Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Eylül '17

 
Kategori
Anılar
 

Nikâh Şekeri

Nikâh Şekeri
 

Fotoğraf benden olsa da anlatılan gerçeklikten değildir


Galiba ilkokulu bitirdiğim yılın yaz günüydü. Ömür’ün liseye giden bir ablası vardı; adı Senay’dı. Senay’ın basketbolcu bir sevgilisi vardı. Bizim gecekonduya yakın bir apartmanda oturuyordu. Senay aşk mektuplarını sevgilisine benden gönderirdi. Basketbolcu da her defasında bana bir dilim pasta verirdi. İşin tuhafı Sena’ya çocukça ve umutsuzca ben de âşıktım; ancak mektuplarını taşımayı reddedemedim; bana kırılır diye korktum. Çok güzel, havalı bir kızdı. Ben büyüyünce o basketbolcuyu nasılsa bırakır beni seçer diye düşünürdüm. Henüz ergenliğin hayal eşiğinden atlamış değildim. 
 
Senay’ın annesi o gün nasıl olduysa durumdan şüphelenip apartman girişindeki merdiven altında pusu kurmuş. Beni aşağıda yakaladı tabi. Kapıcı odasına götürüp üstümü aradı. Donumun içine gizlediğim mektubu buldu. Önce buz kestim, ardından saçlarımın dibine kadar kızardım. Durmadan, “Korkma sana bir şey yapmayacağım” diyordu. Sonra elimden tutup Senay’ın yanına götürdü beni. Yüzümün utançtan alev alev yanışını şimdi bile duyabiliyorum.
 
-“Kaltak! Daha liseyi bitirmedin, gizliden evlenecek misin?” diye azarlamıştı kızını; gene de bir tokat bile vurmaması beni şaşırtmıştı. “Gizliden mektuplaşma gereğini de nereden duydun? Şeker gibi anayımdır, ama aldatılmaya gelemem” diye söylenmişti.
 
Senay Abla şımarık bir ses tonuyla omzunun üstünden bakarak, “Sanki ben bir daha yazmayacağım! Postane kıtlığı mı var?” diyerek odasına çekilirken herkes bana bakıp gülmeye başlamıştı. Ben de hayatımın en aptal gülüşünü o gece yapıştırdım yüzüme. Suratıma yayılan şaşkın aptal gülüşü, gösterilen hoşgörüye o an içinde bir anlam veremeyişimdendi. Benim büyüdüğüm yerlerde bu kesin dayaklık bir kusurdu. Hem ben hem de Senay Abla dövülmeliydi. Bunda bir terslik vardı; bilincimdeki kültür kodlarına uymuyordu. Aklım karışmıştı, ancak dayağın bir terbiye etme aracı olmadığının ilk sinyalini de o an göndermiştim bilincime. 
***
Senay daha sonra Tuncay adlı efendi bir delikanlıyla evlendi. Beyoğlu’ndaki nikâhına ve Zeki Müren’in şarkı söylediği Hilton’daki muhteşem düğüne ben de katıldım. Fotoğraflarını çektim. O sıralar fotoğrafçılığa merak sarmıştım. Okuldaki fotoğrafçılık kulübünün etkin üyesi olmuştum. Şahane bir düğündü. Yemekleriyle, müzik ve davetlilerin coşkusuyla mükemmeldi.
 
Senay Abla ile Tuncay ağabey mesut ve bahtiyar olsunlar. Nikâhlarına tanıdık tanımadık bir sürü güzel insan, rengârenk karanfiller ve güllerle gelmişlerdi. Ömür ‘poloraid’ fotoğraf çekmek isteyince görevliler engel olmak istemişlerdi; dışarıdan fotoğraf çekimi yasakmış. Tartışmayla, çekişmeyle çekmeye devam etti. “Sen de çek elini tutan mı var? Düğün sahibine de fotoğraf çekme yasağı mı konurmuş!” diyerek bağladık tartışmayı. Çekiyor, çıkarıp bana veriyordu; ben de 1 dakikalık saymadan sonra pozlanan fotoğrafı koruma zarfından çıkartıp bir yüzü yapışkanlı sert bir kartona yapıştırıyordum.
 
Bir bavul dolusu nikâh şekerini Ömür’le birlikte kaldırıp çıkıştaki masaya koyduk. Nikâh akdi için alkışlar içinde imzalar alındıktan sonra, davetliler gelinle damadı kutlamak için çıkış koridoruna doluştu. Takı ve para toplanmadı. Çiçek sepetleri eve götürülmek üzere arabalara kondu. Onlar mutlu olacaklar, çünkü nikâhlarına hizmetçileri Havva’yı, beni ve Ömür’ün Galatasaray’dan okul arkadaşı Selçuk’u bile davet ettiler, tebriklerimizi içten bir sevecenlikle kabul edip nikâh şekerlerini elleriyle ikram ettiler. Biz hepimiz yüreğimizdeki tüm sevgiler adına onlara mutluluk diledik. Garibanların duasını aldılar; onlar mutlu olacaklar…
 
Eve dönünce pastanın yanında çay içtik. Çiçeklerin üstündeki kartları topladık. Anne kız ayrı evlerde yaşamaya başlamadan son kez baş başa fotoğraf çektirmek üzere çiçek sepetlerinin önünde durmuşken, elinde çay fincanı salona giren damat, “Gülsenize yahu, nedir bu ciddilik? Damat ben miyim siz mi?” deyince, hepimiz gülmeye başlamıştık. 
 
