Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ocak '14

 
Kategori
Öykü
 

Ölüm Melodisi 8. Bölüm: "Kaza"

Ölüm Melodisi 8. Bölüm: "Kaza"
 

Görsel: Serdar Burak Yıldız


Çıkan Kısmın Özeti: İntihar gibi görünen bir vakayı derinlemesine araştıran Komiser Tahsin, cinayet bulgularına rastlar. Bir “çip” deneyinde kurban olmuş gibi görünen maktulün eski kız arkadaşının ise sivil polis olması ve Tahsin’in araştırdığı deneye dair bilgilerini ekiple paylaşmasıyla süreç farklı bir boyut alacaktır. Komiser Tahsin’e, projenin finansörlerinden olduğunu iddia eden bir adamın buluşma teklifi gelecektir.

8. Bölüm: “Kaza”

Yolculukların kısa veya uzun olup olmaması çok önemli değildir. İnsanı yolculuğa iten ana kavram, değişiklik isteğinin yanı sıra ölümcül önem taşıyan şahsi eşyalarını ne kadar küçük bir bavula sığdırdığı tatminidir. Metalaştırılmış yaşantılardan kaçmak isteyenler, eşyaların insanları satın aldığını bilenler bayılırlar yolculuklara.

Ancak Tahsin’in yolculuğu bundan biraz farklıydı. Sapından tuttuğu spor valizi taksiden çekip çıkarırken pek bir şey düşünmemesinden belliydi. İçinde hiç eşya yoktu neredeyse. Adana’ya gidiyordu; havaalanında kendisi için bırakılacak bir çantayı almaya. Bu buluşmanın bir tuzak olduğu şüphesine binaen, çantanın içindekileri valize aktarıp öyle dönmeyi planlamıştı.

Havaalanına geç kalmıştı. Koştura koştura geçtiği tüm kontrol yerlerine rağmen, camdan kapıya vardığında kapı kapanmış ve uçağın kalkışı için yapılan tüm anonslar çoktan bitmişti. Komiser Tahsin; kapıya elini dayadı, gözlerini kapadı.

Yapılacak tek bir şey kalmıştı; diğer havaalanına gitmek uzun süreceğinden, ilk otobüsle Adana’ya gitmek! Bu sefer biraz daha yavaş ama yine de alelacele olarak nitelendirilebilecek adımlarla havaalanından çıktı. Metroya binmeyi tercih etti zira taksiye yeterince para ödemişti uçağa yetişmeye çalışırken.

Metro sarsılarak kalktığında ilk duraktan binmiş olmasının ödülü olarak iki kişilik koltuğa tek başına kaykıldı Tahsin. Bir yandan dalgınca etrafa bakınıyordu. Karşı koltuğunda oturan bir anne, baba, çocuk üçlüsü dikkatini çekti komiserin. Klasik bir ataerkil anlayış hakimdi ailede. Çocuk sürekli bağırıyor, çağırıyor; atlıyor, zıplıyordu ancak babanın zerre umurunda değildi. Anne ise çocuğu zapt etmeye çalışıyor ancak bunda çok başarılı olamıyordu. En sonunda baba, bir şeylerle uğraştığı cep telefonundan başını kaldırdı ve hem anneyi hem çocuğu azarlayıp tekrar cep telefonunun ekranına gömüldü.

Başka bir köşede, bir adam tek başına duruyordu. Boş yerler olmasına rağmen toplu taşıma taşıtlarında ayakta gidenler hep ilgisini çekmişti komiserin. Neden böyle yaparlardı? İki ihtimal vardı: Birincisi çok yakın bir durakta ineceklerse, ikincisi ise kendilerinden yaşça büyüklere yer vermeyi düşünüyorlarsa otur-kalk yapmamak için. Başka bir şey gelmiyordu komiserin aklına.

Neyse ki, etrafı izleyen çatlak bir adam imajı çizmesine yetmeyecek kadar kısıtlı bir süre sonunda metronun otogarı anons eden durağına varmışlardı ki Komiser Tahsin elindeki valiziyle apar topar perona indi.

Uzun yıllar önce ilk kez geldiği Esenler Otogarı’nın hemen hemen hiç değişmemesine şaşardı Tahsin. Sürekli bekleyenler, yolcular, sokak satıcıları doluydu otogar ve mütemadiyen bilet satışı girişimleriyle karşılaşıyordu insan.

