Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '14

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Mistisizmin Önlenemeyen Yükselişi

Mistisizmin Önlenemeyen Yükselişi
 

Görsel kaynak: Wikimedia Commons'ta bulunmaktadır.


Günümüzde mistisizme yönelik olarak hemen her an yeni bir öğreti, yayın ya da iletiyle karşılaşmaktayız. Bunlar bilimsel, sanatsal, dinsel ya da ya da yönetimsel formatlar altında  çok değişik alanlarda ve biçimlerde karşımıza çıkabilmekte, kitleler de bunların manevi cazibesinden kendilerini kolayca alıkoyamamaktalar!

Mistisizm sözcüğü, manevi gerçek veya Tanrı ile doğrudan deneyim, sezgi veya içe bakış yoluyla özdeşleşme veya yeni bir idrak düzeyine varma anlamında kullanılmakta...  

Benim ise, bu türden; kavram ve olguları o özgün çağlarından, zamanlarından ve masumiyetinden alıp günümüz kargaşasının içine, cılız bir el fenerini adeta bir ışıldak edasıyla yerleştirmeye çalışan, çoğu yerde “gizli yönergeler içeren” mesaj ve eserlerden uzak durma eğilimim var.  Ama bir yanım, “bu durumun küresel ve ulusal nedenleri nedir bir düşün bakalım…” derken,  diğer yanım, “insan aklı ‘saf’ değil, bazı ‘idoller’den kaynaklanan yanılsamalar ile maluldür…” diyen Francis Bacon’a(1561-1626) hak verir... Ve beni bunu yazmaya doğru iten…

Mistisizm ve yaşam

Ölüm genel anlamıyla yaşamın dipnotu, eylem ve tavırların kendisini hissettirdiği o tükenmişliğe vurgu, ezeli pranganın esaretidir. Mistisizm, ölümün insana gerçek boşluğunu hissettiren, bütün çabaların kendini avuntuyla oluşa yönelten bir düşünce imgesi olduğunu yalnız iddia etmekle kalmaz, kesinlik hükmünde o dış gerçeklik denilen tantananın mekanizmasını da tanıdığı iddiasını taşır. Aşkın, sevginin, dostluğun ve arkadaşlığın o en dipteki çölden, kuru iç yaşantıdan kurtulmak için icad edilen ama bir türlü gerçekliği yaşanamayan (sadece oyun olarak yaşanmaya çalışılan) bir -çeşit- sahtekârlık olduğu düşüncesini de içerlir.

Tanrı haz ilkesini yaşam içgüdüsü yaptı, içgüdü sosyal hayatı oluşturdu, kaçınılmayan bir uyum sürecinde insanlar daha doyum için gruplar, sınıflar ve birlikler oluşturdu. İnsanlık kendi hayatındaki, öz benliğindeki yalnızlığını kişisel sorunlarını politik sorunlara dönüştürerek rejimler üretti. Kana boğulan, iğdiş edilen insanlık tarihi hep insan zihnindeki ve kalbindeki o kopkoyu karanlıktan, kendini üretirken başkasını yokeden o bencil, bireyci doyumsuzluktan, o tam kavramı bulunmayan vahşilikten doğdu (1).

Nihai noktada mistisizm, Tanrının karanlığından beslenen bu evrensel yapıda yine Tanrının aydınlık olan diğer yüzüne yüzünü dönmüşlerin yolu olarak görülmekte, Tanrıyı, insanı ve hayatı yanılma payı olmadan hakkıyla teslim eden Tanrının -bâtıni  boyutunun- hizmetkârı olarak tanımlanmakta...(Vikipedia)

 Dini inancımız gereği

Bir şey ürettiğimizde, bir iyilik veya bir fedakârlık yaptığımızda hemen bir ödül bekliyoruz (Tıpkı, 'Facebook'daki 'beğen' beklentisi gibi!). Bu ödül gelmediği zaman inancımız içtenliğini yitirip, diğer insanları kandırma aracına dönüşüyor. Örneğin politikacıların dini inancı kullanarak maddi olanaklara kavuşması böyle bir süreç içermekte... İnsanın biyolojik yapısı zevke programlıyken, varoluşsal yapısı anlama, sonsuzluğa yöneliktir. Bu ikili yapı insanlık tarihini patolojik ve kaotik bir sürece sürüklemektetir. Bugünün bilinçli insanı türün bu çıkmazlardan kurtulamayacağına emindir. Bu nedenle hedefsiz ve amaçsızca “yaşa ve öl”, gerisini düşünme anlayışı en etkili yaşama yöntemi olmaya devam ediyor.

