalacağı endişesi ile evlerinin yolunu tutuyorlardı.
 
Baho sabah ezanı ile birlikte, bir taraftan da bahtına üzüldüğü kızının cıyak cıyak ağlama sesleri ile uyandı ve bir daha da gözüne uyku girmedi. Evinin dış duvarına sırtını dayayıp, ütüsüz kareli gömleğinin cebinden çıkardığı filtresiz “Birinci” sigarasının paketinin altına, tütün dumanından tamamen sarı bir tabaka ile kaplanmış olan işaret  parmağı ile, itinalı bir iki vuruşla yükselen sigaralardan birisini acele ile alıp, ince bir Ayhan Işık bıyığı ile kaplı dolgun üst ve alt dudağının arasına yerleştirdi. Yine gömleğinin cebindeki muhtar çakmağını aldı. İlk iki çakışta yanmayan çakmağın, yuvarlak benzin haznesini döndürerek çıkardı ve üst kısımda bulunan ince ucu kararmış fitili biraz daha çekerek, bir iki kez çakmağı hızla sallayıp, benzinin fitile ulaşmasını sağladı. Fitilden parmaklarına bulaşan karalığı duvara sildi. Muhtar çakmağından yükselen titrek alev, tatlı bir benzin ve yanık kokusu ile Baho’nun dudakları arasındaki yerini muhafaza eden sigara ile buluştu. Sabahın alaca karanlığında bir ateş böceği ışıltısı ile yanan sigaranın ucundan, yukarı doğru bir duman yükselse de, Baho bu gri bulutçukların daha büyük olanlarını içine çekip, ciğerlerine hapsetti. Gökyüzü koynundaki sonsuz yıldızı özgür kıldı. Birileri gökyüzünü yeniden maviş maviş boyadı. Kuş cıvıltılarından geçilmez oldu. Tanrı uzaklardan Baho’ya O farkında olmazsa da göz kırptı. Esinti halindeki tatlı rüzgar, tütün kokusunu alıp, uzaklara götürdü. Ardında güneş çizgiler halinde renk cümbüşü ışınlarını topluca yeryüzüne saldı. Köylüler birer birer yeni doğan güne gözlerini oğuşturarak uyandılar. Dört bir yandan, birbirine karışan köpek havlamalarının ve horoz ürümelerinin sesleri geliyordu.
 
