Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Moskova (Rusya Federasyonu)gezi notları

Moskova (Rusya Federasyonu)gezi notları
 

moskova, kızıl meydan, sn. basil katedrali, lenin mozolesi, mesih kulesi


Not: Bu geziye ait fotoğraflarımı www.picasaweb.google.com/metindenizmen linkinde görebilirsiniz.


25.06.2011 ( SAİNT PETERSBURG - MOSKOVA )

 

Bir tatil sabahına hepimiz geç uyanıyoruz. Moskova’da rezerve yaptırdığım Godzilla Hostel’e, bir gün geç geleceğimi bildiren mail atıyorum. Couchsurfing’ de, kafama göre profil bulamadığım için, Hostel’de kalmayı tercih etmiştim.

Her işte bir hayır var dedikleri gerçekten doğru. Saint Petersburg yakınlarındaki Peterhof’u ( Petrodvorets ) çok görmek istediğim halde, gidememiştim. Sonra da Yusupov Sarayını ziyaret ederim. Fabian, Peterhof’a dün gitmiş. Hermitaj’ın arkasından, hidrofillerin gittiğini söylüyor. Peş peşe kalkan hidrofillerden birine biniyorum. Gelemeyeceğim için İvan da tekne gezisini yarına kaydırmış, kısacası Neva Nehrinde gezmek hidrofil ile kısmetmiş bana. ( Tek yön 500 R. - Çift yön 800 R. )

Neva Nehrinin durgun sularında seyreden yelkenli tekneleri seyrederek yirmi beş dakika sonra Peterhof önündeki büyük iskeleye yanaşıyoruz. Eski kentin, Donanma Binasının, Peter Paul Katedralinin altın külahının pırıltıları arasından geçerek, Neva Nehrini bitirip, Baltık Denizinin daha doğrusu Finlandiya Körfezinin başladığı sulara giriyoruz. Dev kruvaziyerler, Saint Petersburg’un turist kapasitesini gözler önüne seriyor. Rehberlerinin flamalı değneklerinin ardında, müzeden müzeye seğirten yaşlı turistler genellikle kruvaziyerlerle geliyor. Denize kadar akan sular, harika kaskadın içinden geçiyor. Nereden geliyor bunca su diye bakınırken, kendimi bilet gişelerinin önünde buluyorum. Peterhof içinde, gezilecek her yer ayrı ücretlendirilmiş. Aşağı park 400 Ruble. Diğer farklı bölümler için farklı ücretler ödemek gerekiyor.

Eyvah, her yerden, her yönden oluk oluk insan akıyor buraya. Denizden, karadan ve trenden, anlaşılan bugün de omuz omuza gezilecek Peterhof’ta. Denizden gelişlerde, Aşağı Bahçe bilet gişeleri çıkıyor önce. Yazlık Sarayın ardındaki Yukarı Bahçe ise, tren ve otobüsle gelenlerin ilk girdiği bölüm.

Kaskat boyunca akan suları besleyen 64 çeşme, 142 fıskiye ve mitolojik kahramanlara ait 37 adet yaldızlı bronz heykel, Büyük Petro’nun İsveçlilere karşı kazandığı zaferin anısına yapılan Sarayın önünde yer almakta. İkinci Dünya Savaşında yerle bir olan Peterhof Sarayı ( söylendiğine göre ) aslının aynı, yeniden düzenlenmiş.

Petro, Saray’dan, Finlandiya Körfezindeki donanmasını seyredermiş. Şimdiden yüzlerce kişi, Büyük Saray içerisindeki ihtişamı görebilmek için kuyruğa girmişler. Yandaki şapelin yaldızlı kuleleri, Rus Ortodoks dini yapılarının tipik bir örneği. Sağ tarafta, yemyeşil bakımlı bahçeler içerisinde uzanıp giden, Aleksandr Parkından sık sık çığlıklar yükseliyor. Bunca kalabalığın yürüdüğü patikalara yerleştirilen gizli fıskiyelerin sürprizi sonucu, bir anda sırılsıklam olan ziyaretçilerden geliyor bu çığlıklar.

Bir levha çarpıyor gözüme, çok da iddiasız. “ Büyük Ekim Devriminden sonra, bu park emekçi halkın parkı oldu. “ yazıyor üzerinde.

Sanat, savaş, ustalar, sanatkarlar, komutanlar, din adamları, dindarlar, halk, bitmeyen sömürü döngüsü. Bunları düşünüyorum, dolaşırken.

14.30’da, tekrar bindiğim hidrofille Hermitaj’ın arkasında, Neva kıyısında iniyorum. Moika Kanalı kenarındaki Yusupov Sarayına yürüyorum, iner inmez ( 500 R). Göğsüme bir kağıt yapıştırıyorlar, rehberin peşine takılacak çoğunluk tamamlandıktan sonra başlıyoruz dolaşmaya. 80 yaşlarında bir İngiliz grup ve jet hızıyla konuşan ve gezdiren bir rehberle birlikte birbirinden şaşaalı salonlarda dolaşıyoruz. Kırım asıllı Tatarlar’dan olan Feliks Yusupov, Çar 2. Nikola’nın kız kardeşi ile evli. Soydan gelen zenginlik, aristokrasi ile birleşince, ünlü sanat koleksiyoncusu Yusupov, Moika Kanalı yanıbaşına Moika Sarayı da denilen, Paris, Versay Sarayı ile yarışabilecek bir saray inşa ettiriyor.

Nureyev'in de sahneye çıkmış olduğu şık tiyatro salonuyla, yağlı boya tablolarıyla donatılmış galerileriyle, konser salonlarıyla, Fas tarzı döşenmiş oturma odalarıyla Yusupov Sarayı çarlık döneminin nasıl da şaaşalı olduğunun kanıtı.

Yusupov Sarayı esas bir suikast olayıyla da tarihin sayfalarına girmiş. Esrarengiz kişiliği bugün dahi kafalarda soru işaretleri yaratan ünlü Rasputin burada öldürülmüş. Yusupov Sarayı'nın mahzeninde 16 Aralık 1919 tarihindeki suikast gecesi, Rasputin'in balmumu heykeliyle canlandırılmış.

Çar II. Nikola eşi Çariçe Aleksandra'yı hipnoz gücü sayesinde etkisi altına alan ve aileye istediğini dikte ettiren Rasputin'in en azılı düşmanları arasında Feliks Yusupov da var. Yusupov, 16 Aralık gecesi sarayına Rasputin'i davet ediyor. Rivayete göre, kadınlara aşırı düşkün olan Rasputin, Yusupov'un karısına da biraz tutkun. Daveti kabul etmesinin niyeti genç kadını görmek. Yusupov, çalışma odasının bulunduğu mahzen katında Rasputin'i ağırlıyor.

Kendisine siyanürlü şarap ile kekler ikram ediyor. Hikáyenin burası biraz muğlak. Zira siyanürün Rasputin üzerinde öldürücü etkisi olmamış. Feliks Yusupov hemen üst kata çıkarak arkadaşlarını alıp yeniden Rasputin'in yanına geliyor ve bu kez ateş ederek işini bitirmeyi deniyor. Rasputin avluya doğru kaçmayı başarıyor. Peşinden gelenler yine ateş açıyor ve yere yığılan Rasputin'i çarşafa sarıp Neva nehrine atıyorlar. Üç gün sonra nehirden çıkartılan ceset yine insanları şaşırtıyor. Çünkü otopsi raporuna göre, Rasputin ateşli silahlardan değil boğulma nedeniyle ölmüş. Yani nehre atıldığında canlı imiş.

Rasputin suikastıyla ilgili bugün dahi ortaya değişik iddialar atılıyor. Bunlardan bir tanesi suikastta İngiliz ajanların da parmağı olduğu iddiası.I. Dünya Savaşı'na karşı olan Rasputin'in Çarı bu konuda etkilemesinden çekinen İngilizler de olaya bulaşmış.

Zamanına göre, büyük bir zevkle döşendiği anlaşılan Saray’da, pek çok yatak odası farklı tarzlarda tefriş edilmiş. Odalar, toplantı ve tiyatro salonu zevk, servet ve aristokrasinin debdebesini yansıtıyor. Tiyatronun en ön sıralarına oturduğumda, bir an zaman tüneline girmiş hissediyorum kendimi. Görevliler ne gruptan ayrılmaya, ne de, fotoğraf çekmeye izin veriyorlar. Rasputin’in, şimşek gözleri geliyor aklıma, ürperiyorum.

Gostini Dvor yakınlarında yeni keşfettiğim restoranda, bu gece gerçekleştireceğime inandığım tren yolculuğuna çıkmadan önce, sıkı bir yemek yiyorum ( 329 Ruble ). Ardından, felaket bir yağmura yakalanıyorum. Gostini Dvor metro istasyonundan bindiğim metro ile Petrogradskaya istasyonuna geliyor, Lenina caddesine girerek İvan’ların zilini çalıyorum. Gerçi, İvanlar da, diğer CS arkadaşlarım gibi, evlerinin anahtarlarını verdiler ama; ben kullanmak istemiyor, özellikle geç girmeye çalışıyorum evlere.

Dün istasyonda, elindeki e- bileti kabul etmeyen vagon görevlisi ile tartışan bir genç kız görmüştüm. Anlaşılan, bir de bu işlemi yapmam gerekecek.

Aida’nın arkadaşları gelmiş, Tatar asıllı, hepsi de çok narin ve güzel insanlar.

Dereden tepeden sohbet ediyoruz. Sonra, ikinci kez vedalaşarak, çantalarımla 191 nolu otobüse otobüse atıyorum kendimi. İlk sokulduğum gişedeki kadın, yüzüme bile bakmadan başka gişeye gönderiyor. Oradaki, elimdeki çıktıya bakıp, önüme fırlatıyor kağıdı, Rusça bir şeyler söylüyor. Korktuğum başıma geliyor. Görünürde ne İngilizce bilen var, ne de danışma bürosu. Uzaktan beni izleyen genç, başıma gelenleri görmüş olmalı, uzayıp giden kuyruktakilere bir şeyler söyleyip, gişeye yakın bir yere girmemi sağlıyor, itiraz sesleri yükselse de, duymuyorum. Kadın, elimdeki çıktıyı alıp okuyor. Bu iyiye işaret. Hiç değilse ilgilenecek anlaşılan. Pasaportumu isteyerek, adımı ve imzamı yazmam için bir kağıt uzatıyor. Oh, sonunda bileti uzatıyor. Yardımcı olan gence teşekkür ederek, biletim elimde, uzaklaşıyorum gişelerden.

