Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Ağustos '14

 
Kategori
Yurtiçi Tatil
 

Mardin

Mardin
 

Mardin,eba.gov.tr.


Mardin’den de Karacaoğlan, Mardin’den,

Çeken bilir ayrılığın derdinden,

Koçhisar’dan, Hasan Dağ’ın ardından

Acep gezsem, elâ gözlüm var m’ola?*

Mardin’de elâ gözlüler değil; kara gözlü, kara kaşlılar var. Mardin, ilk görev yerim. Değişik kültürleri, dinleri bağrında yaşatan bir kent.

1959–1960 Öğretim yılında Diyarbakır Öğretmen Okulu’nu bitirince Mardin/Gülharin (Sonradan Ortaköy olarak adı değiştirildi.) Köyü ilkokulu’na atamam yapıldı. O yıllarda karayolları bugünkü gibi gelişmiş değildi. Hemen hemen herkes trenle yolculuk yapardı. Tren garları, istasyonları yolcuları uğurlayanlarla dolar taşardı. Tren, düdüğünü öttürmeye başlayınca ayrılık sancısı da başlar; trenin kalkmasıyla garı ya da istasyonu hüzün kaplardı.

Beni uğurlayan olmadı. Nasıl olsa üç yıl, bu yoldan gidip gelmiştim. Diyarbakır’da trenden inip otobüsle yola devam edecektim. Garda, trenden indim. O yıllarda kentle gar arasında çalışan faytonlar vardı. Öğrencilik yıllarımızda birkaç arkadaş toplanır; pazarlıkla bir fayton kiralardık. Bu sefer, yalnızdım. Faytondan çevreyi gözden geçiriyorum.

Yenişehir, biraz daha büyümüş; yeni modern binalar yapılmış. Valilik, okullar, devlet kurumları genellikle bu bölgededir. Eski Diyarbakır, Kaleiçi’ndedir. Bu bölüm, surlarla çevrilidir. Surların dört yöne açılan dört önemli kapısı vardır. Kuzeyde Dağ Kapısı (Harput Kapı), batıda Urfa Kapısı (Rum Kapı), güneyde Mardin Kapısı (Tel Kapı), doğuda Yeni Kapı(Dicle Kapı). Surlar, 349 yılında Roma İmparatoru II. Constantius zamanına yapılmış. Çeşitli çağlarda onarılmış. 82 burçlu 5 km uzunluğunda, yüksekliği 10–12 metre, duvar kalınlığı 3,5 metre arasında değişmektedir.[1]

Dağ Kapısı’ndan Mardin Kapısı’na doğru ilerliyoruz. Dörtyol’u geçiyoruz. Öğrencilik yıllarımızda, buradaki börekçilere gelirdik. Özellikle, Börekçi Şehmuz ünlüydü. Sağımızda Ulu Cami, Anadolu’nun en eski camilerinden biri. (MS 639’da kiliseden camiye çevrilmiş).

Atatürk Caddesi’ni bir baştan bir başa geçiyoruz. Mardin Kapısından otobüse binip Mardin’e gideceğiz. Sur diplerinde yaşamlarını sürdürenler, gezginci satıcılar… Mardin yoluna düşüyoruz. Sağımızda Gazi Köşkü, yeşillikler içinde. Öğrencilik yıllarımızda piknik yapmaya gelirdik. Solumuzda Dicle, ağır ağır akıyor. Ongözlü Dicle (Bu köprüye Ongözlü Köprü, Silvan Köprüsünde denir.) Köprüsü’nü geçiyoruz. Dicle vadisi yeşil mi yeşil. Diyarbakır’ın ünlü karpuz ve kavunları bu vadide yetişir. 25–30 kg olan karpuz ve kavunlar, dilimlenerek satılır. Satış yerlerinin önündeki iskemleye oturup, tek dilimi kilolar çeken karpuzunuzu yiyebilirsiniz.