Evin avlusundan komşuları Sare, tenis maçı izler gibi etrafına bakına bakına içeri daldı. Sağ elini ağzına götürerek, üst dudağında kalan baş parmağı ve açık kalan orta parmağının aralığından zor anlaşılır bir mırıldanma ile Baho’ya göz aydınlığı ve bebeğin analı babalı da büyümesi temennisinde de bulunduktan sonra, mutfakta kahvaltı hazırlayan, evin hanımı, bebeğin annesi Sultan’ın yanına geldi. Sultan’ı daha önce gördüğünden, Baho’ya kutlama mahiyetinde söylediği temennilerinin aynısını bir kez daha tekrarlamadı. Karşılıklı hal hatır sormalarının ardından birlikte bebeğin bulunduğu odaya daldılar.
Sultan’in ince belli bir bardakta eline tutuşturduğu nar kırmızısı çayı, pencerenin iç kısmına dikkatle koyan komşuları, aynı zamanda akrabaları olan Sare, acele ile bebeğin üstüne eğildi. Yanılıp yanılmadığını, gözleminin ardından bir kez daha beynine kodlanan verileri zihninden geçirdikten sonra, daha önce gördüklerinin doğruluğuna ikna olarak, kendi kendisine mırıldandı.
“Yok anam yok, normal değil. Bu bir azman. Elleri ayakları bir yaşında bir bebek gibi.” Daha sonra Sultan’a dönüp;
“Sultan… Anam sen bunu dokuz ay değil de on beş ay mı taşıdın karnında. Bayağı iri bir bebek bu. Öyle tahmin ediyorum ki, ismini de daha koymadınız. Müsaaden olursa, teyzesi sayılırım, ismini de ben koyayım. Sultan sen bilirsin ifadesi ile çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu ile evli, Sare’nin kestane gözlerine baktı.
“Sultan bak senin bu kızın çok akıllı bir çocuğa benziyor. O yüzden gel sen şunun adını Akıl koyalım. Buna bu isim pek bir yaraşır benim güzeller güzelime." Söylediklerine elbette kendisi de inanmıyordu. Böylelikle ellili yıllarda doğan Baho ve Sultan çiftinin kızlarının adı Akıl oldu. Baho ve Sultan’ın biricik kızları Akıl’dan sonra iki kızı ve iki oğlu daha oldu. Bunların uzuvları Akıl kızda mevcut olanlar kadar iri yarı değildi. Akıl kız ve kardeşleri bin bir güçlükle büyüyüp, boy attılar. Baho ve Sultan kızları on iki yaşına geldiği halde kızlarında zeka olarak hiç bir gelişimin olmadığını gözlemlediler. Adını da Akıl koydukları halde, devasa olan elleri, kolları, burnu, kafası ve ayaklarına göre, aklı yok denecek kadar minnacıktı. Basit bir işi yaptırmak için, bu kocaman kıza minimum on kez nasıl yapacağına sil baştan anlatmak gerekiyordu ki, bunun da pek anlamı kalmıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen ve yedi yaşından beri okula da gittiği halde, okuma ve yazmayı bir türlü öğrenemedi. Garip bir hali vardı, deli deseniz deli değil, aptal deseniz aptal değildi, desek de bu ikinci yön biraz şüphe götürür durumdaydı. İnsanlara, doğaya, hayvanlara ve görme menzilinde bulunan her şeye, cıvıl cıvıl gözlerini bönleştirerek bakıyordu. Hiç bir çocukla oynamıyor, sorulara çok gecikmeli ve sağlıklı cevaplar vermiyordu.
Akıl uzunca yıllar sonra heceleri sökecek kadar bir ivme ile ilkokulu bitirdi. Büyüdü, genç bir kız oldu. O’nun yaşındakilere görücüler gelmeye başladı. Nişanlar takılarak, üç gün üç gece şenliklerle süren, onlarca metre uzunluğunda halaylar çekilerek, düğünlerle akranları, beyaz duvaklar takınarak dünya evine girdiler. Akıl çok uzun yıllar bekledi, bekledi gelen ve de giden olmadı. Kendisinden bihaber olan dünyaya anlamsız bir bakışla bakmaya devam etti. Geçmek nedir bilmeyen zaman O’nu otuz beşli yaşlara getirse de, umutsuzluğu ve mutsuzlugu devam etti. Oysa her şeyin farkındaydı. O da kendisi ile barışık bir halde, neden evlenmediğini, bir yuva kuramadığını, çoluk çocuk sahibi