Yine Baltık Ülkelerindeki rahat ve sorunsuz gezilerimi hatırlıyorum. Moskovsky İstasyonu yine kaotik. Büyük salonun ortalarında yer alan Deli Petro büstünün kaidesinin dibinde yer bulabiliyorum, oturmak için. Notlarımı yazıyorum, dizimin üstünde. İki de bir yolcuların köpekleri gelip, defterimi kokluyor.

Saat 23.00 oldu. Bir vagona girebilsem, yatağa atsam kendimi, anında uyuyacağım. Bir kırıklık var vücudumda.

Yirmi dört saat önce beklediğim 55 nolu trenin hareket edeceği peron numarasının yanmasını bekliyorum, uykulu gözlerle, dev ekranda. Yine, dünkü gibi, katarın en sonundaki vagona yürüyorum. Bu akşam tren tenha. Verilen paketi açarak, çarşafımı, yastık kılıfımı çıkarıyor, yatağımı hazırlıyor ve tren hareket etmeden uzanıyorum.

Gece boyu Moskova’ya doğru ilerleyen tekerleklerin, raylardaki ritmik sesleri ile uyuyup uyanıyorum. Bakalım Moskova’da neler görecek ve yaşayacağım.


26.06.2011 ( MOSKOVA )


Sabaha karşı uyanıyor, kompartmanımın önündeki daracık koridordaki camdan, Rus köylerini seyrediyorum. Bir yandan da, uykulu gözlerle tuvalete ilerleyen tombul Rus kadınları sürtünüp duruyor yanımdan geçerken. Görebildiğim kadarıyla, fazla perişan olmayan, bahçeli, çoğu iki katlı evler gece boyu yağan yağmurdan sonra, güneşin ilk ışıkları altında parıldıyorlar. Moskova’da, Leningradskaya tren istasyonuna varmaya, sanırım iki saat daha var.

Zaman ilerledikçe, Moskova’ya yaklaştıkça, binalar irileşiyor, Sovyet tarzı bloklar diziliyor lego’lar misali. Akşam yağan yağmurdan sonra, yine bulutlu hava, yağmur yağdı yağacak yine. Sonunda, binalar, insanlar, trafik artıyor, büyük bir tren garının içinde son nefesini verircesine hareketsiz kalıyor tren.

Moskova hakkında, hemen herkes, o kadar kötü şeyler anlattılar ki; sırtımda çantalarım, ihtiyatla atıyorum, ilk adımlarımı. Göründüğü kadarı ile kaostan eser civarda. Garın merdivenlerinden, önünden küçük meydana inerken, caddenin diğer yanında ( M ) metro işaretini görüyorum. Komsomolskaya Metro istasyonu olmalı. Yer altı geçidinden geçerken, henüz afyonu patlamamış berduşlar, ısrarsız birkaç hamle yapıyorlar bana doğru, kolaylıkla savuşturuyorum. Alt yapısı gelişmiş ülkelerde, yolun yarısı, yer altı geçitlerinde ve ona ulaşmak için yürünen yollarda geçiyor.

Biletimi alıyorum, evet; Moskova’nın kaosu hakkında söylenenlerin doğruluğu ile karşılaşıyorum ilk kez. Metro istasyonu ana baba günü. İnişim de, binişim de itişe kakışa oluyor. Kalacağım Godzilla Hostel’in yakınlarındaki Tsvetnai Bulvar istasyonunda iniyorum.

Moskova’da ilk öğrendiğim ve anladığım şu oldu; Moskova Metrosunu kullanmayı öğrenemezsem, bu kenti gezebilmem mümkün olmayacak. Bu nedenle de, metro haritasını, hatlarını, renklerini öğrenmem gerekecek öncelikle.

İner inmez bir yağmur boşanıyor, sanki tropikal bir iklim içindeymişçesine, Amazon ormanlarında imiş gibi hissediyorum kendimi. Zar zor bir konservatuar girişine atıyorum kendimi. Küçük kulübesinde oturan güvenlik görevlisi önce ters ters bakıyor, sonra alışıyor, yağmurun geçmesini beklediğimi anlıyor. Yarım saat sonra bıçakla kesilir gibi diniyor yağmur ve yollarda akan seller gibi suların üzerinden atlayarak ortalığa çıkıyorum. Godzilla Hostel’in bulunduğu Bolşoy Karetny sokağını soruyorum, karşıdan gelen kerli ferli bir adama. Adamcağız bir müddet düşünüyor, sonra, izlememi işaret ederek, metro istasyonunun yanındaki dar patikaya ilerliyor, bir parkın içinde uzanıp giden keçi yoluna benzeyen daracık yol boyunca ilerliyoruz. Neden sonra, üzerinde büyük ve bakımlı eski apartmanların bulunduğu bir caddeye çıkıyoruz. Az ilerideki Godzilla Hostel’in levhasını görüyorum.

Yaklaşık yirmi dakikasını bana ayıran bu adama minnetle teşekkür ederek elini sıktığım adamcağız, geldiğimiz yoldan geri dönerek ayrılıyor ve iyi geziler diliyor.

Hostel, Hostelworld sitesinde en fazla reytinge sahip ( 15 $ / gece ). Resepsiyonda giriş yaptıktan sonra, bir duş alarak, günün daha doğrusu gecenin hırpalanmışlığını atıyor, ardından kısa bir program yapmaya çalışıyorum, Lonely Planet haritalarını açarak.

Hem metro hatlarının şifrelerini çözebilmek, bu arada da, 30 Haziran’da İstanbul’a götürecek uçağın kalkacağı Domedodovo havaalanına gidiş egzersiz yapacağım. Moskova’da tam dört havaalanı var. Sheremetyevo 2 ve Domodedovo Havaalanları dış hatlar, Sheremetyevo 1 ve Vnukovo Havaalanları iç hatlar için ayrılmış. İki metro ve bir tren yolculuğu gerekiyor Domodedovo’ya ulaşmak için. Çılgın bir kalabalık ve kaos içerisindeki metro istasyonlarında, acemiliğimi çabuk atıyor ve aktarma yaparak Paveletskaya metro istasyonunda buluyorum kendimi. Domodedovo’ya giden Aeroexpress treni bu istasyonun yanından kalkıyor ve elli dakika kadar sürüyor yolculuk.

Dönüşte, Biblioteka Lenina ( Lenin Kütüphanesi ) metro istasyonda iniyorum. Kaotik metro hatlarında bunalıp şaşırmadan gezmek için; gidilecek istasyonun hat rengi ile bulunduğun aktarma istasyonunda aynı rengi taşıyan hatta ait istasyonu bulmak gerekiyor. Çoğu kez, yeraltında, çılgın bir kalabalığın arasında, sürüklenircesine yürümek gerekiyor, aynı hat rengindeki istasyona gidebilmek için. Her istasyonda bu güzergahlar yazılı olarak göze çarpıyor levhalar üzerinde. Yazıyor ama, hemen hepsi Kiril harfleri ile yazıldığı için, asgari, Kiril alfabesindeki harfleri bir bakışta çözüp kelimeyi anlayabilmek için, benim yaptığım gibi, günlerce kağıt üzerinde egzersiz yapmak gerekiyor kanımca. İngilizce bilen sayısı az olduğu için, derdinizi, anlatmak da zor, akan insan seli içerisinde istasyonlarda lodos balığına dönmek büyük olasılık.

Yeri gelmişken, güzel kadınları kadar ünlü Moskova metrosundan bahsedeyim; Anıtsal bir mekan, sistemin medar-ı iftiharı olarak değerlendirilen metroların yapımına 1930 yılında başlandı. Kelimenin tam anlamı ile yerin yedi kat altında bulunan istasyonlar, mermer kaplı duvarları, heykelleri, sütunları ve kemerleri ile müze veya birer küçük saray olarak değerlendirilir genellikle.

Günde on milyon kişinin kullandığı metro istasyonları, özellikle çalışma saatleri başlangıç ve bitimlerinde, dayanılmaz, karşı konulmaz bir insan seli oluşturuyor. Öyle ortada durup, ne yapacağınıza karar vermeye kalkarsanız, bu sel, alıp götürüyor, yüzlerce metre ileride başka bir aktarma istasyonunun Stalinizm kokan bir salonuna atıveriyor. İki, üç dakika arayla istasyona yüz kilometre hızla giren metro, yolcuları ıskalayıp devam edip gidecek derken, zınk diye duruveriyor platformun yanında.

Şimdilerde, Moskova’nın ulaşım omurgasını oluşturan yeraltındaki metro istasyonları; halkın bombardımanlardan korunduğu kocaman ve güvenli sığınaklar olduğu gibi, savaşı yöneten Genel Kurmay’ın ve başkanı Stalin’in karargahı olmak görevini de üstlenmiş. Stalin, cepheye gönderilen Kızıl Ordu askerlerini Stalin yeraltında yaptığı konuşmalarla bu mekanlarda yüreklendirmiş.

Kütüphanenin Stalinizm kokan binası, Kremlin duvarlarının, yaldızlı kulelerinin makyajı karşısında öylesine soğuk ve yalnız kalıyor ki.

Günlerden Pazar, Kremlin duvarlarının dibine kadar uzanan Aleksandr Bahçeleri insan kaynıyor. Rengarenk çiçeklerle donanmış bahçeler, ilk halka açık park özelliğini taşıyor aynı zamanda. Kremlin’in içine girmeyi yarına bırakıyorum, sanırım, bugün çok kalabalıktır içerisi. Devlet Tarih Müzesinin kiremit renkli etkileyici binasının yanından, o çok merak ettiğim Kızıl Meydan’a giriyorum. Sağda, Kremlin duvarları üzerindeki Saint Nikolaos Kulesi, üzerindeki Kızıl Yıldız’ı hala gururla taşıyor ve hoş geldin diyor ziyaretçilere. Tabii; Kızıl Meydan’da geçmişten kalan hatırı sayılır tarihi eserlerin yanında, beklenen ruhtan eser yok.

Aziz Vasil Kilisesi’nin göz alıcı kulelerine bakışı bile erteletecek harika Rus kızları mini etekleri ile asıl ilgi odağı oluyor uzun süre. Boyunlarında kameraları ile şaşkın dolaşan, her binanın önünde birbirlerinin fotoğrafını, daha doğrusu; gördükleri her şeyin fotoğrafını çeken Çin’li ve Japon turistlerle kaynıyor Kızıl Meydan.

Lenin Mozolesi, meydanın en güzel yerinde, ama; yine de mütevazi bir görünüme sahip gibi geliyor bana. Daha önceden bilgi sahibi olmayan, Lenin gibi tarihe en büyük çentiği atmış bir liderin burada yattığını kestiremez. Hemen yanıbaşında, yine gösterişli Kızıl Yıldızı ile Mesih Kulesi, 67 metre yükseklikten 15 dakikada bir çan sesi ile Kızıl Meydan’da Rus Ortodoksluğu’nun hüküm sürdüğünü müjdeliyor gibi.