-  Abi Adıyaman mı? diye sordu bir adam Tahsin derin derin düşünürken.

Pek düşünmeden başıyla olumsuz anlamda salladı Tahsin. Gözüyle sağa sola bakarken kendisini birkaç saniye önce geçmiş ve sigarasını yakmak için durmuş adama dikkat kesildi. Adamı metroda ayakta dururken görmüştü. Havaalanı ve otogar arasının boş binilen metroda ayakta gidilecek bir mesafe olmadığını aklının bir kenarına yazdı Tahsin. Adam ağır aksak yürümeye koyulunca ayakkabısındaki fiyat etiketinin sökülmediğini gördü ve o an gözünün önüne başka bir sahne geldi komiserin.

Uçağı kaçırmış, koşturmacadan yorulmuş bir halde yürüyen merdivende dururken sol taraftan geçip birkaç basamak üstte duran ve dönüp hafifçe arkasına bakarken kendisine gözü takılan bir adam.

Tesadüftür, diye içinden geçirdi Tahsin ancak tedbirli olmakta fayda görenlerdendi. Al Capone’a olan kişisel hayranlığı mesleğiyle tezat dursa da onun söylediği bir sözü kulak arkası etmezdi pek:

“Bir adamı sabah gördüğümde bu tesadüftür; öğlen aynı adamı bir daha görürsem kuşkulanırım. Akşam karşılaştığımızda onu vururum. Tesadüflere inanmam.”

Elbette ki, adamı çekip vuracak değildi. En azından aynı hatayı bir kez daha yapmazdı. İç çekerek göz ucuyla süzdüğü adamı da menzilinde tutmaya çalışıp otobüs firmalarını incelemeye koyuldu. Adamın sigarasını yere atarken kendisine doğru kaçamak bir bakış attığını gördüğü an Bursa menşeili bir firmaya dalıverdi Tahsin. Arka tarafında da bir kapısı vardı ve otobüslerin duraksadığı kısma geçiliyordu.

Hızlı hızlı adımlarla ilerlerken hem arkasına hem de otobüs firmalarına bakıyordu. Adana’ya giden bir şirket bulunca hemencecik yazıhanesine dalıverdi. İçeri girerken arkasından gelmediğine emin olmuştu meçhul adamın ancak içerideki gişelerin hemen karşısında yer alan koltuklarda oturup bacak bacak üstüne atmış ve kendisine doğrudan bakan aynı adamı görünce ince bir küfür savurdu içinden: Adana’ya gideceğini zaten biliyordu!

Ne yapması gerektiğini kafasında tartarken gişelere yanaştı. İki saat sonra kalkacak olan otobüse bir bilet aldı. Tam geri dönerken adamın da yerinden kalkıp gişelere yanaştığını fark edince, aldığı koltuğun yanındaki koltuğun da biletini almak için görevliye döndü. Kendisi gişeden ayrılırken adamın da aynı otobüse bir bilet aldığını duydu.

Çip projesini soruştururken birilerinin kuyruğuna basmıştı. Sağlam basmıştı hem de.

Kendisini izletmekten ve izlendiğini anlamasından gocunmayan birileri vardı. Güçlü olduklarını hissettirmek istiyorlardı. Güçlü olabilirlerdi, ihtimal dahilinde. Ancak karşısındakini küçümseyenleri çok görmüştü Tahsin. Bir dönem kendisi de aynı gaflete düşmüştü. Karşısındakini küçümseyenlerin egolarıyla problemleri olurdu ve yenilirlerdi.

Er geç yenilirlerdi.

Dışarıdaki çay ocağının masalarına oturdu ve bir çay söyledi Tahsin. Çayı gelirken paketinden bir sigara çekti, son zamanlarda azaltmıştı ve hatta paketi ne zaman aldığını bile hatırlamıyordu ama içme isteği had safhadaydı. Çayı geldiğinde çakmağını ateşledi ve çenesini hafifçe ısıtan bir ateşle sigarasını yaktı. Bir yandan ne yapması gerektiğini düşünüyordu ki telefonu çalmaya başladı. Uçağı kaçırdığı için kapatmadığını fark etti o an. Genelde, tam uçağın yolcu koltuğuna oturduğunda telefonu kapatanlardandı Tahsin.

 Nevzat’ın aradığını görünce merakla telefonu açıp kulağına götürdü. Bir yandan sigarasından son nefeslerini çekiyor, bir yandan da kendisinin uçakta olduğunu bile bile Nevzat’ın neden aradığını merak ediyordu.