Hizmetçi Havva, “Hanımım bu çiçekleri suya koycaz mı?” diye sordu.
 
Akşam rakısını içmeye başlamış olan Prof.Dr. dede, “Atılacak kızım; tanesi iki yüz lira bunların, atılacak”, dedi. İki yüz lira iyi paraydı ama çok güzel şeylerdi doğrusu.
 
Çalan telefonu Senay açtı: Buyurun babacığım! Babamı mı? Burada, hemen veriyorum. Baba! Babam seni istiyor”. Yeniden gülmeye başladık. Artık iki babası vardı. 
 
Nikâh dolayısıyla o gün okula geç döndüm. Arkadaşlara nikâh şekeri getirmeye söz vermiştim, ancak o kadar nikâh şekerini görgüsüzce ceplerime doldurmaya utanmış olduğumdan bir şekerciye girip bir kilo karışık bayram şekeri aldım. Ağır dökme demirden yeşil boyalı tarihi ana kapıdan okula girerken yağmur başladı. Okulun üstünde kara bir bulut kümesi geziniyor, sıkıntısını sanki üstüme silkelemek ister gibi beni takip ediyordu. Ben gene de yüzümde hâlâ nikâhtan kalma gülümseme ile hafif ve coşku dolu adımlarla yürüyordum. Bir gün ben de Senay gibi iyi ve güzel bir kızla evlenecektim. Ancak, iyi bir koca olmak için sevilmek yetmez diye düşündüm; kazançlı bir mesleğim de olmalıydı. Kendimi kimya fakültesini bitirmiş, bir araştırma laboratuarında çalışırken hayal ettim. Geleceğime duyduğum güvenle gururlandım. 
 
 O akşam canım etüt salonuna girip ders çalışmak istemedi. Canım dayanılmaz biçimde Julien Sorel olmak istedi. Stendhal’ın (Marie-Henri Beyle) “Kızıl ile Kara” adlı romanında Julien Sorrel kılığına girip hayallere dalmak istedim; doğruca kütüphaneye yürüdüm. Nurullah Ataç çevirisinden okuyordum.
 
Kıçını kapının yanındaki radyatöre dayamış esneyen ortalıkçıya “merhaba” deyip bir şeker uzattım. Şaşkın bir suratla, “Hayrola!” diyerek aldı, seri bir hareketle şekerin kâğıdını soyup ağzına atarken sordu, 
 
-“Mevlit mi?” 
“Nikâh”, dedim. Aralık duran kütüphane kapısından gürültülü konuşmalar geliyordu. Avni Bey’in taklidiyle, “Bu ne gürültü beyler!” diye çıkışarak içeri dalmayı düşündüm, ama kapıyı itip araladığımda ağzım açık dona kaldım: Müdüremiz Nazıma Antel öfkelenmek üzere olan bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. Ortalıkçı elini omzuma attığında ben kapıyı usulca kapatarak geri çekilmiştim bile. 
-“Toplantı vardı, naptın be anam!? Kızacaklar bana şimdi.”  
Hademenin yüzü kül kesmişti. 
-“Kusura bakma usta, bu kadar da korkma. Bir şey olmaz. Farz et kapı açık kalmış onu kapattık”, dedim. Benim de yüzüme bir ateş basmıştı doğrusu; Nazıma Hanım beni odasına çağırmazdı inşallah.
 
Yolumu etüt salonuna çevirdim. Bu kez kapıyı ihtiyatla açıp sessizce girdim içeri, en yakın masadaki boş sandalyeye oturdum. O akşamın nöbetçi öğretmeni olan Hayrettin Cete, Nam-ı diğer ‘Sir’, al al olmuş suratıma bakıp sordu:
 
-“What happened?” (ne oldu)
-“I’ve just come back running from a marriage ceremony sir” (bir nikahtan çıkıp koşa koşa geldim) diye cevapladığımda, bıyığının altından gülümsedi. “So you are married now!” (Demek evlendin, ha!) demişti de ben cidiye alarak “No Sir, not me! A friend’s sister”. (Yok efendim, bir arkadaşımın kızkardeşi)
 
Hayrettin Bey’e bir şeker ikram ettim; “What is this!?” dedi. “Hışşt! Bize yok mu?” diye zıpladı sınıf arkadaşım Engin. ‘Sir’ hemen,  “Engin, put that tongue in!” (Engin, kapat o koca çeneni) diye çıkıştı. Etüt arasında arkadaşlarım etrafımı sararak hem şeker istiyor hem de,  “Ooo, damat! Şekerleri araklayıp nikâhtan mı kaçtın yoksa?” “Yengemizi ne zaman öpeceğiz?” diye dalga geçiyorlardı.
 
Muharrem Soyek
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..