Işık arkamda, tam karşımda Aziz Basil Katedrali var, mükemmel ve rengarenk görüntüsü ile tam fotoğraflık. Katolikler’in, hele hele Luteranlar’ın, yalın, soğuk ve tekdüze hatlarına karşın, Rus Ortodoks Kiliseleri bir şölen kompozisyonu çiziyor, cıvıl cıvıl, soğan damlı yapıları, gümüş, altın kaplama veya kırmızı, mavi boyalı. Bu kiliselerin doruğunda bir dini yapı Aziz Vasil Katedrali.

Aziz Vasil Katedrali 1555 yılında Rus Çarı Korkunç İvan’ın, üç yıl önce Tatar’lara karşı kazandığı zaferin anısına yapılmaya başlanmış. Altı senede bitirilmiş. Gaddarlığı ile ün yapmış İvan, bu yapıyı öyle beğenmiş ki; başka yerde daha güzelini inşa etmesin diye gözlerini oydurmuş. Gerçi; bu rivayetler böylesi harika yapılarda hep söylenegelmiştir. Taç Mahal’in mimarı İsa Efendinin ellerinin de Babür İmparatoru Şah Cihan tarafından kestirildiği söylenir. Üstelik, mimarın Mimar Sinan’ın talebelerinden olduğu ve Şah Cihan tarafından İstanbul’dan davet edildiği söylenir. Gerçi; yabancı kaynaklarda, mimar İsa Han adındaki mimarın İranlı ve Şah Cihan’ın, uğruna Tac Mahal’i inşa ettirdiği karısı Mümtaz Mahal’in de akrabası olduğu söylenir.

İsa Peygamberi zikrederken çıldıran Aziz Vasili’nin gömülmesi için bir şapel daha yapılınca, tüm bina bu isimle anılır.

Aziz Vasil’in önündeki bronz heykel, Rusya tarihinde, Osmanlı’nın Fetret Devri benzeri, Karışıklık Döneminde, Polonya işgaline karşı direniş başlatan, iki ulusal kahraman Minin ile Pojarski’yi betimler.

Aslında, Kızıl Meydan heyecanı ile Moskova’yı anlatmayı unuttum. Onbir milyon nüfuslu bu kent, 150 milyon nüfuslu kocaman Rusya’nın, manevi ve kültürel nabzının attığı yer, Tolstoy’un, Savaş ve Barış romanında belirttiği gibi; her Rus’un da annesidir. Bin yıl önce, ahşap kulelerin inşa edildiği Kremlin, 1453 yılında İstanbul’un fethinden sonra, Hristiyanlığın son kalesi kabul edildi, hatta, Korkunç İvan, Bizans’ın çift başlı kartalını, imparatorluk amblemi olarak kabul etti. Korkunç İvan, belki gaddardı, korkunçtu ama; Osmanlı’dan ikiyüz sene önce matbaa makinesini getirebilmişti ülkesine.

Rusya tarihinde ün yapmış ikinci Çar, bizim Deli Petro dediğimiz, Ruslar’ın Büyük Petro’sudur. Korkunç İvan’dan tam yüz yıl sonra tahta çıkarak, aradaki Çarların miskinliğini, aktif yönetimi ile yok etmiştir. Ülkesinin dışına ziyarette bulunan, Almanya, Hollanda ve İngiltere’yi gezen ve sanayiden eğitime, gemi inşasından halkın giyimine kadar her konuda Batılılaşmayı zorlamış, hatta sakal traşı olmayanlara ceza olarak vergiler koydurmuştur. Zalim, kanlı bir diktatör olmasının yanı sıra, Baltık Denizi kıyısında Peter- Paul Kalesi’nin ( Saint Petersburg gezi notlarımda detaylı bilgi bulabilirsiniz. ) yapımında 20000, kendi adını taşıyan Petersburg kentinin yapımında 40000 işçi çalıştırdı ve bu oluşum esnasında İmparatorluğun tüm taşları denizin doldurulması için bu kente taşındı.

Rusya İmparatorluğunda üçüncü isim Büyük Katerina’dır. Diğer ünvanı ile 2. Katerina. Prut Savaşı ve Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırına girip çıkması ile ilgili olan Katerina da bu değildir. 1711 yılında gerçekleşen Prut Savaşının Katerinası 1. Katerinadır ve ileride Deli Petro’nun karısı olacaktır.

Gerçi; 2. Katerina, Rus kaynaklarında bile, 1. Katerina’dan daha çapkın olarak anılır. Deli Petro’nun ölümünden 37, 1. Katerina’nın ölümünden 35 yıl sonra İmparatoriçe olur. Yirmiden fazla sevgilisi olduğu bilinmektedir. Büyük Petro’nun yaklaşık 50 yıl önce, insan et ve kemikleri üzerine inşa ettiği Saint Petersburg, bugünkü görkemli yapılarını, hele hele, dünyanın önemli sanat koleksiyonunu barındıran Hermitaj Müzesi ve içindeki paha biçilmez eserler 2. Katerina’nın gayretleri oluşmuştur.

Tabii, tüm bu kanlı saltanatın altında ezilen köylüler, gördükleri zulüm nedeni ile rejime giderek artan bir nefret duymaya başladılar. Sonunda, Saint Petersburg’da, reformist subaylar ve aristokratlar, 1917 Bolşevik Devrimine gidecek yolda ilk taşları, canları pahasına döşediler. 14 Ekim 1917’de Saint Petersburg’daki Kışlık Saraya hücum eden Bolşevikler ve liderleri Vladimir İliç Lenin, köylülere, “ barış, ekmek, hürriyet “, işçilere “ güç ve iktidar “ sözü vererek Proleterya Diktatörlüğünü ilan etti. 1918’de Moskova yine başkent, Kremlin de devlet yönetiminin merkezi oldu.

Rus denince akla içki, daha doğrusu votka gelir. Kentin kurucusu olduğu kabul edilen Prens Dolgoriki 4 Nisan 1147 yılında bir şölen verir, içkilerin seller gibi aktığı bu yemekte, bugünkü Kremlin’in bulunduğu yere ahşap bir kale kurulması talimatını verir. Temelleri içki ile sulanan Moskova halkının içkiye düşkünlüğü de buna bağlanır. Komünizm döneminde bile, en hamaset içeren nutuklar ve devrimci söyleşiler, havaya kaldırılan içki kadehleri ile kutlanırmış.

Neyse, Kremlin duvarlarının gölgesine sığınarak, an be an, Aziz Vasil Kilisesi’nin güneş ışınları ile giderek değişen renk tonlarını fotoğrafladıktan sonra, Kızıl Meydan’ın güneyine ilerliyor ve Moskova Nehrinin üzerindeki Bolşoy Moskvoretsky Köprüsüne geliyorum. Aşağıda, nehirde, gezi tekneleri akıp gidiyor, su ile birlikte. Az ileride, yaldızları parlayan soğan damlı kilise kubbelerini fark ediyorum, peş peşe dizilmişler.

Aziz Vasil Katedralinin hemen arkasında yer alan Varvarka caddesi burası. Neredeyse, yan yana dizilmiş dört kilisenin soğan damlı kubbelerinin desen ve renklerini seyrediyorum bir müddet. Aslında, buraları, daha detaylı gezip, fotoğraflayacağım, bugün, yumuşak bir iniş yapayım istedim Moskova’ya. Şimdiye kadar, Moskova hakkında, daha doğrusu bu kentte güvenle dolaşma hakkında, öylesine olumsuz şeyler anlattılar ki; sadece Saint Petersburg’da evinde kaldığım İvan’ın ikazları bile, uzun süre, tedirgin dolaşmama neden oldu. Ne var ki; şu ana kadar, keyfimi bozacak bir tehdit hissetmedim.

Tekrar Kızıl Meydan’a dönüyor, Devlet Tarih Müzesi’nin, arka cephesinde, gölgede kalmış merdivenlerin kimsesizliğine ilişiveriyorum. Tüm meydana hakim burası. Tripodumu çıkarıp, Kızıl Meydan ve Lenin Mozolesini fon alan fotoğraflarımı çekiyorum. Kimden rica edersem edeyim, çoğunlukla flu çıkar benim fotoğraflarım. Özensizlik veya dikkatsizlikten, netlemeden deklanşöre basarlar hep kameramı emanet ettiklerim.

Dönüşte, Aleksandr Bahçelerinde, Orta Cephanelik ( Arsenal ) Kulesinin önünde, bando takımı eşliğinde dans eden, fütursuz eğlenen Rusları görüyorum. 70-80 yaşındakş kadınlar, kıpır kıpır, meydana fırlayıp, dans ediyorlar. Keyifle izliyorum. İnsanlar, acılara, yokluklara ne çabuk alışıyor, ne çabuk unutuyorlar. Dans edenlerin arkasındaki, kule ve duvarlarda asılmış, çürümüş, işkencelerden geçmiş direnişçilerin, reformistlerin cesetlerini görür gibi oluyorum bir an.

Biblioteka Lenina ( Lenin Kütüphanesi ) metro istasyonundayım. Godzillas Hostelin yakınındaki Tsvetnoi Bulvar metro istasyonuna giderken, özellikle, yolu uzatarak, aktarmalar yaparak metro antremanı yapıyorum. Evet, metro işini çözdüm artık. Moskova benim, yarından itibaren.

Metro hatlarında bizdeki gibi her aktarmada para alınmıyor, hemen her zaman önünde uzun kuyruklar olan bilet gişesinden alınan bilet, turnikede okutuluyor, ondan sonra, gün ışığına çıkana kadar, turnike ile karşılaşılmıyor. Metro bilet ücreti ise xxxxxxxxxxxxx ruble.

Lenin Mozolesinin ziyaret günleri, Salı – Çarşamba günleri 10.00-13.00 arası imiş. Sanırım, yarın, Novodevichy Mezarlığına gideceğim, Nazım Hikmet ve Vera ile buluşmak için. Ertesi gün de Lenin’i ziyaret ederim diye düşünürken, garibime gidiyor. Nazım ve Lenin’i ziyaret etmek, gençlik idollerimiz ile ilerlemiş yaşlarda, heyecanımızı, hatta inancımızı zedelemiş bir hayat sonrasında buluşmak varmış.

Metro ile epeyce dolaştıktan sonra Tsvetnoi Bulvar istasyonunda iniyorum. Bulvar boyunca ileri geri yürüyerek, sonunda temiz ve oldukça lüks bir restorandan içeri dalıyorum. Keyifli bir yemek sonrası 203 Ruble ödeyerek, Godzilla Hostel’de, ranzama uzanıp, notlarımı yazıyorum.