"... Ama farklı coğrafyalarda farklı yaşam biçimlerine boyun eğmek zorundayız. Ülkemiz bir Orta-Doğu ülkesidir ve bunu geç anlayanlardan biriyim. Bu Orta-Doğu ülkesinin diğerlerinden çok önemli bir farkı vardır. Bu da Türkiye’nin doğu ve batı halklarının birbirlerine yaklaştığı, birbirlerine karıştığı ve bu nedenle tam bir kaotik ortama neden olduğu bir yerde olmasıdır. Ülkemiz, bütün dünya halklarının birbirlerine karışırken bıraktığı boşluğun içine düşmüştür. Fikirler, duygular, inançlar, ideolojiler bu boşluğun içinde debelenerek etkinliklerini yitirmektedirler. Bizde mümkün olmayan bir şey yoktur. Her tür tuhaflığa, saçmalığa hazırlıklıyızdır. Her gün başka biri olabiliriz. Dün şöyle düşünmüştüm, bugün böyle düşünüyorum ve yarın nasıl biri olacağımı bilmiyorum." (2)

Geçmişi,

onun anlamlı, yapıcı ve güzel değerlerini anımsayıp sorgulayabilen işlek bilincimiz “eski”den gelip “yeni”ye doğru uzanan uzun ve zorlu yolda bozulmayı başlatan şeylerin neler olduğu konusunda birçok düşünceye sahiptir. Fakat düne ve bugünlere tekrar baktıkça, bir şeyleri eski haline getirmenin ya da değiştirmenin zorluğunu hatta olanaksızlığını düşünmeden de edemeyiz!

Değerli bir “eski”yi, “yeni zamanlarda”, “yeninin içinde” hem korumak hem de işe yarar kılmak isteriz… Fakat bu bulanık, karmaşık, kesintili (süreksiz) "yeni zaman"da "eski" ve "yeni" tam olarak neydi?  İşte bu noktada zihninler oldukça muğlâktır!

Sanki samanla saplar, güllerle çöl kaktüsleri, masum çocuk tebessümleriyle işveli hayat kadını sırıtışları yer değiştirmiş gibidir...

Sanki amaçlarla araçlar, derin ve anlam yüklü olanlarla yüzeysel olanlar, akla, bilime uygun olanlarla hurafe, yanılsama ve sanal olanlar da son hızla yer değiştirmekte...

Kanımca, uğruna kendimizi adayabileceğimiz, mücadele edebileceğimiz -hatta ölebileceğimiz- somut ya da soyut değerler anlamlarını kaybedip erimeye, yok olmaya yüz tuttuğunda mistisizmin önünde açılan alan daha da gelişmekte...

Uğruna kendimizi adayabileceğimiz şeyler artık kaldı mı?

Eskiden hatta yakın bir geçmişte, hayatta uğruna kendimizi adayabileceğimiz hatta uğruna sıkı bir şekilde mücadele edilecek –hatta ölünecek-  birçok değerin varlığı söz konusuydu. Zaten, muhteşem ve istisnai güzellikleri bir yana, hayat, içine gerçekten gire(bil)enler için ciddi bir mücadele ve katlanmalar süreci değil midir?

Geçmişte –hatta son 35 yıl öncesine kadar- uğruna ölmeye değer bir şeylerin varlığı kişiyi hayata -gerçekten- bağlardı. Klasik romanların da en önemli, ana temalarından biri olan bu durumu o dönemin insanları hem kendi yaşamlarından hem de çevrelerinde tanık oldukları olaylarla mutlaka tecrübe etmişlerdir. Bu duygu, soluk alışın nedenlerini artırır hatta insanın kendi yaşamı için yeterli amaçlar bulamaması durumunda hayat bile kurtarırdı. Sonrasında kurtarılan hayat, bedele dönüşür. Bedel ödeyen kendini -kurban-verirken, değerini tanrılaştırırdı. Bu çaresizlik içeren bir durum değildi.   Adanmaya ve o uğurda gerekirse ölmeye verilen değer, yaşamaya verilen değere dönüşürdü... Yaşatır, yaşattığınca da öldürürdü.