Dicle Köprüsü’nü arkamızda bırakıp Mardin’e doğru yol alıyoruz. Uçsuz bucaksız bir bozkır. Uzakta, pek çok uzakta bir köy görünüyor. Kerpiç duvarlı, toprak damlı, tek katlı, küçük, birbirinin içine girmiş evler. Sap, saman, kuru ot, tezek yığınları… Güneş, güneş ışıklarının oluşturduğu serap. Stepte güneş ışığı yakar. Yakıcı sıcaktan korunmaya çalışan koyunlar, başları yerde halkalar oluşturmuşlar. Sıcaktan dili dışarı düşmüş çoban köpeği, sürünün çevresinde dolaşıyor.

Uzaktan Çınar göründü. Beldeyi gölgeleyen birkaç akasya, kavak, söğüt ağacı… Buğday, arpa tarlaları, arada bir üzüm bağları.Çınar o yıllarda yeni bir yerleşim merkezi. Bulgaristan’dan, Kudüs’ten gelen göçmenlerle büyümüş ve gelişmeye başlamış.

Çınar’dan sonra da bozkır, göz alabildiğine uzuyor. Otlar kavrulmuş. Bir tarla sıçanı arka ayakları üzerine kalkmış; ürkek, korkak bakışlarla biçilmiş ekin tarlalarında kendine yiyecek arıyor. Saplar arasından bir tavşan fırlıyor. Yol kenarlarına konan serçeler, sırtları kanatları gök renkli, mavili, ebrulu güvercinler, ekin sapları arasında kendilerine buğday taneleri arıyor. Bir atmaca, gökyüzünde kantlarını açmış; tarlalardaki güvercin, keklik palazlarını araştırıyor. Jet hızıyla dalıp yükseliyor.

Mardin’deyim. Tek bir cadde, batıdan doğuya doğru uzanıyor. Düz damlı, avlulu Mardin evleri, bir tepenin yamacında iç içe. Bu tek caddede motorlu araçlar çalışır. Mardin; bir tepenin yamacına yaslanmıştır. Yamaçtaki evlere taşımacılık, hayvan sırtında yapılır.

Ayakkabımı boyatırken Gülharin Köyü’nün özelliklerini soruyorum. Boyacı, tavuk ve yumurtasının bol olduğunu söylüyor. Oysa benim düş evrenimde oluşturduğum köy, bu değil. Toprağında burcu burcu gül kokar. Ovalarında sürü sürü kuzular meleşir. Yaz gelince ağaçlarının meyveleri eğilir. Adı “Gülharin” olan bu köyde ne gül, ne de gül dikeni görebilirsiniz. Çalı çırpı, çer çöp de yoktur. Suriye sınırına kadar halkın “çöl” dediği düzlükler uzanır. Bir dal ağacın gölgesinin arandığı düzlükler. Baharda yeşeren yaz sıcağında kuruyan çatlayan topraklar.

Gülharrin adı, sonradan “Ortaköy olarak değiştirilmiş. Nusaybin yolu üzerinde sırtlarını birbirine dayamış; düz toprak damlı, duvarlarına tezek yapıştırılmış evler. Çatılı tek bina okul. Yolun kıyısındaki kuyudan; rengârenk giysili, hotozlu* kadınlar, genç kızlar bir kuyudan su çekiyorlar. Tartışmalar, çekişmeler bir dello* su için. Bir çocuk ağlayarak “Ümm may” (Anne su). “İbn dello dolmadı” (Oğlum çello dolmadı.)

Okula doğru yürüyorum. Başına beyaz bir poşu bağlamış. Poşunun üzerine de egal takmış, entarili, alttan beyaz donu ayak topuklarına dek uzanan bu gence yaklaşarak selam veriyorum. Muhtarın evini soruyorum. Maif bi Türkî (Türkçe bilmiyorum). (Bu gencin Türkçe bildiğini, muhtara karşı gruptan olduğu için muhtarın evini göstermemek için Türkçe bilmediğini söylediğini öğreniyorum). Mardin’e bu kadar yakın bir köyde Türkçe bilmeyen insanların olması beni üzdü. Oysa bu köyde yıllardır okul vardı. Demek ki tek öğretmenle Türkçe eğitim ve öğretimi amacına ulaşmıyor. 1000’in üzerinde nüfusu olan bu köyde, okulun kayıtlı 45 öğrencisi vardı. Köylüler, özellikle kız çocuklarını okula göndermek istemiyorlardı. Bu kayıtlı öğrencilerin birçoğu devamsızdı.