Dikkat ediyorum, Moskova’da, alt yapı hizmetlerinde, restoranlarda genellikle Çinli’ler çalışıyor. Saint Petersburg’da, Estonya da Tallinn’de beni allak bullak eden, uykusuz bırakan Beyaz Geceler kısaldı Moskova’da. Saat 22.23 hava kararmaya başladı bile.

 

27.06.2011 ( MOSKOVA )


Akşam, gece yarısı yatakhaneye giren iki patavatsızın gürültüleri haricinde, uykum bölünmedi. Dinlenmiş olarak uyanıyorum. Herkes uyuyor. Karşı ranzadaki dilberler, kulaklıkları ile müzik dinlerken uyuyakalmışlar. Saat 08.30, ranzamda, bugünün planlarını yapıyorum. Önce, Novodevichy Mezarlığına gideceğim, sonra Moskova Nehri boyunca ilerleyerek Arbat caddesinin kaosuna dalacağım.

Tsvetnoi Bulvar istasyonunun tam karşısında, geniş, ağaçlıklı ve heykellerle dolu bir park var. İçerideki büfeler, işe giden gençlere yiyecek bir şeyler satıyorlar. Ben de, iki peynirli börek alarak, gölgede bir bankta kahvaltı işimi çözüyorum. ( 16 Ruble ).

Bugün hava sıcak olacak anlaşılan, görünürde bulut da yok. İnşallah ıslanmadan dolaşırım. Novodevichy Mezarlığı, Ruslar’ın çok önem verdiği Novodevichy Manastırının yanında. Pek çok ünlü insan, sanatçı, devlet adamı ve asker burada gömülü.

Metro ile iki aktarma istasyonundan sonra Sportivnaya istasyonunda iniyor, bir kızdan yardım aldıktan sonra, Novodevichy Manastır’ının kapısında buluyorum kendimi. Hatırladığım kadarı ile Novodevichy Mezarlığına giriş paralı. Gişedeki kadın camı tıklayarak bileti uzatıyor ( 250 R ).

Novodevichy Rahibeler Manastırı, 15. y.y başlarında yapılmış, zamanla genişip büyümüş, Deli Petro’nun, kendisine karşı hazırlanan komplolar içerisinde yer aldığı gerekçesi ile kızkardeşi Sofiya’yı bu manastırda hapsettiği, gözdağı vermek için de, arkadaşlarını, odasının penceresi önünde astırmış.

Dört tarafı sağlam ve yüksek duvarlarla çevrili manastırın. İçeride dört kilise ve bir katedral yer alıyor. Geniş alana giriş kapısının üzerinde, heybetli kulesi ile Transfigüration ( Değişim ) Kilisesi yer alıyor. Geniş bahçenin içinde, beyaz cephesi yaldızlı soğan damlı kubbeleri ile Moskova’nın en eski ve etkileyici dini yapısı Smolensk Katedrali yer alıyor. 1525 yılında yapılmış, içerideki duvarları dolduran freskler de bu yıllara ait, bu nedenle de çok ünlü.

Kırmızı beyaz cephesi ile Assumption ( Göğe Yükseliş ) Kilisesi 1685 yılına, devasa çan kulesi 1690 yılına tarihleniyor. Sağda, solda gördüğüm tek tek mezarlar burada hizmet etmiş din adamlarına ait olmalı.

Ana giriş kapısından çıkıyorum dışarı, Moskova nehrine doğru asfalt boyunca yürüyorum. Sağdaki devasa kapıdan bu kez, Novodevichy Kompleksi ile komşu olan Novodevichy Mezarlığına giriyorum. Giriş kapısı ağaçlarla kaplı devasa bir alana açılıyor. Bir panoda burada yatan ünlülerin mezarları verilmiş, yerleşim planı üzerinde. Defalarca, tümünü gözden geçirmeme rağmen, Nazım Hikmet’in ismini göremiyorum nedense.

Bu arada; ne kadar ünlü ismin burada yer aldığını fark ediyorum.


Nadezhda Alliluyeva-Stalin, (1902–1932), Stalin’in karısı

Pavel Belyayev, (1925–1970), kozmonot

Georgi Beregovoi, (1921–1995), kozmonot

Mikhail Bulgakov, (1881–1940), yazar

Anton Chekhov, (1860–1904), yazar

Fyodor Chaliapin, (1873–1938), opera sanatçısı

Ilya Ehrenburg, (1891–1967), yazar

Nikolai Gogol, (1809–1852), yazar

Raisa Gorbachev, (1932–1999), Gorbaçov’un karısı

Nikita Khrushchev, (1894–1971), Sovyet devlet başkanı

Peter Kropotkin, (1842–1921), Rus anarşist lider

Isaac Levitan, (1860–1900), ressam

Vladimir Mayakovsky, (1893–1930), şair

Vyacheslav Molotov, (1890–1986), Sovyet dışişleri bakanı

Boris Polevoy, (1908–1981), yazar

Sergei Prokofiev, (1891–1953), kompozitör

Dmitri Shostakovich, (1906–1975), besteci

Vasily Shukshin, (1929–1974), yazar, sanatçı ve en önemlisi

Nazım HİKMET.


Beyhude dolaşıyorum, bitip tükenmez mezarlıklar arasında.Neden sonra, mezar taşlarını silen yaşlı bir kadına soruyorum Nazım’ın mezarını. Hemen anlıyor, heyecanla Rusça anlatmaya başlıyor. “ İleride meydan, Yeltsin mezarı, onun karşısında “ kelimelerini ve el kol hareketlerini anlıyorum.

Mezarlık tören alanının tam ortasında, Rusya bayrağı renklerinden oluşan, biraz absürd bir mezarın Yeltsin’e ait olduğunu anlıyorum, tam solunda, fotoğraflarından ezberlediğim, granit kaya üzerinde Mavi Gözlü Dev’i fark ediyorum. Vasiyeti, kendi ülkesinde olmasa da, Rus yöneticiler tarafından yerine getirilmiş. Kocaman çınar ağacının altında Nazım, hemen yanında Vera Tulyokova ile yatıyor.

Devasa granitin yanındaki üç beyaz vazo içinden çiçekler fışkırıyor. Kimisi yeni, kimisi de yıpranmış, çürümüş. Vazolar, yağan yağmurlardan sıçrayan topraklarla kirlenmiş. Az ilerideki çeşmede, vazoları temizliyor, çürümüş, bozulmuş çiçekleri ayıklıyor, mezarlık girişindeki çiçekçiden aldığım iki kırmızı karanfille birlikte, ilk defa çiçek tanzimi yapıyorum.

Gözlerim doluyor. Gençliğimin fırtınalı yıllarında, yaşadığım her çözülme ve kırılmada şiirleri ile doping etkisi yapardı bana. Sıkılmış bir yumruk gibi girerdim hayata her defasında.

Sevmenin tarifini de ondan öğrenmiştim;


“ Sevdiğin müddetçe ve sevebildiğin kadar

Sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe

Ve verebildiğin kadar gençsin “


Nazım’ın mezarı tek başına olsaydı bu kadar duygulanırmıydım bilemiyorum. Ancak; hemen yanı başında yatan Vera ile yan yana görünce boğazım düğümleniyor. Vera Tulyakova, Nazım'ın son aşkı, son yıllarını birlikte geçirdiği sevgilisi, eşi. Öldükten sonra da küllerinin Nazım’ın mezarına, kalp hizasına gömülmesini istemiş ve bu isteği yerine getirilmişti.

Öldüğü yıl; 1963 yılında yazdığı kısacık şiiri hatırlıyor ve gözlerim dolu dolu mırıldanıyorum;

Vera’ya;

Gelsene dedi bana

Kalsana dedi bana

Gülsene dedi bana

Geldim

Kaldım

Güldüm

Öldüm


Bir Japon aile geçiyor yanımdan, halimi merak etmiş olmalılar, kimin mezarı olduğunu soruyorlar. Nazım Hikmet diyorum. Adam sarsılıyor, heyecanlanıyor ve Nazim, Nazim diye haykırmaya başlıyor.

Aslında, Nazın Hikmet yazıyor, granit taş üzerinde Kiril harfleri ile. Ama, yan cephede kalıyor, ön cephede Nazım’ın kendi el yazısı ile imzasında da Nazım yazıyor, ama gerçekten de dikkat çekmiyor.

Sırada Vladimir Mayakovski var. Bolşevik Devriminin politik değişimlerle yetinemeyeceğini, sanat anlayışının da kökünden değişmesi, ülkede kültür hareketinin yeniden hızlanmasının sanatın yoğun kullanılması ile mümkün olacağını söylemiş ve Sovyet futurizminin kurucularından olmuştur.

Benim ilgilendiğim, Nazım Hikmet’in, Mayakovski’nin şiirlerinden etkilendiği ve hocası olarak kabul ettiği. Gençlik yıllarımdan beri, ilk fotoğraf albümümün kapağında Mayakovski şunları söyler;


Bu dünyada ölmek zor bir şey değil,

Bir hayat kurmaktır, asıl zor olan


Ne var ki; şair dostu Yesenin’in, bileklerini kesip intiharından çok etkilendiği söylenir. Yukarıdaki mısralara inat Yesenin gibi kendi elleri ile hayatına son vermiştir. Hemen söyleyeyim, Yesenin, kendi kanı ile bir de “ veda “ şiiri yazmıştır.


“ Yaşamak şakaya gelmez

Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

Bir sincap gibi mesela

Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden

Yani bütün işin gücün yaşamak olacak “


diyen Nazım, ne kadar hayat dolu ise Mayakovski henüz otuzyedi yaşında kendi isteği ile çekildi hayattan. Aramalarım netice vermiyor, bulamıyorum Mayakovski’nin mezarını. Üniformalı mezarlık görevlisine soruyorum, hatırlamıyor, telsizle diğer görevlilere soruyor, öğreniyor ve birlikte yürüyerek Mayakovski’nin büstünün de bulunduğu mezarın önüne getiriyor beni. Ürpertici geliyor burası, oysa, az önce Nazım’ın ve Vera’nın mezarlarında bir enerji hissetmiştim, motive olmuştum. Mayakovski bir Schopenhauer karamsarlığına sürüklemek üzere iken ayrılıyorum, yine de; Schopenhauer’in bir sözü takılıyor aklıma: Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey; yaşam isteğini reddetmektir.

Sonunda ayrılıyorum Novodevicy Mezarlığından, ama, bir kez daha selamlaşmayı ihmal etmiyorum Nazım Usta ile.

