Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '18

 
Kategori
Anılar
 

Köyümden Hatıralar ve Anılar…

Köyümden Hatıralar ve Anılar…
 

Halit'in Kahvehanesi 1970 Yıllar


Çocukluğumun ve delikanlılığımın geçtiği yer. Gözden ırak olsa da, gönülden ırak değil elbette. Her ne kadar köyde olmasam da, doğduğum topraklar hiç aklımdan çıkmıyor ve hep düşünüyorum… Zaten çocukluk döneminde yaşanılan mekânlar insanların unutamadığı en önemli mekânlar oluyormuş… Bazı şeyler hep belleğime kazılmış gibidir ve bazılarını dün gibi hatırlıyorum… Ben doğmadan önce yaşanılmışları da; büyüklerimden duyduğum şekliyle hatırlıyorum…

Sabahları güneş ışıklarıyla birlikte uyanmak ve kuşların seslerini duymak beni çocukluğuma götürür. Yağmurlu akşamları pencereye dokunan yağmur damlalarını duyduğumda hemen köyüme hatırlarım...

Tabiatı seven, onunla kol kola yaşayabilen insan doğanın güzelliğini anlayabilir. Sabahları kuşların sesleriyle uyanmak veya akşamları tarlaya gidip güneşin batışını izlemek ne kadar güzeldir. Böyle güzelliği herkes göremez, hissedemez. Doğanın güzelliklerini hiçbir şeye değiştiremeyiz!

Denizli’de, uzun zamandır ilk kez sokakta misket oynayan çocuklar gördüm bu hafta sonu. Uzun uzun onları seyrettim, doyasıya. Çocukluk yıllarım geldi gözümün önüne. O günleri düşündükçe her şey daha da belirginleşti, solgun hatıralar parlak renklere büründü. Unutulan ayrıntılar döküldü bir bir ortalığa. Unutulan demek pek doğru değil aslında. Hiçbir şey unutulmuyor gerçekte. Tüm hatıralar belleğin kuytularında gizli raflar içinde saklanıyor. Siz oralardan bir raf açınca diğerleri de peşi sıra açılıyor. Her şey sanki dün gibi canlanıyor yeniden. Kaybolduğunu sandığınız dünyalar ve onların gizli kahramanları çıkıyor teker teker saklandıkları köşelerinden.

Bu yazdıklarım geçmişe ağıt yazmak değil. Nostalji hiç değil. Geçmişe özlem de. Bunlar bir sezgi tefekkür hatıra seçkisi. Bazı şeylerin unutulmaması için yapılan bir eylem. Çünkü ''Söz uçar, yazı kalır'' babından. Anı yazmak kendi başına bir iş hem de zor bir iş. Çünkü yazmak bir paylaşım. Sizinle aynı dönemi yaşamışlarla konuşuyorsunuz yazdığınız satırlarda. O dönemleri görememiş olanlara da o döneme ilişkin bilgiler veriyorsunuz.

Okumayı seven insanları başka dünyalara misafir edebilmek bir yazarın en büyük maharetidir bence.

Aslında bunun hakkında yazmak istedim. Yani, nasıl oluyor da bu satırlar çıkıyor diye... ama bu sefer değil belki başka zaman yazarım.

Sadece kağıt dolsun diye yazı yazılmaz. Çünkü gidiş yolundan puan alamazsın yazma sanatında. Ya bütündür, ya da içi boştur satırların. Yaşamadığın bir şeyi de anlatamazsın duygu yükleyip. Bu; başkasından önce, kendini kandırmaktır. Yazdığın zaman; derinlerde saklanmış duygu sandığını çıkaracaksın gün yüzüne. İlham denen anahtar açacak kilidi; alacaksın cevherini, işleyeceksin ustalar gibi.

Yazdığın zaman; kırılan her bir parçandan kelimeler süzülecek, oluk oluk cümleler akacak biriktirdiğin paragraflara. Belki dinmeyecek sızın ama, boşa gitmeyecek hiçbir harfin. Anlatacak, paylaşacak bir şeyleri olanlar, mutlaka anılarını yazmalı, günlüklerini paylaşmalı. Geçmişin daha iyi anlaşılması, tek başına garip gelen olayların açıklanması bu anı ve günlüklerle olur. Ancak edip olmak yazmak çizmekte değildir; edip olmak adabı bilmektir; edip olmak edep bilmektir..