Bu gençle iletişim kuramayınca bir an ne yapacağımı şaşırdım. Gözüme köy meydanında oynayan çocuklar ilişti. Yavaş yavaş yanlarına sokuldum. Beni görenler, entarilerini dişlerinin arasına alıp çöle doğru kaçıyorlardı. İçlerinden birini yakaladım. Ona ilk sorum, Türkçe biliyor musun, oldu.

__Evet.

__Okula gidiyor musun?

__Evet, öğretmenim. (Benim öğretmen olduğumu anlamıştı.)

__Adın.

__Mehmet Saüt Alpaslan (Sait demek istemişti)

__Muhtarın evini gösterir misin?

__Muhtar Mardin’de efendim.

__İmamın evi.

__Konuşmuyoruz. (Ailesi konuşmadığı için kendi de konuşmuyordu). Babam, beni döver. Ihı… Okulun yanındaki ev.

Bir taraftan da kaçmaya hazırlanıyordu. Arkama döndüğümde kaybolmuştu. İmamın evi, diğer köy evlerinden daha büyüktü. Giriş kapısının önünde cılız, sıcaktan, susuzluktan yaprakları buruş buruş bir dut fidanı boy veriyordu. İmam, bu fidanı abdest suyuyla yetiştirmiş. Köyde, herkesin suyu bitse, imamın suyu bitmez, her gün tazelenirdi. İmama su getirmek sevapmış.

Eve girdiğimde; başı sarıklı, gözleri sürmeli, kokular sürünmüş bir kişi Kuran okuyordu. Beni, görmek istemedi. Selam verdim.

Essâlâmü aleyküm ve rahmetullâhı ve beraketuhu, dedi.

 

Bir yer gösterdi, oturdum.

-  Nerelisin?

-   Malatyalıyım.

Pek memnun olmamıştı. Beş altı yıl önce Malatyalı bir öğretmen, köyde çalışmış, namaz kılmamış. İmam, okumaya devam ediyordu. Bir ara, Muallim Bey, ben fazla Türkî bilmez, dedi.

Zorluklarla, yalnızlıklarla dolu bir yaşamla karşı karşıyayım. Ne var ki ümitlerimi yitirmedim. En üzünçlü durumlarda bile umuttan vazgeçmedim.

Ozan Gülten Akın da şu dizeleriyle “Umudunu yitirmediğini, yaşamı sevdiğini; sevginin karanlıkları sileceğini dile getiriyor.

Karayı kaldırın maviyi koyun umudumu yitirmedim

Beni çağırın gülümserken uykunun bir yerinde

Henüz beyazken uzatın isterim

Karayı kaldırın sevgi koyun umudumu yitirmedim.

                                                    (Deli Kızın Türküsü)

Tozlu, dar, gübre yığınlı, köy sokaklarında yürüyorum. Horoz ve tavuklar, gübre yığınlarını eşiştirip duruyorlar. Yabancı gören köpekler havlıyor. Kılavuzluk eden öğrenciden güç alarak yürüyorum. Nihayet muhtarın evine geldik. Yeşile boyanmış küçük pencerelerden içeriye ışık sızıyor. Uzun oldukça büyük bir oda. Belki de köyün en büyük odası. Duvar diplerine keçeler atılmış, ortası boş ve tabanı toprak. Köşede, bir döşek, Muhtar Şerif oturuyor. Uzunca boylu, esmer; giyim kuşamıyla diğer köylülerden ayrılıyor. Kravatlı. Kravat, ona resmi bir kimlik kazandırıyor. Dudağından sigara hiç düşmüyor. Kendine güvendiği her halinden belli. Bir taraftan da kaçak tütünden sigara sarıyor, tabakasına dolduruyor. Diğer köylüler de aynı şekilde hiç durmadan sigara sarıyorlar. İçilen sigaraların izmaritleri, ortaya atılıyor. Zaman zaman gençlerden biri kalkıyor; toprak zemindeki izmaritleri süpürüyor. Süpürgeyle tozlar, topraklar uçuşuyor. Oturanlar, bu tozlu, kirli havayı soluyorlar.