Moskova Nehri boyunca yürüyeceğim, sıcak hava bunaltıyor. Hiç değilse nehrin, geniş bir menderes yaptığı kısmı metro ile geçeyim diyorum. Gorki Park yakınlarında Park Kulturi istasyonunda iniyor ve tekrar Moskova Nehri kıyılarına geliyorum.

Yaklaştıkça, devasa heykel daha da belirginleşiyor. Rus filosunun kuruluşunun 300. yılı anısına, bir savaş gemisi üzerinde dümen tutan 1. Petro ( Deli Petro ) ‘nun heykeli bu. Ruslar arasında da, yapıldığı 1997 yılından beri yeri ve şekli tartışılan bu devasa anıtta, hemen göze çarpan bir oran sorunu var.

Petro Heykelinin önündeki burun nehri ikiye ayırıyor, solu takip ediyorum. Az sonra, Kurtarıcı İsa Katedrali’nin önündeyim. Hemen önündeki araç trafiğine kapalı, şirin demir köprüden ( missing bridge yani noksan köprü ismini taşıyor olabilir ), tam karşıda Kremlin duvarları, yaldızlı kubbeleri ile kiliseleri çok güzel görünüyor.

Kurtarıcı İsa Katedrali, 1812 yılında Napolyon’un yenildiği savaşın anısına, tam kırkbeş yılda inşa edilir. 10000 Ortodoks mümini barındırabilecek kapasitedeki bu devasa mabet, 1931 yılında Stalinist politikalar doğrultusunda, Sovyetler Sarayı yapılmak üzere havaya uçurularak yok edilir. Dünyadaki en büyük bina olarak projelendirilen ve 100 metre boyunda tasarlanan Lenin heykeli ile Sovyetler Birliğinin kudretinin sembolü olacaktı.

Ne var ki; koca katedral yıkıldığı ile kaldı ve tasarlanan opoje bir türlü hayata geçirilemedi. Devasa hafriyat çukuru uzun yıllar yüzme havuzu olarak kullanılmış, Sovyet rejiminin yıkılmasından sonra, yeniden aynı alana Kurtarıcı İsa Katedrali yapılaral, 1997 yılına, Moskova’nın kuruluşunun 850. yıldönümünde hizmete açılmıştır.

Meydandaki büfenin gölge çardağına sığınarak bir şeyler yemek istiyorum. Peynirli pide var sadece yine şansıma, serinliğinde çardağın, karşımda ışıl ışıl parlayan Kremlin kulelerini ve kiliseleri seyrederken, neler düşünüyorum, neler. Oluk gibi kan akıtılan Ekim yani Komünist Devrimin, yaklaşık 75 yıl boyunca verdiği ateist eğitimin, ne kadar çabuk çöküp, insanların ( bir avuç inançlı Komünist ve Ateist dışında ) dini inançlarına, kiliselerine koştuğunu, devletin de ( tarihin her döneminde olduğu gibi ) bunu daha da teşvik ederek, ranta ve oya dönüştürdüğünü düşünüyorum. Rusların, aynen Yunanlı’lar gibi, milli ve dini değerleri harmanlayarak var olduklarını düşünüyorum.

Katedrale girerken ciddi güvenlik önlemlerinden geçiyorum, ardından, devasa mabedin serinliğindeyim. Her köşede mumlar yanıyor, dilek listeleri yazılıp, görevlilerin ellerine tutuşturuluyor, para karşılığında. Yaşlı Ruslar, ibadethaneleri mesken tutmuş, kendi alemlerine dalmış, huşu içerisinde dua ederek, kalp huzuruna ermeye, öbür yaşama huzurla girmeye çabalıyorlar.

Şaşırtıcı bir ikon zenginliğine sahip Katedral’den ayrılarak, ismini verdiği cadde boyunca yürüyerek Gogol Parkının içinde, Gogol heykelinin dibindeki parka oturuyor, sıcaktan kesilen nefesimi toparlamaya çalışıyorum. Dikkatimi çekiyor; devasa bloklar arasında, nefes alabilecek parklar, ağaçlık alanları ile birer vaha gibi dinlendiriyor insanı.

Arbat caddesindeyim şimdi. Bu kenti gezenler, Arbat caddesini, Beyoğlu’nun İstiklal caddesine benzetirler. Pek çok hediyelik eşya, başta matruşkaların satıldığı, tezgahlarda, on dakikada taburelerinde oturan insanların portrelerinin yapıldığı Arbat caddesinin, İstiklal caddesi boyutuna ulaşması için sanırım hayli zamana ihtiyaç var. Uluslar arası “ fast food “ firmaları, baş köşeleri kapmışlar ve caddenin en rağbet gören mekanları bunlar. Trafiğe kapalı olması bir şans, anladığım kadarı ile Arbat Caddesi asıl çılgınlığını akşam saatlerinde yaşıyor.

Boydan boya yürüyor, hediyelik olarak bir mağazadan matruşka bebekler alıyor ve Abrat Caddesinden, yine Gogol’un yanına geliyorum. İki ayrı yerde heykeli olduğu söylenir Nikolai Gogol’un. İlkinin yanı başında, Gogol’un eserlerini düşünüyorum.

Türkiye’nin iki büyük kenti ile karşılaştıracak olursak, bence; Saint Petersburg İstanbul’a, Moskova ise Ankara’ya karşılık gelir. Saint Petersburg, kuruluşundan beri dışa dönük modern yüzüne karşılık, Moskova; daha muhafazakar. Saint Petersburg’lular, Moskova’lıları küçümser şekilde; bürokratların ve köylülerin büyük köyü derler Moskova için. Bilemem, toplam on güne sığan bir gezide bu tespiti yapabilmek insafsızlık olur; ama, bürokrasinin hakim olduğu kentlerin, devletle birlikte nefes alışından olsa gerek; daha içe dönük ve muhafazakar olduğu da doğru.

Geri dönüşüm, iş saatinin bittiği zamana denk gelince, metro istasyonlarında seller gibi akan bir insan seli içine düşüyor ve kalabalık arasında, neredeyse kayboluyorum bir anda. İnsan kellelerinden, levhaları, hızla gelip giden, ki; 100 kilometreye yakın çılgın bir hızla perona giren metroları takip edemez oluyorum. Epeyce dalgalanmadan, nice aktarmadan sonra, kaldığım hostele yakın olan Tsvetnoi Bulvar metro istasyonunda gün ışığına kavuşuyorum.

Tsvetnoi Bulvarı üzerinde, artık, benimsediğim restoranda keyifle yediğim güzel yemeklerin verdiği rehavetle giriyorum Godzillas Hostel’in kapısından.Rusya Federasyonunda, hala pek çok gereksiz bürokrasi hayatın içinde. Bunlardan birisi de gezginlerin, bu ülkede ne zaman, nerede kaldıklarını belgelemeleri için boğuşmak zorunda kaldıkları işlemler. Rusya’ya girmek kolay, çıkmaz zordur derler. Estonya’nın sınır kapısı Narva’dan fazla da zorlanmadan girmiştim Rusya’ya gerçekten. Ama, kaldığım sürece, uygulamam gereken bazı prosedürler var. En önemlisi; kalınan kentte nerede kaldığını, ne kadar kaldığını, Rus makamlarına bildirmek ve bunu çıkışta belgelemek. Yoksa, sınır çıkışlarında, bir yığın tatsız işler oluyormuş. Girerken bile, Rus Polis kadının, gözlerini aça aça, kağıda 30 Haziran yazıp, üzerine, kağıdı yırtarcasına çarpı attığını, yani, bu gün çıkmazsan, oyarız demek istediğini hiç unutmuyorum. Saint Petersburg’da, evlerinde kaldığım Nickolay ve karısı Yuka neredeyse, yarım gün posta hanede bitmez tükenmez formlar doldurmuştu, sonra da, ben, bir miktar harç yatırarak ( 200 Ruble ) ilgili kamu idaresine, Moskova’ya gönderilmek üzere postalanmasını sağlamıştım.

Bu arada, aynı işlemleri Moskova’da kaldığım süre için de yapmam gerekiyordu. Allahtan, bu işi, konakladığım tesisler yapıyordu, Godzillas Hostel de 600 Ruble karşılığında bu bürokrasiyi hallediyordu. Resepsiyona hizmet için bu bedeli ödemiştim. Güzel Rus dilber sesleniyor, “ registry evrakların geldi “ diye. 28 Haziran’a kadar almışlar, oysa, ben, 30 Haziran’a kadar kalacağım. Narva sınır kapısında, kadın polisin, kocaman gözlerle, “ gününde çıkmazsan oyarız “ diye tercüme edilebilecek tavırları geliyor aklıma. Kıza yanlışı söylüyorum, özür dileyerek kağıdı alıyor, yarın düzelteceklerini söylüyor.

Koğuşta kimseler yok, banyo yapıyor, ranzama uzanıyor, Skype ile eşimle görüşüyor, e postama bakıyor, notlarımı, fotoğraflarımı derliyorum, saat 24’e doğru uyku kapımı çalıyor, kırmıyor buyur ediyorum bedenime.


28.06.2011 ( MOSKOVA )


Kaldığım on ranzalı koğuştakilerin hemen hepsi genç kız. Trans Sibirya gezisine çıkacaklar, heyecanla rehber kitapları okuyorlar. Yanımdaki ranzada yatan şişman İngiliz kızın horlamaları sık sık uyandırmış olsa da; sabah, tüm gün Moskova’yı arşınlayacak enerjiye sahip olduğumu hissediyorum. Bugün saat 10.00’da Lenin’in mozolesi ziyarete açılacak. Metro’nun bu saatlerde yoğun olduğunu bildiğim halde, yollara düşüyorum, itiş kakış arasında Biblioteka Lenina ( Lenin Kütüphanesi ) metro istasyonuna gelerek, kısa bir yürüyüşle, mozolenin bulunduğu Kızıl Meydan’a vasıl oluyorum.

Dikkat ediyorum; metroda genç kızlar kitap okuyor, yaşlı kadınlar bulmaca çözüyor, erkekler de gazete okuyorlar. Devlet Tarih Müzesi, sabah ışığında kırmızı tuğla cephesi ve kuleleri ile çok güzel görünüyor.

Kızıl Meydan, sabah saatlerinde neredeyse bomboş. Çepeçevre tur atıp duruyorum Kızıl Meydan’ın etrafında, fotoğraf çekiyorum. Bir taraftan da gözüm, Lenin Mozolesinin önünde. Saat 10.00’a geliyor, hayret; görünürde kimseler yok. Stalin’den sonra Lenin de gözden mi düştü diye düşünüyorum. Dayanamayıp, mozole önünde nöbet tutan polise soruyorum. Meğer yanlış yerde bekliyormuşum. Devlet Tarih Müzesinin önünden dolaşıp ( bu arada mozole ziyareti nedeni ile Kızıl Meydan’a girişi kapatmışlar ) giriş turnikelerine gitmemi işaret ediyor.

