Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '14

 
Kategori
Kitap
 

Kuytu

Kuytu
 

Fasıl


Tepebaşı'ndaki 'Beyoğlu Sahaf Festivali'nden çıkıp, İstiklal'den Galatasaray'a doğru yürüyorum.

Her dönemde bir başka etnik kimliğin ağırlığı hissedilmiş bu caddede. 

Fransızlar, Almanlar, İngilizler derken, 1917'de devrimden kaçan Ruslar başlıca konukları olmuşlar 'Pera'nın.

İstanbul'u, Avrupa'ya ya da Amerika'ya giderken bir 'basamak' olarak görenleri olduğu gibi, benimseyip yurt edinip kalan az sayıda Beyaz Rus da çıkmış aralarından.

Rumlar ve Ermeniler ise 1950'lerden sonra azalarak, bitme noktasına gelmişler. 

Seksenlerle beraber, 'Dünyaya açılıyoruz' mottolu liberal ekonomi, önce Araplara, özellikle de paraları çok da bol olmadığından, Avrupa'da kendisini rahatsız hisseden, orta sınıftan olanlarına  kucak açmış.

Sonra seksenlerin sonu ile birlikte doksanlar, 'Doğu Bloku' ülkelerinden, Sovyetler Birliği etkisinden çıkmış ellerindeki para ile ülkemizden ucuza mal alıp kendi memleketlerinde satarak sermaye yapmaya niyetli başta da Polonyalılar için olmak üzere, yeniden 'geçici' mekan olmaya başlar Beyoğlu.

Günümüzde ise olana bitene sosyologlar nasıl adlar veriyorlar bilemeyeceğim ama, yıllar sonra eğer bugünler anlatılırsa, hiç kimsenin de kalkıp 'Nostaljik' söylemlerle, ''Ahh ah, ne de güzel günlerdi o 2010'ların ortalarındaki Beyoğlu !'' diyeceğini doğrusu hiç ama hiç sanmıyorum.

Karamsarlığın, yavaş çekim bir intihar olduğunu bilecek kadar deneyimimin olduğunu düşünüyorum ancak, insanın bu gördüklerini nasıl olup da hayra yoracağına dair de açıkçası çok da fazla bir fikrim yok.

Bir yanda yerlerde dilenen mülteciler, diğer tarafta ellerinde binlerce dolarlık oyuncakları ile nostaljik tramvayın fotoğraflarını çekmeye çalışan yine kendi soydaşları. Arap turistlerden Arapça para dilenen Arapları 'ağır'lıyor bugünlerde Beyoğlu başta olmak üzere tüm İstanbul.

Şimdiye kadar hiç böylesi olmamıştı. Bir ülkenin yurttaşlarının herbir sosyal katmanından belki de yüz binlerce insanının,  bu tarz bir istilası ile karşılaşmayan Beyoğlu'nun kendisinin de buna şaşırdığına eminim.

Görmemek, duymamak, konuşmamak.

Düşünerek çözülecek 'şey' değil bu.

YKY ile Galatasaray Lisesi'nin arasındaki Yeni Çarşı Caddesi'nden aşağı vurup, Boğazkesen'den  de bir süre yürüdükten sonra, Tophane'deki mezata gitmeyi ve tüm bu gördüğüm sahneleri hafızamdan silmeyi planlıyorken, Yapı Kredi Yayınları'nın vitrininde bir kitap gözüme çarpıyor, ''İstanbul'un Kuytu Köşeleri''.

''Bir umut'' diyerek içeri dalıyorum.

İstanbul'un böyle kuytu köşeleri tabii ki de uzun zamandır yok ama Aydın Boysan, nerelere saklanıyor huzuru bulmak için bunu merak ediyorum.

                                                                           ***

Kitap eleştirilerinin, kitapların arka kapaklarında yazan cümleleri, internet sayfalarına taşımak olduğunu ya da enazından bunun ülkemizde böyle anlaşıldığını defalarca test etmiş birisi olmama rağmen, kitap eleştirisini yazmadan yine de internetin kalabalık ama aslında sanki hepsi de tek bir elden çıkmış milyarlarca sayfasının arasına dalıyorum.

Kitabın arkasını olduğu gibi yazısına almayanların yaptıkları en iyi iş, kitabı okurken altını çizdikleri satırları, üşenmeden bir kez de kendilerinin tuşlara basarak metin haline getirip, bloglarına koymaları.