Sayılı olduğu halde saymadan kemiriyoruz hayat takvimimizi. İnsan olmanın en büyük alametidir iz bırakmak. Zamana imza atmaktır kalıcı eserler bırakmak. Kaybolup giden mezar taşlarındaki isimlerden olmak veya kaybolup giden zamanda kaybolmayan değerlerle desenlerde kalmak. Yüreğiyle yönelir, gönlüyle şekil verir bazı insanlar. Kalıcı olmak gayretidir, insanı farklı kılanda budur.

Yaşamın akışında yaşanan günlük olaylar olan ama eskidikçe anlam kazanan hatıraların İnsan yaşamının en önemli olgularından olduğunu düşüyorum.

Göç edilen yerde ne kadar rahat bir hayat yaşanırsa yaşansın gönüller hala yaşam şartlarının zor olduğu uzaklardaki köylerdedir. Bir bardak çay içmesi özlenir köy kahvehanesinde. Bir yudum su içmek ister insanın köyiçindeki pınardan. Hep köye dönüşün hayali kurulur. Maddi zorlukların aşılması, köye güzel bir ev yapılması düşlenir. Birde yaban ellerde iseniz. Hasret ve özlem daha da büyür.

Denizli’de, ben bazen bizim mahallenin arka sokağında gürültü eden kadınların toplanıp sohbet ettiği ara sokaktan geçerim. Sokağın taşlarında, kaldırımların üzerinde öbek öbek akşamüstü sohbetlerine dalan kadınlara bakarım. Kimi oturağını almış gelmiş, kimi minderini, kaldırımın güneş gören yerine olmadı çok sıcaksa gölgeye oturmuşlardır. 

Ellerinde kimi şiş, kiminin tığ, kiminin kaneviçe, kiminin iğne oyası elişleri takılır gözüme… Bir de, yeni bebesiyle oturanlar. Hay derim hay… Ne güzel düşünecekleri en çok budur derim. Ellerinde kaç ilmek attıklarını sayarlar, hani rengi öreceğini düşünür, ya da yeni elişi başlamanın sevinci doldurur yüzlerini. Hepsinin de bir birlerine söyleyecek ya sözleri ya bakışları vardır. Akşamın alacası düşerken sokağın köşesine, birazdan hangi yemeğe başlayacaklarını, daha ayıp olacaksa eğer; herifine hangi yemeği yapacağını kaş-göz imasıyla anlatılanlar dolar sokağa… Hafiften gülüşmeler birbirlerini ilmek sayarken dürtmeler başlar. Biri sokakta oynarken düşen çocuğuna seslenir, diğeri, pencereden olup biteni izleyen, yürüyemediği için sokağa inemeyen teyzeye laf yetiştirir. 

Ne güzel derim… Ne rahatlar. Çıfıt çarşısı gibi beyinlerini doldurmazlar. Onların bir sokağı, bir kocası, çocukları, evi, ütüsü, akşamüstü sokak oturmaları var… 

Ne hain fetoyu anlarlar, ne de PYD’nin Ordu’sunu merak ederler… Ne de Cumhurbaşkanı konuşmalarının detaylarını… Kimler tutuklanmış, petrolün fiyatının bir adım geri beş adım ileri yapılması da umurlarında değildir. 

Halbuki biz köydeyken akşam oldu muydu, anaların sesi duyuldu mu pencerelerden, “evli evine sıçan deliğine” der dağılırdık evlerimize oyundan ve arkadaşlarımızdan hiç ayrılmak istemeden. Dükkandan bakkal amcanın bize Tipitip sakızı hediye ettiği günlerdi. Dondurmalar sadece külahların içindeydi. Güneşli günlerde, gölgelik yerlerde sadece zafer gazozları içilir, yanına da “ayılana gazoz bayılana limon” diye şarkı söylenir, göbek atılırdı.

Evimizin damı kara toprakla örtülüydü, her güz mevsiminde bir at arabası geren gelir, gelen bu geren toprağı evin damın başına kürekle atardık veya ipe bağlı kovalarla çekerdik. Sabah güneşi, evimizin doğuya bakan yönündeki tek pencereden içeri ışığını ve sıcaklığını bırakır, güney batıdaki mutfak ve salonu aydınlattıktan sonra batardı. Köyün evlerinin altları genellikle ahırdı… Birbirinin önünü kapatmayan ve pencereleri doğuya doğru bakan evler! Doğuyla kıble yönünde bir istikâmette yapılmış ki, evin içine güneş girsin. Atalarımız ne demiş: “Güneş girmeyen eve doktor girer”. Mevsimleri bile dolu dolu yaşadık. Yazımız yaz, kışımız kış, güzümüz güz ve baharımız da bahardı. O günler bir bambaşka idi...