Yemek geldi. Bulgur pilavı, pilavın üzerine de yağda pişmiş yumurta konulmuş. Yarım yıkanmış bir tabak beyaz üzüm, bir tas bulanık su, yiyeceklere sinekler üşüşüyor. Gençlerden biri elindeki kirli havluyla sinekleri kovalamaya çalışıyor. Muhtarla ben yemeğe oturduk. Diğerleri bakıyor. Tastaki bulanık suyun içmek için getirildiğini öğrenince ne yapacağımı şaşırdım. Başka içecek su da yoktu. Bu insanlar, yıllardır bu sağlıksız suları içiyorlardı.

Yemekten sonra köyü daha yakından tanımak için dışarı çıkmak istedim. Köylüler, olmaz Öğretmen Bey, bu sıcakta dışarı çıkılır mı, dediler. Güneş kavurucu, insanın beynini pişiriyor. Gölgesinden yararlanılacak tek dal yok.

Akşam oldu. Yataklar, dama serildi. Muhtar iki üç basamakla çıkılan tahta karyolada yatıyordu. Karanlıkta, sokakta birileri dolaşıyor; köylüler, bağırarak birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar, tartışıyorlar. Tartışmanın da ötesinde ağız kavgası ediyorlardı. Biri diğerine “kelp ibni kelp* diyordu.

Sabah olur olmaz, Mardin’e dönmek üzere yola çıktım. Güneş, insanın beynini kaynatıyor. Mendilimi çıkarıp başıma bağladım. Bir saat kadar bekledim. Bu bir saat, bana bir yıl kadar uzun geldi. Uzaktan bir araba göründü. Benden birkaç adım ilerde durdu. Bayram çocukları gibi sevindim. Köyün Nusaybin yolu üzerinde olması, yalnızlığımı bir derece olsun unutturuyordu. Bu özel arabaydı. İçinde bir teğmen, bir de yüzbaşı vardı. Yüzbaşı bana dönerek:

__Öğretmen misiniz?

__ Evet.

__Yeni mi geldiniz?

__Yeni geldim.                                    

Birbirlerine baktılar. Bu bakışta, bu kadar genç, deneyimsiz öğretmen, bu köyde ne yapabilir anlamı vardı. Ya da bana öyle geldi.

Mardin’e gelmiştik. Bir kente ulaşmanın sevinciyle Mardin’in tek caddesinde ilerledim. Mardin, önündeki ovaya egemen bir yerde kurulmuş. Geceleri, Suriye’nin bir beldesi olan “Kamışlının ışıkları görünüyor.

A. Dupre ve J. Von Hamer, Mardin’e “Marde” denildiğini, eski Yunan coğrafyacılarının bilgilerine dayanarak bu kelimenin savaşçı bir kavim olan “Marde”lerle ilgili olduğunu yazarlar.

Arapça, “Matedin”den de Mardin” kelimesinin türediği bir halk söylentisi olarak anlatılır. Diğer bir söylenti de şöyle: İran hükümdarlarından birisinin oğlu hastalanır. Doktorlar, bu yörede dinlenmesini önerirler. Hükümdarın oğlunun adı Mardin’dir. Ondan esinlenerek bu yöreye “Mardin” denilir. Süryani kaynaklarında da bu söylentilere yer verilmektedir. Mardin, Süryani dilinde kale anlamına gelen Merdo’nun çoğuludur.

Mardin, bir tepenin yamacında kurulmuş. Kale en tepede, Mardin’i koruyan bir komutan gibi bu tepeden gözetliyor. Kaynaklara göre “Mardin Kalesi”, 975–976 yıllarında Hamdanilerden, Hamdan bin Hasan Nasır Aldabla bin Abdullah bin Hamdan tarafından yaptırılmış. Kalenin genişliği 30–150 metre arasında değişmektedir. Yüksekliği, 1800–2000 metre arasında değişir. Kaledeki en önemli bölümleri Akkoyunlular’dan kalmadır     Mardin’de, Tepelerde soğuk rüzgârlar eserken, kentte bahar; yamaçlarda güzü, eteklerinde yazı yaşarsınız. İlkbahar gelince herkes kırlara açılıp, baharın havasını solur. Buram buram çiçek kokar ova. Mardin’de her şey başkadır. Sanki yıldızlar bir papatyadır. Güneş kutsal bir demet gibidir.