Uzaktan upuzun bir kuyruk görüyorum. Yok; gözden düşen Lenin değil, benim dikkatsizliğim. Bir saat önce geldiğim halde, şimdi girdiğim kuyrukta en az bin kişi var. Bir kez daha kızıyorum kendime, böylesi uzun bir kalabalığı nasıl göremedim diye. Arkadan ordu gibi Çinli’ler geliyor, kuyrukta disiplin bozulmak üzere, safları darmadağın ediyor Çin’liler.

Dikkat ediyorum; insanlar, ömrünü halkların kardeşliğine adayan birini yani; Lenin’i ziyaret ederken bile, çaktırmadan, birbirlerinin önüne geçebilme, derdinde. Bir dünya krizi, bir kıtlık veya felaket halinde, güçlü olanların diğerlerini nasıl yok edip yağmalayacağını düşünmek istemiyorum. Bugün; türlü işgallere, müdahalelere kayıtsız kalan Birleşmiş Milletler ne kadar işlev görebilecek.

Yaklaşık bir saat sonra sıra bana geliyor. Görevli polisler, sık sık, telefon, fotoğraf makinesi ve video kamera ile girilmeyeceğini söylüyorlar. Fotoğraf makinemi geri dönüp bırakamayacağıma göre, küçük çantamın en dibine koyuyorum. Önümdeki Çinli her geçişinde turnikeden alarm çalışıyor, defalarca tekrar ediyor, sonunda ayakkabısının tabanındaki demirlerden dolayı alarm çaldığını anlıyor, güvenlik görevlileri ve adamı içeri kabul ediyorlar. Bu durumu görünce, önceden tedbir olarak; üzerimdeki bozuk rubleleri, hatta kemerimi bile çıkarıp, çantaya koyuyorum, polisleri huylandırmasın diye. Turnikeyi kazasız atlatıyorum. Bir polis “ çantayı aç “ diyor, içerideki fotoğraf makinemin kılıfını görünce, çekip alıyor, suratını buluşturup, elinle dışarı gösteriyor. Bu andan sonra yapılacak, itiraz edecek bir şey yok, Lenin’le vedalaşıyorum uzaktan ve beni reddeden polise anlamlı bir bakış atarak çıkıyorum dışarı. Neden sonra, Devlet Tarih Müzesindeki emanet bürosuna sırt çantalarının ve kameraların bırakılması gerektiğini, aksi takdirde ziyarete alınmayacağını okuyorum, aylar önce tercüme ettiğim ve altını çizdiğim notlarda. Ne yapalım, bugün ters tarafımdan kalkmış olmalıyım.

Lenin’in mumyası hakkında okuduğum yazılarla avunmaya çalışıyorum. Pek çok yerde, “ Lenin’i mumyalamak için, tüm vücudunu boşaltıp, kimyasal maddelerle doldurdular, Lenin’ den eser kalmadı “ şeklinde yazılar okumuştum. Saatlerdir beklediğime mi yanayım, Moskova’nın en rağbet gören ziyaretini gerçekleştiremediğime mi yanayım diyerek ayrılıyorum Kızıl Meydan’dan.

Mozoleyi, Lenin, 1953 yılından 1961 yılına kadar Stalin’le paylaştı. Ne var ki; giderek artan anti-Stalinci atmosfere, 1961 yılında toplanan 22. Komünist Parti Kongresinde anlatılan bir rüya, bu iki lideri aynı mekandan ayırdı. Spiridonava isimli bir parti üyesi, rüyasında Lenin’i gördüğünü ve Stalin ile birlikteliğinden şikayetçi olduğunu söyleyince, Komünist Parti kararı ile Stalin buradan alınarak, Mozolenin arkasına gömüldü, daha sonra Brejnev ve diğer birkaç Parti lideri ile sonsuz uykusuna devam etti.

Kızıl Meydan’da, Lenin Mozolesinin tam karşısında yer alan GUM mağazalarına ilerliyorum. Önümde Kazan Katedrali var. Oldukça küçük ama sevimli cephesi ile Kızıl Meydana hakim renk cümbüşüne ayrı bir katkı sağlıyor. İlginç bir mazisi var bu yapının. 1612 yılında Polonyalı işgalcilerin kovulmasına şükran amacı ile 1636 yılında inşa ediliyor, Polonyalıların kovulmasına yardımcı olduğuna inanılan Kazan Bakiresi ikonu iki yüz sene burada muhafaza edilerek, ününe ün katıyor buranın.

Kazan Katedrali, Kızıl Meydan’da yapılan 1 Mayıs ve Ekim Devrimi kutlama törenlerine katılan işçi ve Kızıl Ordu’nun geçişine mani olduğu gerekçesi ile tamamen yıkılıyor. Perestroyka sonrası, 1993 yılında yeni bir bina inşa edilerek, Katedral olarak kullanılmaya başlıyor.

GUM mağazaları, ülkemizdeki AVM çılgınlığının ilki sayılan Galleria’yı andırıyor ilk bakışta, iç dizaynı ile. Dış görünüşü ile, hiç de Sovyet mimarisine benzemiyor, harika bir 19. y.y fasadına sahip, birbirine paralel üç bloktan oluşuyor. GUM; Gosudartvenny Unıversalny Magazin yani Devlet Magaza İşletmeleri kelimelerinin kısaltması. Anlatıldığına göre, Sovyet döneminde uzun kuyruklar oluşur, tekdüze ürünler bile zor bulunurmuş boş raflarda. Üst katlarda giyim, alt katta, gıda ve şarküteri mağazaları var. Sessiz, bol çeşitli Batı ürünleri, her türlü elektronik eşya ve parfüme kadar her şeyin bulunabildiği , çağdaş AVM hüviyetini kazanmış. Üç katı da dolaşıp, Batı ürünlerine açlığı ile bilinen Rus’lara sunulan tüketim mallarının sergilendiği vitrinleri seyrediyor, fotoğraflıyor, sonra da GUM’un arkasında yer alan Kitay Gorod semtinin daracık sokaklarına dalıyorum.

Bu esnada; bir antikacı dükkanında, 1960’lı yıllarda, evimizde bulunan Fransız malı tüplü radyonun bir benzerini görüyorum. 180000 Ruble yani 4500 € fiyat koymuşlar üzerine. Bu radyoyu yakın yıllara kadar annemlerin evinde muhafaza etmiş, büyüklüğünden dolayı, bırakmak zorunda kalmıştım. Anladığım kadarı ile şu anda küçük bir servet sahibi olabilecekmişim.

Kitay Gorod semtinde, Ploshad Revolyutsky ( Ekim Devriminde çok kanlı çatışmalara sahne olan Devrim Meydanı ) oldukça ilgi görüyor anlaşılan, neredeyse tüm banklar dolu, kitap okuyan yaşlı bir adamın bankına ilişiyorum ben de. Bu semtte daha çok, dar sokaklar ve eski yapılar var. Eski Borsa binası, 1563 yılında Rusya’da ilk kitabın basıldığı Synos Matbaasının önünden geçiyorum, fakat, koca Moskova için günlerim giderek azalıyor, bu nedenle, pek çok detayı hızlı geçmek zorundayım.

Slavyanskaya Meydanının sonunda, tipik Rus mimarisi ile Azizler Katedrali var. Önündeki caddede yoğun bir trafik adım adım ilerliyor. Burada ilk kilise 1380 yılında inşa edilmiş. 1687 yılında yenilenmiş. Sonradan, bu caddenin Varvarka Caddesinin devamı olduğunu anlıyor ve buradan Kızıl Meydan’a yöneliyorum tekrar. Tabii, Varvarka Caddesinde Azize Barbara Kilisesi, Aziz George Kilisesi ve Kutsal Üçleme Kiliselerinin çarpıcı kulelerini bir kez daha seyrederek. Farkındayım; çok sık kilise kulelerinden bahsediyorum, ama; Rusya, hatta, Avrupa ülkeleri, ziyaretçilere en fazla kilise gösteriyor. Aslında, benim, Moskova’ya gelme amacım; Nazım Hikmet’in mezarını ziyaret etmek içindi. Çok şükür, bu arzumu gerçekleştirdim. Kilise ziyaretleri, bu ulusun, Ortodoks değerlere ne denli bağlı olduğunu tspit etmek için önemli bence. Kitlelerin yönlendirilmesi ve motive edilmesi için gerekli malzemenin dini inançtan geçtiği aşikar.

Sonunda, Kremlin duvarlarının önündeki uzun kuyruğa girerek, bilet alıyor ( 350 Ruble ) Kutafya kulesinin önünden geçerek, Trinity ( Kutsal Üçleme ) köprüsünde yürüyerek, bir zamanların korkulu rüyası, şimdilerde, geçmişin paranoyasını pazarlayarak büyük bir ranta çevirmeyi başarmış Kremlin’e, yeni adıyla Kremlin Müzesi denilen, Rusya’nın tarihi boyunca dini ve politik doruk noktası olmuş bölgesine ayak basıyorum. Hazine binasını ziyaret etmek 700 Ruble, Müze ve Katedraller için 500 Ruble daha ödemek gerekiyor. Gişedeki, Sovyet mirası yaşlı kadına, 500 Ruble’lik biletten de istediğimi söylememe rağmen, “ bu yeter “ diyerek 350 R’lik bileti uzattı. Anlaşılan, bugün, free gün olmalı veya Lenin daha fazla üzmek istemedi beni.


İçeride rasgele her yere girilemiyor, ya bir düdük sesi yada sertçe bir seslenişle, ayrılmış güzergahta, seçilmiş bölgelere yönlendiriliyor ziyaretçiler. Devlet Silahhanesi veya Cephanelik ( Arsenal ) binasına yaklaşmak bile yasak mesela, zaten umursamıyor; üzerinde borazan, davul ve her türlü silah kabartmalı bulunan basit mimarili sarı binanın önünden, Rus dini, dolayısıyla siyasi yapısına yön vermiş yedi mabetin bulunduğu Sobornaya Ploshad ( Meydana ) giriyor ve bir anda güneşin altında parlayan soğan damlı kulelerin ışıltısı içinde buluyorum. Fotoğraf çekmek için, ışık öyle ters, hava öyle sıcak ki; şeytan, “ bırak gezmeyi, az ötedeki parkta hafiften kestiriver “ diyor.