olmadığını sorgulayıp durdu. Evlenme sırasını kardeşlerine verdi ve onlar art arda evlendi çoluk çocuk sahibi oldular. Akıl annesi ve babası ile kalakalıp, elinden geldiğince evin işlerine koşturdu. Kışları saman ile doldurduğu sobayı avurtlarını doldurup, bir körük gibi üfledi. Bulaşıklar yıkadı, çaylar demledi, evi silip süpürdü, çamaşırları kil ile yıkadı, kuyudan kovalarla sular taşıdı ama bunları sadece anne ve babası için yaptı. Bir kocası veya çocukları olmadığından dolayı, bunları bütün kadınlığını kullanarak onlar için yapamadı. Ve bu durum bağrına köz olup kondu. Yüreği her daim sıkıştı. Mutsuzluğu, yalnızlığı ve bahtsızlığı içini çok acıttı. Büyük ellerine, ayaklarına, kafasına bakıp isyan etti. Ne günahı vardı, Tanrı ile nasıl bir anlaşmazlığı olmuştu da, kendisini böyle yaratmıştı. Daha doğrusu ne diye yarattı ki, bu dünyanın bir Akıl hanım efendisine ne gereksinimi vardı? Büyük kafasından geçen bütün sorulara karşı bulduğu cevap, her defasında ayakları, elleri, kulakları, kafası ve burnu gibi kocaman bir hiç oldu.
Annesi Sultan’ın zorlaması ile köy bakkalına tuz almak için gittiğinde, bakkal Davut’un oğlu Mısto, Akıl’ın ayaklarının sürüme sesini duyar duymaz, tezgah üzerindeki kaset çalara büyük muzurluğun simgesi kocaman bir gülümsemenin eşliğinde, Orhan Gencebay’ın bir kasetini sürdü. Kaset çalardan inlemeli tiz bir ses yükseldi.
“Baştan yarat ellerimi,
Bastan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,
Tanrım beni baştan yarat.
Sende kaldı dileklerim,
Paramparça dünyam benim.
Yaktın bağrımda közleri,
Dinlettin acı sözleri.
Verdin bu ağlar gözleri
Tanrım beni baştan yarat.”
Akıl pür dikkat olmazsa da can kulağı ile denilebilecek bir konsantrasyon ile şarkıyı dinledi. Musti kikir kikir güldü.
“Akıl abla bak bu tam senin için yazılmış bir şarkı. Tam damardan.”
“He güzelmiş.” diyebildi Akıl. Kafasını öne eğdi. Ne almak için geldiğini unuttu. Uzun uzun raflarda yer alan yiyeceklere baktı. Yok Akıl’ın aklına ne alacağı gelmedi. Tekrar eve döndü. Yolda yürürken O’nu görenler gülümseyerek, bu haşmetli endamdan gözlerini uzun süre ayıramadılar. Eve geldiğinde annesi;
“Hani tuz alacaktın, nerede tuz?” diye sert bir ses tonu ile sorunca, tuz alacağını hatırladı ve yaklaşık altı yüz metre ilerideki köy bakkalının yolunu tekrar tuttu. Akıl’ın tekrar geleceğini bilen Musti tekrar Orhan gencebay’ın şarkısını bir kez daha başa aldı. Musti’nin arkadaşları da bakkal dükkanına doluşmuşlardı. Hıdır, Cengiz, Rızo ve Sülo da oradaydı. Akıl’ın geldiğini gören Mısto, acele ile arkadaşlarını tezgahın arkasına gizlenmeleri için çağırdı. Akıl dükkana adımını atar atmaz, bir anda tezgahın arkasında alabulus tıraşlı başlarını çıkararak, Orhan Baba ile birlikte;
“Tanrım beni baştan yarat,” nakaratını danalar gibi böğüre böğüre hep bir ağızdan, Akıl’a bakarak söylediler. Karşılattığı manzara karşısında bir hayli afalladı. Geldiği gibi, ayaklarını sürüdüğü topraktan toz bulutçukları kaldırarak evine döndü.
Sultan o gün patates yemeğini tuzsuz yaptı. Baho kendisini bağıra bağıra payladı, bir dövmediği kaldı. Akıl yemeğini yemeden, süklüm püklüm  pencerenin önüne geldi ve yaşlı gözleri ile dışarıya baktı. Gelen ve de giden yoktu. “Paramparça dünyası” sessizliğe ve bir kez daha karanlığa gömüldü. Doğacak yeni günde Allah elbette kerimdi.
 
Amsterdam, 3 Temmuz 2015
 
 
 

 
 
Toplam blog
: 102
: 447
Kayıt tarihi
: 17.12.10
 
 

Sevgili okuyucular; oluşturmaya çalıştığım bu blog vasıtası ile boş zamanlarımı değerlendirip, ço..