Bunalımda olan aşk için mi?

İki kişi arasındaki derin bir kültür ilişkisi, insan olmanın temel koşulu ve eski günlerin hatırlı sözcüğü "aşk"da  tekno-kaotik çağımızda maalesef artık insanlar gibi bunalımda!

Günümüzde aşkın olanaksız gibi görünmesinde, karşı cins ile ilgili gizlerin ortadan kalkması, yüz yüze ilişkinin yanı sıra -çok çeşitli ve farklı yeni yöntemlerle de olsa- rahat yakınlık kurulabilmesi, cinselliğin çabuk, erken ve tüketircesine yaşanması da sanırım önemli faktörler arasında.

Sırf teknolojiye indirgenen bilimin, sırf piyasa ilişkilerine indirgenen insandan-insana doğal alış-verişlerin ve aşırı maddeci yaşam biçimlerinin kimyasını değiştirip plastikleştirdiği bir süreç haline dönüşmekte artık aşk ve sevda…

Şimdilerde çoğunlukla cep-tel aşkları (tele-aşk), internet aşkları (net-aşk) ve işyeri aşkları (büro-aşk) var! Gerisindeki akıllı telefonlarla, tweet ve 'facebook'larla beslenen...

Her üçünde de sıkıştırılmış zamanlara karşı bir mücadele, dar (zam)an ve zeminlerde kısa paslaşmalar var! Oysa gerçek aşk bünyesinde karşısına çıkan engelleri hep aşma gücü taşıyan geniş ve derin zamanlar ihtiyaç duyar!

Bilmem günümüzde böylesi aşklar için düellolarda ölmeye değer mi? Hiç sanmam!

Ya devlet/ vatan/ millet ve din için?

Küreselleşme yoluyla her şeyin metalaştırıldığı bu süreç,  paranın totalitarizmi altında. Bu amaçla din, milliyetçilik, etnisite, demokrasi, insan hakları vb. tüm kutsal ve ulvi değerlerle ideolojilerin pervasızca –aksi yönde- kullanıldığı bir dönemde.

Evrenin görünen karmaşıklığı, çıkarların çeşitliliği ve tutkuların düzensizliği temelinde ekonomiyle siyasa, pazarla devlet ve değiş tokuşlarla (alışverişlerle) kimlikler arasında bölünmüş bir dünyada…

Pozitivist ve anamalcı ussallaş(tır)mayla, kentsoylu bireyciliği birleştiren, ulusal hukuk devletinin merkezi rolüne dayanan, çoğul ve çeşitlilik içeren, toplumsal gerçekliği siyasanın ve yasanın birliğine bağlayan “Yüksek modernlik” ve emperyalist olmayan ulus devletler üzerinde çökertici baskılar had safhadayken... (3)

Bu nedenle de iktisadi etkinlikle kişisel ve toplumsal kimliği bir arada tutabilecek bağlar oldukça zayıflamışken… Tarihe, toplumsal bilince ve kolektif dayanışmaya vurgu yerine, mekâna, yerele, somut olana ve görünene vurgu ön plana çıkmışken…

Uluslar ötesi kapitalizm, Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ) aracılığıyla üretim ve kârlarını dünya yüzeyinde genişletmiş, finansal piyasalar arasında sınırlar ortadan kalkmış ve bu yolla uluslararası finans hareketleri hemen her şeyi etkilerken.., Ulusal politikalar artık neredeyse tümüyle uluslararası piyasalara bağımlıyken… Üretim ve fiyatlarda ani artış ve düşüş hareketleri, Ar-Ge teknolojilerindesürekli yenilikler, enerji ve kaynak hâkimiyeti savaşları sürekli devam ediyorken… Üretimde klasik emeğin etkisi azalmış ve tüm bunları moda, reklâm ve programlar yoluyla olumlayan, yücelten medyanın amansız gücü gece-gündüz, hiç kesintisiz ortadayken… (4)

Belli merkezlerde alınan –kimi zaman yıllara sâri- kararlar doğrultusunda büyük sayılabilecek kimi ülkelerin sınırlarının daraltılması ve bölünmeleri (Çek(o)-Slovakya) (Yu-go-slav-ak-ya) , (S-S-C-B) küçük olanların ise birleştirilmesi (KKTC-Güney Kıbrıs), rejimlerin değiştirilmesi (Arap Baharı) sıkça gerçekleşen olaylar haline gelmişse…