Yine de içim rahat etmiyor, en sade kubbeli “ Emanet Cübbe Kilisesi “nden başlıyorum, öbek halinde toplanmış Kremlin Mabedlerini. Oldukça süslü kemerli, freskli kapısı, yaldızlı kuleleri ile “ Göğe Yükseliş Katedrali “ geliyor sonra.

Sobornaya Ploshad ( Katedral Meydanı)’nın en yüksek yapısı, 81 metre yüksekliğindeki kulenin ucunda altından yapılmış kubbesi ile Büyük İvan ( Korkunç İvan ) Çan Kulesidir. Taşıdığı 21 çanın en büyüğü 64 ton ağırlığındadır. Aslında bu kuleye, dünyanın en büyük çanı kabul edilen 200 tonluk Çar Çanı asılacaktı. Kalıbının sökülüp, kuleye asılmasına fırsat kalmadan, Kremlin’i kasıp kavuran bir yangın çıktı ve söndürme esnasında, dökümden sonra hala sıcak olan çanın üzerine de dökülen sular, çanı çatlatarak 11 tonluk parçasının ana gövdeden ayrılmasına neden oldu. Kaderin garip cilvesi olarak, dünyanın en büyük çanı, bir kez bile çalmadan hurdaya ayrılmış oldu.

Katedral Meydanı olarak çevrilebilecek olan Sobornaya Ploshad’a girişin yapıldığı iki tünel kapı üzerinde yer alıyor Patrik Sarayı ( Patriarchs Palace ), Rus Ortodoks Kilisesinin dini liderlerine ev sahipliği yapıyor, hem de nerede, devletin yönetildiği Kremlin’in içerisinde. İçerisinde antik İnciller kadar, dünyevi zevklere de gönderme yapan mücevherler, yemek takımları ve mobilyalar da görülmeye değer imiş, ben görmedim.

Büyük İvan Çan Kulesinin az ilerisinde Çar Topu’nun yanına gidiyorum. Türkçe konuşmalar geliyor kulağıma. Genç bir rehber, etrafındaki 8-10 Türk’e Çar Topu’nu anlatıyor. “ Hiç kullanılmamış, düşmanları korkutma amacı ile yapılmış “ diyor. Oarada beni fark ediyor, “ merhaba “ deyince, burada ne aradığımı soruyor, anlatıyorum. Bu arada diğerleri de çeviriyorlar etrafımı. 35 gündür tek başıma Litvanya, Beyaz Rusya, Letonya, Estonya ve Rusya’yı arşınladığıma inanamıyorlar. Sanki bir mucize yaratmışım gibi, ne kadar ürkek bir toplumuz, kabuğumuzu yırtma konusunda. Az sonra, rehberden izin isteyip ayrılmak istiyorum, “ beraber gezelim Kremlin’i “ diyor, ben elimdeki notlarla yetineceğimi söyleyerek ayrılıyorum.

Göğe Yükseliş Katedrali’nin duvarlarına dayanmış yorgunluk çıkarırken, aklıma geliyor. VDNKh ( Sovyetler Birliği’nin Ekonomik Başarıları Sergisi ) ‘ne gidebilirim, günün geri kalan zamanında. Artık aşinası olduğum metro istasyonlarını kullanarak, Biblioteka Lenina ( Lenin Kütüphanesi )dan binerek, Sretensky Bulvar ve Prospekt Mira istasyonlarında yaptığım aktarmalardan sonra, aynı adı taşıyan VDNKh istasyonunda iniyorum. İner inmez gözüm, devasa bir anıta takılıyor, ucunda roket olan, hakikaten çok yüksek bir anıt. Yaklaşık 100 m. yükseklikte, titanyum metalinden yapılmış bu dikilitaş, Sovyetler Birliği’nin ( bence ) yıkılış nedenlerinden biri olan A.B.D ile girdiği uzay yarışını çok iyi özetleyen bir propaganda abidesi olarak yükseliyor. Kaidesinde, klasik Sovyet Reel Sosyalist sanatın gravürleri ve bodrum katta küçük bir pencereden görebildiğim kadarı ile içinde dev bir roketin bulunduğu müze var, ama kapalı.

Geniş cadde büyük bir zafer takının altına getiriyor beni. Takın üzerinde, elinde iri bir buğday demeti tutan emekçi kadın ve erkek tiplemesi var. VDNKh alanı, Sovyetler Birliği dönemine ait tüm propoganda görkem ve mimarisine sahip. 1991 öncesinde, her meslek için, büyük sergi alanlarının bulunduğu mekanlar, artık, derbeder, çağdaş teknolojinin en az üç – beş yıl gerisinde bulunan elektronik cihazların, kamera ve ev eşyalarının satıldığı dükkanlara dönüşmüş.

Adeta bir zaman tüneli işlevi gören dev takın altından geçince, karşımda, başka bir devasa bina, üzerinde kule ve zirvesinde kızıl yıldız var. Yaklaştıkça önündeki, paltolu Lenin heykeli büyüyor. Akıllara ister istemez Stalin’i düşüren binanın içini merak edip, giriyorum. Büyük bir hüsran, küçük dükkancıklara bölünmüş derme çatma tezgahlar üzerinde, Laleli’de Rus ve eski Sovyet Devletleri vatandaşlarına çakılan tapon malların, elektronik cihaz ve fotoğraf makinelerini görünce, kısa bir atıp kendimi dışarı atıyorum. Su şırıltıları karşılıyorum, Halkların Kardeşliği Meydanı, önünde 15 Sovyet C umhuriyeti kadınının geleneksel giysileri ile tiplendiği yaldızlı heykelleri ve fıskiyelerden fışkıran suları ile cıvıl cıvıl.

Bunaltan sıcaktan kaçan çocuklar, çeşmenin serin sularında serinliyor, bir yandan da sevinç çığlıkları atıyorlar. Çocuk sevinçlerini izliyorum uzun süre, sonra, geniş alanın sonlarına doğru yürüyorum. Yolumun üzerinde sağlı sollu tezgahlarda, et, süt ürünleri, şiş kebap satan salaş lokantalar başlıyor. Sıcaktan bunaldım, 2 litrelik kocaman bir şişe Kvas alıyorum ( 40 Ruble ). Rusya ve Doğu Avrupa ülkelerinde genellikle “ kvass “ olarak adlandırılan içecek, bu coğrafyada en çok tüketilen sıvı. Slav dillerinde maya anlamına geliyor, Sovyetler zamanında “ Komünist kola “ denen kvass, çavdar ekmeğinin mayalanması ile elde ediliyor. Her köşe başında, çoğu, küçük arabaların üzerindeki tanklarda, kvass satıcılarına rastlıyordum ne zamandır. Hele, yaşlı genç, herkesin elinde, bira şişesine benzer, litrelik şişeleri gördüğümde, ilk düşündüğüm, alkolik insanların, yanlarında içki şişeleri ile gezdikleri idi. Sonradan anladım ki; çoğu yerde, sudan fazla tüketilirmiş kvass. Halkın yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğu, Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki’nin eserlerine girmesinden de açıkça belli. Bakımsız, zamanın tahribatına terk edilmiş mekanlar, Sovyet Reel Sanatı’nın heykelleri, resimleri ortadan kaldırılmamış, ağır ağır bir ölüme terk edilmişler.

Saat 19.00’a doğru, gözüme kestirdiğim bir restoranda, şiş kebap yedikten sonra, yine dev roket anıtının önüne geliyor, başta ilk Sovyet kozmonotu Yuri Gagarin olmak üzere kozmonotların heykellerini dolaşıp, VHDNh metro istasyonunda bitiriyorum gezimi.

Yine, çılgın bir metro kalabalığı arasında Tsvetnoi Bulvar’a geliyor, bir duş alıp, ranzama uzanıp, notlarımı, fotoğraflarımı derliyorum. Bu arada; registry belgem düzeltilip, 30 Haziran’a kadar uzatılmış, kafam daha da rahat şimdi.

 


29.06.2011 ( MOSKOVA )

 

Bugün Moskova’da son günüm, gezimin de 36. günü. Yarın, Moskova saati ile 15.45 ‘de İstanbul’a dönüyorum. Düşünüyorum da, 25 Mayıs’ta Litvanya’da Vilnius’ta başlayan gezim ne hızlı geçti, Beyaz Rusya, Letonya, Estonya, Saint Petersburg derken Moskova’da devam etti. Yarın, 37 gün sonra aileme kavuşacağım. Gerçi, bu gezimde, yanımda taşıdığım netbook ile hemen her akşam Skype ile görüştüm eşimle, çocuklarımla, hatta torunum ile.

Sabah, yine metro istasyonunun karşısındaki bakımlı parkta yapıyorum kahvaltımı. Sonra da; dün planladığım, Moskova’nın 10 kilometre güneyindeki Kolomenskoe Müze Alanına gitmek üzere metroya biniyorum. Çehov istasyonundan, Tverskaya istasyonuna yürüyerek, sonunda yeşil hatlı Kolomenskaya’ya vasıl oluyorum. Bu bölgeyi gösteren haritam yok. Elimdeki Lonely Planet, metro istasyonundan on dakika yürüneceğini söylüyor, ama; ne yana. Caddede, iki genç kıza soruyorum, İngilizce bilmiyoruz diyerek kaçmaya çalışıyorlar. Kolomenskoe’deki kiliselerin fotoğraflarını gösterince, anlaşıyoruz. Gülerek, yanlış yolda olduğumu, metro alt geçidinden geri dönerek, karşıya geçip, sağa doğru yürümem gerektiğini işaret ediyorlar.

Az sonra, büyük bir demir kapı çıkıyor karşıma, ardında, rüya gibi yemyeşil bir alan uzanıyor. Keyifle yürüyoruz yeşillerin arasındaki patikada. Sabah erken saatler, görünürlerde henüz bir ziyaretçi yok. Bakımlı rengarenk çiçekler, çimler arasında huzur buluyorum.

Eski bir kapı önünde antik kent başlıyor. Rus Çarları 16. yüzyılda burada kafa dinlermiş. Savior Kapısından giriyorum, solda Kazan Kilisesi, gök mavisi renginde kubbeleri ile karşılıyor. 17. y.y ‘da inşa edilmiş. İçeriden gelen ayin seslerini duyunca içeri giriyorum, hemen hepsi kadınlardan oluşan cemaat, huşu içerisinde ayine iştirak ediyor, sık sık istavroz çıkararak, bizim namazdaki gibi, rükua eğiliyorlar. Ayini yöneten papaz, kocaman cildli bir kitabı sık sık havaya kaldırıyor. Havaya kalkan kitabı görünce, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Katliamında, Madimak Otelinde alevler yükselirken, ellerinde Kutsal Kitap Kuran’ı havaya kaldırarak naralar atan Müslüman’lar geliyor aklıma, ürperiyorum bir anda.