Deyrulzafarân Manastırı

Mardin, 1932 yılına dek dünyadaki tüm Hıristiyan Süryanilerinin merkeziydi. Mardin’in 5 km doğusunda bulunan manastır, kayalara oyulmuş Meryem Ana Kilisesi ve kuzeydeki Mar Yakup Manastırı ile bir üçlü oluşturuyor.Deyrulzafarân Manastırı güneyinden başka yönleri, dağlarla çevrili. Bağ, bahçe, zeytinliklerin arasından yükselenDeyrulzafarân Manastırı 1600 yıllık geçmişiyle insanı büyülüyor. (Süryanice: ?????????????, Dairo d-Mor ?annanyo), 5. yüzyılda yapılan bir Süryani manastırı ve Süryanilerin önemli merkezlerinden biridir.[1]. Mor Hananyo Kilisesi (Kubbeli Kilise), Azizler Evi (Beth Kadişe), Meryem Ana Kilisesi ve Güneş Tapınağı manastırın önemli yapılarını oluşturur. Manastırın içinde tarihi bir Süryanice İncil ve kutsal taş bulunmakta, ilk tıp fakültesinin burada kurulduğu söylenmektedir. Kurulduğu dönemden kalma mozaikler bugün de durmaktadır. Canlı bir tarih görünümünde olan manastırın en büyük özelliklerinden biri de içinde 52 Süryani patriğinin mezarlarının bulunmasıdır.(Vikipedi, 13 Mart 2013)

Manastırda 52 Süryani patriğin mezarı bulunmaktaymış. Mezarlar, alt katta manstırın duvarları içine yerleştirilmiş. Manastırdaki 4’üncü yüzyıldan kalma mozaikler, mihraplar korunmuş, günümüze değin özelliğini yitirmemiş.

Mardin’in yemekleri de ünlüdür. Şehriyeli bulgur pilavı, çiğ köfte, bunbar (kibe- işkembe dolması), irok (kızartılmış içli köfte), zerde (bir nevi tatlı), bello (mercimekli köfte), çoban çorbası (yoğurtlu döğülmüş buğdaydan yapılır), mırra (acı kahve), iklice (mevlit çorabı)

Anadolu’nun diğer kentleri gbi Mardinlilerin yaşantıları, özlemleri, aşkları, sevgileri, acıları, sevinçleri… türkülerde dile gelmiş.

Sabiha kimin gülü

İlkbaharın bülbülü

Yaktı yandırdı beni

Savurlu Mardin gülü

Nakarat

Yâr yâr Sabiha

Güzelliğin dillere

Destan olmuş gidiyor

Seni gören gençlerin

Ömrü tümden bitiyor

Nakarat

Mardin’de en çok sevilen bir türküdür. Hemen hemen her düğün ve eğlencenin açılış ve kapanışlarında söylenir.

Kirpiklerin ok mudur?

Oy oy…

Diyar Mardin güzeli

Ah yüreğimi deliyor

Diyar Mardin güzeli

Gözlerin güneş midir?

Oy oy…

Yüreğimi yakıyor.

Diyar Mardin güzeli


·         Müjgan Cumbur, Karacaoğlan, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları, Ankara: 1973. s.352. “Acep gezsem mavi donlum var m’ola?” olarak geçiyor.

[1] Diyarbakır İl Yıllığı, 1973, s.370-373.

* dello: İnek ya da öküz derisinden yapılmış kuyudan su çekmeye yarayan torba biçiminde kap. Çekilen su testilere, bakraçlara, güğumlere boşaltılarak evlere taşınır.

* hotoz: Kadınların süs için saçlarının üstüne taktıkları çeşitli renk ve biçimde yapılmış küçük başlık

* kelp ibni kelp: Köpek oğlu köpek.

 
Toplam blog
: 391
: 2555
Kayıt tarihi
: 04.12.12
 
 

Hüseyin BAŞDOĞAN, 1942'de Malatya- Arapgir'de doğdu.Arapgir Ortaokulunu, Diyarbakır Öğretmen Okul..