İdeolojilerin ve diyalektiğin iflası davul-zurna ile cümle âleme her gün ilan edilmekteyken…(5)

Vatan, millet ve din için ölmek artık eskisi gibi kolay, anlaşılır, net ve insani bir tercih olma niteliğine ne derece yakındır? Hele de medya organlarında sürekli boy gösteren renkli, çekici ve tematik reklâmların, geniş kitlelere örnek gösterilen yapay ünlülerin, tüm insanlığı aynı noktada, “tüketim odaklı bir yaşam tarzı"nda birleştirdiği bir dönemde... Son derece albenili renkler, imajlar, etkili logolar  (ayırmaçlar) ve kışkırtıcı sloganlarla bütünleşik tüketimin bu empresyonist illüzyon çağında… Transistorlu radyolarda “radyo tiyatrosu” saatinin iple  çekildiği ya da tek kanallı kamu tv.nun ulusal marş ile açılıp kapandığı o eski, o özlemlik (nostaljik) zamanlara göre çok daha renkli ve kışkırtıcı eğlenceler sunan bu post-modern zamanlarda…

Hayatlarımız,

Eskiden daha çokça ve somut bir şekilde içinde olduğumuz, daha çokça kendimizin yaptığı, inşaa ettiğimiz bir şeydi. Günümüzün -tanım ve örneklerini yukarıda vermeye çalıştığım- sihirli aynalar ardında bozulmuş zamanlarında ise o, artık daha çok seyircisi olduğumuz bir alan! İçinde olduğunuz ve kendinizin yaptığı, inşaa ettiği bir şeyler uğruna mücadele etmek, kendini adamak -hatta  ölmek- kolayken daha çok seyircisi ve tüketicisi olduğunuz bugünkü değerler uğruna ölmek o denli kolay mı?

Bu seyir hali içerisinde ciddi bir adanmışlıkla değil, olsa olsa maalesef bir şeylere alet olunarak, aniden dolduruşa gelerek ya da kazara ölünebilir.

Ne kalır geriye diye düşünürüz ister istemez? Olsa olsa para uğruna ölmek! İhtiyacın çok ötesinde, güç ve ün odaklı para için değil de, alın teri ekmek parası uğruna ölmek… Bir de yarınları, geleceğe dair umutlarımızı temsil eden küçük çocuklar(ımız) uğruna ölmek… Ve bunun dışında mistisizm adına da kocaman bir alan kalır geriye... Gök kubbeden ve yarı sanal enformasyonlarla medyadan her gün tutam tutam dökülen mistik tozlarla üzeri örtülmeye çalışılan...

İ. Ersin Kabaoğlu,

18 Nisan 2014, Ankara

Dipnotlar ve Kaynakça:

(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Mistisizm 

(2) "Ağırlaşan Varlığımız", Mukadder Yakupoğlu, Doğu-Batı Dergisi Ekim-Aralık 2013.

(3) Alain Touraine,”Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek miyiz?”, Çeviren: Olcay Kunal, Yapı Kredi Yay. Cogito Dizisi, Sayfa: 408. Yıl:2002.

(4)  Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/aykiri-bir-farkindalik--kuresel-devsirilme-gercegi-/Blog/?BlogNo=373421 

(5) Tarihte belli bir dönemde insanlığın en çok hangi kavrama ve onunla içselleştirilmiş değerler bütününe önem vermesi isteniyorsa, o, ideolojidir. İktidarın kaynağını gösteren, onun ne olduğunu belirten ideoloji ise tutunum ideolojisidir (adhesion). Din, toprağa bağlı üretim biçiminin tutunum ideolojisidir. Milliyetçilik ise, ulus devletin tutunum ideolojisidir. Bu yapılar giderek zayıfla(tıl)mışsa meşruiyet ya da sadakat odakları da belirsizleşir, zihinlerde çok parçalı bir dünya algılaması belirir. Hem dinlerin hem de  ideolojilerin ‘kutsallığından’ (olumlu/ olumsuz bir değer yüklemeden kullanıyorum) uzaklaşıldığı ölçüde, algılama hiyerarşisi bozulan ve henüz bunun yerine bir şey koyamayan insanların durumudur burada belirtmeye çalıştığım… 

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..