- Tahsin? diye bir ses geldi karşıdan.

Endişe dolu bir ses tonuydu. Nevzat’ın böyle endişeli bir ses tonuyla kendisine seslendiği son andan bu yana uzun yıllar geçmişti.

- Buyurun, benim! diyerek bıyık altından gülerek cevap verdi Tahsin.

- Bırak şimdi şakayı! Her neredeysen haberleri açsana çabuk! diye bağırdı Nevzat.

Bir süre duraksadıktan sonra da ekledi: “Sahi, neredesin sen?”

-  Sorma, otogardayım. Şansıma tüküreyim, uçağı kaçırdım… diye homurdanarak Nevzat’ın talebini karşılamak üzere televizyonu açık bir lokanta bulmak üzere otogarın içine daldı.

- Önce bir haberlere bak, sonra tükür. diye gülerek söylendi Nevzat.

Birkaç metre sonra, aile lokantası ibaresini nişane gibi camına işlemiş bir lokantaya dalmıştı Tahsin. Garsonların hemen hemen hepsini ve müşterileri televizyona kilitlenmiş bir şekilde bulunca şaşırdı. Dikkat kesilip televizyona gözünü dikti.

Ekranda “Son Dakika” yazısı gümbür gümbür akıyordu sağdan sola ve arka planda bir enkaz vardı. Öndeki muhabir harıl harıl bir şeyler anlatıyordu ancak ses kısık olduğu için lokantadakiler bu sözlerden mahrum kalıyordu. Ancak son dakika bantının altında akan yazıyı okuyarak haberin içeriğine ulaşma şerefine erişiyorlardı:

“İstanbul’dan Adana’ya uçan YZ567 sefer sayılı uçak neden düştü?”

Tahsin duraksadı. Yazıyı birkaç kez okuduktan sonra her şeyden emin olabilmişti. Uçak düşmüştü. Bineceği uçak. Kaçırdığı uçak.

- Nevzat… diye seslendi yarı kısık bir sesle

- Ne şanslı adamsın lan Tahsin, hep dört ayak! diye güleç bir sesle cevap verdi Nevzat.

- Bırak şimdi makarayı. Takip ediliyorum Nevzat! diye ciddi anlamda endişelendiğini gizleyemediği bir sesle konuşmayı sürdürdü Tahsin.

- Ne, ne diyorsun?

Şüphelerini kısaca anlattıktan sonra lokantadan çıkmak için döndü ve duraksadı. Göz göze geldi. Gene. Aynı adamla. Sinirleri alt üst olmak üzereydi ki, duraksadığını fark eden Nevzat’ın sesiyle kendine geldi. Adamla karşılaştığını anlamıştı ve arkadaşının sinirli yapısını bildiğinden ötürü sakinleştirmeye çalışıyordu.

Telefonla konuşarak tüm otogarı gezindi neredeyse Tahsin. Nevzat’la adeta kafa kafaya vermişler ve bir yol bulmaya çalışmışlardı. Takip edilmeyi engelleyemezlerdi ancak takipçileri atlatabilirlerdi. Buna kanaat getirip bir de yol geliştirdikten sonra vedalaştılar. Otobüsün kalkmasına on beş dakika kalmıştı.

Göz hapsinde olduğu halde rahat bir şekilde otobüse bindi. Valizini yanındaki boş koltuğa özenle yerleştirdi ve otobüsün kalkacağı anı beklemeye başladı Tahsin. Şoför ve muavin de yerini aldıktan sonra otobüs sarsılarak kalktı. Otogarda ilerlerken kapısı açık ilerliyordu ancak çıkışa yaklaşınca kapılar kapanmak üzere hamle yapıp tıslamaya başlamıştı ki Tahsin valizini eline alıp birkaç sıra arkadaki orta kapıdan aşağı atladı.

Otobüs hızlanarak otogardan ayrılırken kapılar kapanmış ve Tahsin arkada kalmıştı. Gülümseyerek döndü ve metroya doğru koşar adım ilerlemeye başladı.

Sekizinci Bölümün Sonu

 
Toplam blog
: 17
: 422
Kayıt tarihi
: 24.04.11
 
 

ReputeUs'da metin yazarı. Sol Gazetesi ve Fotospor'da köşe yazıyor. "08:00" isimli bir romanı var..