Yazdığım kitap eleştirilerinin, 50 ila 100 'tık' aldığını bildiğimden, adamlara bu yaptıkları için kızmakta çok da haklı olmadığımı  biliyorum ama, işte ne yapayım, ben de o sanat için sanat yapmaya çalışanlardanım.

Yani bir şeyi insanlar için değil de, o 'eser' i yaratırken en çok kendim keyif aldığım için, yazmaya devam ediyorum. Bir de arada bir de olsa birilerinin özelden attıkları mesajlar, herkese ulaşamasam da en azından boşluğa seslenmediğimi de gösteriyor.

Kitabın adı, ''Kendim Tarihi'', ''Ben Tarihi'' falan da olabilirmiş. Aydın Boysan, çocukluğunun Samatyası ile, büyüklüğünün lokantalarını ve bu mekanlarda bulunan insanlara dair ufak öyküleri toparlamış bu kitapta. 

Kitabın isminin altının boş kaldığını, pek doldurulamadığını, hatta bana sorarsanız zaten böyle bir niyetin de olmadığını düşünüyorum. Boysan için 'kuytu'nun sözlük anlamı sanki daha çok, 'anason kokan yer' gibi bir fikre kapılmamak elde değil.

Tabi 'anıları' okuyarak çok şey öğrendiğinizi, facebook'ta 'Beğen', 'Paylaş' tadında çok güzel cümleler olduğunu da yadsımamak gerekir ki, Aydın Boysan'a haksızlık etmiş olmayalım.

Boysan, ilk baskısını 2003 yılında yapmış kitabında bile, yani büyük değişim yaşadığımız son on yıllık dönemin öncesinde, İstanbul'u 'orta malı' olarak tanımlıyor.

Narlıkapı çıkmazı'ndaki komşuları, İstanbul'un tek piyano akortçusu 'Fasulyacıyan'ı, mahalle arkadaşı Orhan Boran'ı anlatarak başlıyor kitabına Boysan.

Televizyonlarda da anlattığı 'Yeni Başlayanlar için adam gibi rakı nasıl içilir?''i dinlerken artık balıkçı tezgahlarında göremediğimiz gümüş balığını da meze yapıyor sohbetine.

Seyyar satıcıları anlattığı satırlar ise, benim kitapta en çok hoşuma giden yerlerin başında geliyor. Adı üstünde şimdilerde buldukları her köşe başına çöreklenip, mallarını ortaya saçan fırsatçıları değil de sabahtan akşama sırtlarındaki küfeye, ya da bir ata, eşeğe yükledikleri mallarıyla, oradan oraya koşuşturan insanları ne de tatlı anlatıyor.

Boysan'ın ısrarla üzerinde durduğu ve sık sık tekrar ettiği bir diğer konu, 1950'li yıllarla birlikte, Demokrat Parti iktidarı ve Adnan Menderes'in İstanbul Planı sonucunda, nüfusu milyonun üzerine çıkan Dersaadet'in, bir daha toparlanamamak üzere sonunun geldiği. 

Deniz ile bağı, araya bıçak gibi sokulan sahil yoluyla kesilen İstanbul'un o andan itibaren artık bir 'yaşayan' ölü haline geldiğini örnekleriyle anlatıyor.

Menderes'in aldığı kararlara karşı çıkmayan İstanbullunun, o gün maçı kaybettiğini söylüyor.

''Çünkü toplumun tek kişi kararlarına geçmiş ve geleceklerini teslim etmeyecek kadar gelişmiş ve bütünleşmiş olması gerekiyordu.'' 

İçki masalarının değişmez tartışmalarından olan, ''Çiroz hangi balıktan yapılır?'' sorusunun yanıtını da kitapta bulmak mümkün. (Fragmanlarda da böyle değil midir? Bir parça gösterip merak uyandırır ve seyirciyi filme çekerler. Belki bu kitap eleştirileri de kitabın satışına bir nebze olsun fayda sağlar, belli mi olur?)

Yazar eski İstanbul'u arar ve anarken, olumsuza gittiğini düşündüğü bu değişimlerin asıl sorumlusunun olan bitenlere göz yuman, görmezden gelen ya da çıkarı için susan aydınlar olduğunu söylüyor.

Bu konuya ait son bir cümlesi ile bitireyim bu 'eleştiri'yi.

''Konforu uygarlık sanıyorlar. Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki doymamış ve üşüyen aydınlar, uygardı. Zamanımızdaki tok, konfora bulanmış ve umursamayan aydınları gibi değildiler...''

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..