Bugün bile benim belleğimde yer etmiş köyümüzle ilgili köyümüzün renkli simaları gönüllerde yer etmiş unutulmayan insanları var… Bunlardan bazıları benim duyduklarım, bazıları da bizzat yaşayıp gördüğüm anılarım var…

Köydeki insanların çoğu kendi halinde yaşamayı tercih eden insanlardı. Bu insanlar kendince bir dünya yaratır. O dünya içinde sakin, kendi halinde kendi emeğiyle yaşar gider. Etliye de sütlüye de dokunmak istemez. Hiçbir zaman ön planda olmayı ve toplumsal etkinliklerde bulunmayı sevmez. Sevse bile birilerinin öncülüğünde olması onun kolayına gelir.

Zaten içinde bulunduğu toplumda çok kişi onun gibi adam sende, başkaları yapsın, başıma sıkıntı gelmesin tavrı ile hareket eder. Ama bazıları da kendisi yapamasa bile girişimlere duyarlılık gösterir, elinden geldiğince destek verir.

Ama kimi insan kendi hayatını bir tarafa koyarak çevresine, akrabalarına ve köyüne hizmet etmekten büyük zevk alır, bu yolda her türlü zorluğa katlanır. Yaptığı çalışmalarla kendini topluma ve köyüne adar. Hatta bunun için ailesinde ve çevresinde garipsenir, kızılır ve bazen de küçümsenir. Günlük yaşamında sıkıntılarla karşılaşır.

-Rahmetli Üsence karısı (adı şerfemi ne hatırlayamadım)köyümüzün ünlü ebelerindendi… Köyümüzde benim çocukluğum da dünyayı gelen çocukların hepsinin ebesidir.

-Deveci Hüseyin köyümüzün sağlıkçısı yani iğnecisiydi.

-Dudu nene düğünlerin aşçısı ve küçük kırık çıkık hasarlarından anlardı.

-Değirmenci Mehmet dayı köyümüzün dişçisiydi.

-Kocadavutların Hasan dayı ve Sağır Emin Kabir kazarlardı.

-Komşumuz Bayram dayı Ramazan davulu çalar bazı düğünlerde davul zurna çalardı.

-Köyümüzün berberi göçmenlerin Recep abiydi.

-Köyümüzün demircisi Tahsin ustaydı.

-Köyümüzün bayan terzisi Zühra teyze, kadınların çalgıcısı ve gelin başı yapan Medine ablaydı.

- Çekişbaşların Arif abinin en belirgin özelliği alkol içerek yaşamayı severek sürdürmesiydi şimdi sağmıdır bilmiyorum.

- Çepiçlerin Mahmut dayının kendine has özellikleri vardır. Askerlik yaptığı bölüğün kaç kişi olduğuna komutanlarının ismini birbir sayardı. Duyduğunu unutmaz müthiş bir zekaya sahipti.

- Kamyon Ahmet dayı, iri cüsseli olup, iri cüssesini de iyi değerlendiren biriydi. Mustan’ın Ahmet dit hikayesi köyde bir deyim olarak söylenirdi.

- Köyümüzün erkeklerini küfürleri dolayısıyla tanırız. Öyle insanları çileden çıkaracak, kavgaya neden olacak türden küfürler etmezler. Bir zamanlar küfürle konuşan birini arkadan gördüm meğer bizim köylüymüş yanılmamışım.

Yukarıda bazı kişiliklerini saydıklarım, bir döneme damga vurdular. Hikayeleri de kuşkusuz nesilden nesile aktarılacaktır.  

”Söz uçar, yazı kalır” diye çok güzel ve anlamlı bir söz vardır… Bildiklerimiz, yaşadıklarımız, köyümüze ait anılarımız bizimle birlikte uçup gitmesin… Tüm köylümüzün, büyükleri, küçükleri bu konuda duyarlılık gösterip yazın, geçmişte yaşananlar solup kalmasın, burada paylaşalım…

Sevgilerimle…

 

 
Toplam blog
: 30
: 411
Kayıt tarihi
: 18.01.18
 
 

Denizli Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünden emekli. Denizli'de Merkezde Yaşıyor. ..