Hava çok sıcak, az önce buraya gelirken, bir polis karakolunun duvarındaki termometre v27 dereceyi gösteriyordu. Aşağıda Moskova Nehri akıyor, sahilleri bomboş, ağaçlar suya kadar eğilmişler. Sanırım, Moskova’nın en yüksek yerlerinden birisi Kolomensko. Püfür püfür, ferahlatıcı bir rüzgar esiyor. Son gün için, isabetli bir seçim olmuş burayı seçmem.

Ne var ki; çok geçmeden, gürültü patırtıları ile bir İtalyan kafilesi doluşuyor Kazan Kilisesi önüne ve bir anda büyü bozuluyor Kolomensko’da. Her ağacın, her taşın önünde, erotik pozlar vermeye çalışan İtalyan’ları terk edip, yeşillikler içersinde ilerliyorum. Allahtan alan büyük, kaçacak alan çok.

1532 yılında İsa’nın Göğe Yükselişi Kilisesi, 70 metrelik kulesi ile, bir zamanlar Moğol saldırıları kollayan gözetleme kulesi olarak kullanılırmış. 1994 yılında Unesco Dünya Mirası listesine alınmış. Kiliseye ve önünde bikinileri ile güneşlenen Rus kızlara bakarken bir yandan da düşünüyorum; Bunca kilise, din kurumları ve devletin, halkı psikolojik olarak inanç kanalı ile alesta tutarken, bir yandan da aba altından sopa göstererek, bunca azametli dini yapılar ile onları ezme, ürkütme gayretine girmiş olmalılar.

Nasıl; Sovyet Reel Kültürünün binaları, heykelleri, insanları basitleştirme, sıradanlaştırma işlevine dönük ise, kiliseler ve din adamları, yüzyıllardır devletle omuz omuza aynı işlevi görüyor, Sovyetlerin çöküşünden sonra.

Dün, Kremlin’i dolaşırken, Rus Devlet Başkanlarının tören alanı olarak kullandığı binadan çıkan bir din adamı ( oldukça değer verilen biri olmalı ) bir koruma ordusu arasında, devasa bir makam aracına binmişti. Üstelik bu bina, Rus Federasyonunun laik yüzüne örnek olarak gösteriliyordu.

Yine 200 tonluk Çar Çanına döneyim. Rehber, elindeki, 10 Rublelik metal para çana vurmuş ve beklenmeyen bir tını yükselmişti metal yüzeyden. Bu çan, eğer Çan kulesine asılabilseydi ve 10 tonluk bir tokmak ile vurulsaydı, bunun mümin köylüler ve halk üzerinde yarattığı deruni duygular ve imparatorlarına ve dini yapılara duyduğu saygı neyle ölçülebilr, neyle izah edilebilir ?

Moskova Nehrinin kıyısından, dik olarak yükselen bir arazi burası. Ascention ( Yeniden Göğe Yükseliş Kilisesi )ni fotoğraflamak için, dik arazinin sonuna, Moskova Nehrine doğru ilerliyorum. Ahşap mimariden, tuğla yapıya geçişin ilk örneği burası. Latin ülkelerindeki Katolik Kiliselerin hatlarına benzetiyorum, fasat detaylarını. Hemen güneyinde de, 16. yüzyıl yapımı Saint George Çan Kulesi ve yanında Su Kulesi var.


Demir parmaklıklara dayanıp, kadrajladığımda, garipsediğim bir tablo ile karşılaşıyorum. Kilisenin önündeki çimenlere uzanıp güneşlenen, bikinili Rus kızları ile kilise aynı kadrajda. Az sonra, kilise’den çıkan bir grup kız da diğerlerinin yanına gelerek, soyunup, birbirlerinin sırtlarına güneş yağı sürüyor, sonra da; mayoları ile güneşe terk ediyorlar, bedenlerini.

Arazi, çoğu 600 yaşında olduğu söylenen meşe ağaçları ile kaplı. Bir ara, ileride beyaz kubbeleri ile başka bir kiliseyi fark ediyorum ağaçların arasından. Saint John Baptist Kilisesi olmalı. Ağaçlar altında uzanan çimenlerin arasındaki daracık patikaları izlemeye başlıyorum. Yer yer ayrılmış yemyeşil çimenlerle kaplı geniş alanlarda, yarı çıplak, topless dilberler uzanmış güneşleniyorlar.

Bir vadiye iniyorum, bordo renkli, ahşap merdivenler üzerinden ve yine devam eden merdivenleri tırmanarak, nefes nefese karşı tepeye varıyorum. Bunca iniş çıkış olacağını, nefesimi keseceğini tahmin etmemiştim.

Solda, demir kapı, ilerideki eski bir mezarlığa açılıyor, ağaçların sıklığından John Baptist Kilisesinin beyaz duvarları dahi zar zor görünüyor, loş ve rutubetli ortamı ile korku filmlerine ideal bir plato olabilir buralar. Çok eski olduğu anlaşılan sığ lahitler serpilmiş mezarlığın içine. Akdeniz’de Likya geleneği olan taş lahitlerin, Romalı’lara da intikal ettiğini biliyorum. Bizans İmparatorluğunu sahiplenme iddiasındaki Rus Çarları, Likya, Roma derken, Bizans İmparatorluğunda da devam etmiş olması muhtemel taş lahit geleneğini Rusya İmparatorluğunda da mı sürdürdüler acaba ?

Saint John Baptist Kilisesi ilk kez 1540 yıllarında Korkunç İvan tarafından yaptırılmış. Bizans İmparatorluğunu yıkan, İstanbul Fethinden sadece yüz yıl sonra.

Şaşılası büyüklükte arazinin içinde kaybolmak işten bile değil. Düzenli olarak ekilmiş elma ağaçlarının üzerinde elmalar, büyümeye durmuş. Ağaçların kapattığı gökyüzünden sızamayan güneş ışıkları nedeni ile loş, toprak kokan patikalarda, gayesiz, hedefsiz yürüyorum, uzun süre. En ıssız köşelerde bile, tertemiz, boyalı, kazınmamış oturma bankları ve yanlarında çöp kutuları var. Ağaçların olmadığı, küçük açıklıklarda bile, vücutlarını cömertçe güneşe bırakmış kadınlar birer ikişer kadınlar çarpıyor gözüme. Kimsenin kimseyi rahatsız etmediği, kimsenin ürkmediği, sessiz bir cennet burası.

Yürürken geniş bir çember çizmiş olmalıyım, mezarlığın yanındaki demir kapının önünde buluyorum kendimi. Aynı, bordo boyalı ahşap merdivenleri kat etmek var yine. Bu kez sayıyorum, tam 244 basamak varmış. Terlettiği, nefessiz bıraktığı kadar varmış.

Sabah girdiğim kapıdan çıkıp, devam eden yeşil alanda arıcı kulübesi gibi birkaç mekanı ziyaret ederek, sabahki termometrenin 30 dereceyi gösteren skalasının önünden geçerek metro istasyonunun serinliğine varıyorum. Sıcak bastırdıkça, metrodan inen insan gruplarının Kolomenskoe Parkının serinliğine sığınmak ya da güneşlenmek için yürüdüğünü fark ediyorum. Genç kızlar, kavurucu sıcaktan dağılmış, yalın ayak yürüyorlar sokaklarda.

Aslında, Kolomenskoe Parkında tüm günümü geçirebilirdim, fakat; Arbat Caddesinden, hediye için Matruşka almak istiyorum. İş dağılış saatleri haricinde, metro istasyonları çok yoğun olmaz düşüncesiyle, özellikle; ilk yapılan metro istasyonlarını, birer sanat müzesine benzeyen dekorlarını fotoğraflamak istiyorum.

Mayakovskaya ( 1938 ), Kropotkinskaya ( 1935 ), Komsomolskaya ( 1935 ), Novoslobodskaya ( 1952 ), Novokuznetskaya ( 1943 ) ve Arbatskaya ( 1953 ) sakin saatlerde yine kalabalık, insan selinden korunmaya çalışarak fotoğraflarını çekiyorum.

Arbat caddesinden en çok satılan hediyelik ürün matruşka, en büyüğünden, insan boyuna kadar değişik boylarda değişik fiyatlarda bulmak mümkün. Beş parçalı iki adet matruşka alıyorum ( 1440 Ruble ). Matruşka bebeklerin 1890 yılında Moskova yakınlarında bulunan Abrentsevo Malikanesi'ne ait Çocuk EğitimAtelyesin’de doğduğu iddia edilmektedir. Birçok meşhur ve yetenekli Rus sanatçı, yerel oymacılar ile birlikte Abrentsevo Malikanesi'nin sahibi Mamontov’un atölyesinde çalışmaya başlarlar. İsmini çok beğenilen bir bayan olan Matrioska'dan aldığı söylenir.

Tsvetnoi Bulvar istasyonunda iniyor, bir şarküteriden bira ve hazır yemek alarak, Godzillas Hostel’in mutfağında keyifle akşam yemeğimi hallediyorum ( 281 Ruble ).

Yattığım odaya grup gelecek anlaşılan, boşaltmışlar, yeni çarşaf ve yastık kılıfı veriyorlar. Yorgun argın eşyalarımı bir üst kata taşıyor, uzanıp notlarımı yazarken, bir yandan da dinleniyorum.

Yarın, Paveletskaya metro istasyonundan kalkacak Aero Ekspres ile beni İstanbul’a ulaştıracak uçağın kalkacağı Domodedovo Hava alanına gideceğim.


30.06.2011 ( MOSKOVA - İSTANBUL )


 

Derken son gün, son saatler geliyor. 37 gün süren bir geziyi, kazasız belasız bitirmenin sevinci ile aileme kavuşma heyecanı birbiri ile harmanlanıyor. Aero Express 45 dakikada, Domomedovo Havaalanına getiriyor ( 320 Ruble ). Havaalanı, ana baba günü. Bitip tükenmez anonslar, bir köşeden etrafı seyretme, ülkeye dönen Türk işçilerinin sorunlarına kulak kabartma derken zaman geçiyor. Uçağa geçiyoruz.

Bir tek, gerek Saint Petersburg’da, gerek Moskova’da registry ( kayıt ) işlemleri için harcadığım emek ve paraya acıyorum. O kadar korkuttukları halde, havaalanında ve pasaport kontrolunda hiçbir görevli sormuyor bile.

Ufukta bulutların altından yer yer görünen İstanbul’u tanıyorum. Bir gezi ve rüya bitiyor. Dilimde; Nikos Kazancakis’in bir cümlesi: “ ne öğrendiysem, düşlerim ve rüyalarımdan öğrendim. “

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..