Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Temmuz '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (on dokuzuncu bölüm)

Öykülerle yolculuk  (on dokuzuncu bölüm)
 

Öykü demeti


Epey yürümüştü. Baktı, insanların oturacağı oturaklar olan bir yere gelmişti. Bu yer ona tanıdık geldi. Eskilerden tanıdığı bir öğretmen arkadaşıyla hemen karşıdaki simit sarayının önünde buluşmuşlar, sonra birlikte buraya gelip oturmuşlardı. Hastafendi sanki hep oralardaymış gibi bir poz takındı. Baktı bir kişilik yer olan bir yer görüp oraya yöneldi. Oradaki kişiye selam verip yanına oturdu.  O kişi selamını alırken alıcı gözle Hastafendiye bakıyordu.

Çakır gözlü, hafif kır saçlı beyaz yüzlü biriydi. Boynundaki kravata bakınca sanki emekli öğretmen gibi görüntü veriyordu. O sıcakta gri bir kravat takmış, üzerine de gri bir yelek giymişti.

Hastafendi öğretmenlerdeki kravat takma alışkanlığını biliyordu. Kayın pederi de öğretmendi. Emekli olduktan sonra kravatını hiç çıkarmamıştı. Kravatsız olmak sanki onda çıplak olmak gibi bir his uyandırıyormuş. Bir sohbetlerinde kayın pederi öyle demişti. Öleli epey oluyordu.

Yanında oturan bey onu hatırlattığı için Hastafendi ona gülümseyerek baktı. Ona “öğretmensiniz değil mi?” demeye hazırlanıyordu, o bey daha erken davrandı “astımsınız sanırım” dedi. Hastafendinin hevesi kursağında kalmış gibi önce yutkundu, sonra “coah efendim. Hastalığım coah” dedi.

Sonra hastalığının seviyesini anlattı. “Keşke astım olsaydım. Hiç olmazsa onun tedavisi var” dedi. Adam onun anlattıklarını ilgiyle dinledikten sonra “çok geçmiş olsun beyefendi. Benim oğlan da çok sigara içiyor. Burada olup sizi dinleseydi keşke. Biz ne söylesek laf anlamıyor” diye dert yandı.

Hastafendi içindeki merakı yenmek için “afedersiniz siz öğretmen misiniz?” deyince adam gülümsedi. “Evet nerden anladın?” dedi. Hastafendi kıravatı işaret edip, “sanırım bütün öğretmenlerde bu alışkanlık var. Benim kayınpeder de ölünceye kadar kıravatı hiç çıkarmadı” dedi.

Adam derin bir iç geçirip “doğru bu alışkanlık biz eski öğretmenlerde hep var” dedi. Akşehir öğretmen okulu mezunuymuş. Hastafendinin küçük erkek kardeşi de o okuldan mezundu. Yıllarını karşılaştılar. Bu öğretmen kardeşinden yedi yıl önce mezun olmuş. Hastafendi “kardeşim de o okuldan mezun” deyince adamla bir fazla samimi oldular. Hastafendi buralarda niye dolaştığını, hastalığını, hastanede yatarken vefatına şahit olduğu birinin yaşam öyküsünün izini sürmek için çabaladığını, onun İstanbul’a ilk geldiği ellili yılların İstanbul’undan izler aradığını anlattı.

Sohbet epey ilerlemişti. O adam İstanbul’a büyük oğlu üniversiteyi kazanınca tayinini isteyip geldiğini söyledi. Onun geldiği yıl yetmiş sekizdi. O yılları hastafendi de biliyordu. Ama yine o yılları konuştular. Oğlu İstanbul Üniversitesinde okumuş. Okula ilk başladığı yıl üniversiteye bomba konmuş. Öğretmen “üniversiteye bomba konduğunu, ölenler olduğunu duyunca yüreğim kalktı. Çünkü bizim oğlan da solcuydu” dedi. Kendi çocuğu aklına geldiği için yüreği kalkmıştı, ama ölen çocuklara da çok yanmıştı. “Ne yapacaksın, böyle bir şey olunca haliyle ilk akla kendi çocuğun geliyor. Bu bencillik, ama insani bir duygu” dedi.

Konuşması Hastafendiye çok sıcak gelmişti. Sohbete devam edecekti, ama nefessizlik sıkıştırmaya başlamıştı. Eve gidip oksijen tüpüne bir süre bağlanması gerekiyordu. Adama bunu söyleyip, gitmek için izin istedi. “Oğlunuza selamımı söyleyin, bir an önce sigarayı bıraksın. Ben bırakalı on yılı geçiyor, ama bırakmak için çok geç kalmışım. Yani hemen bıraksın, yarın çok geç olabilir” dedi. Adam saygıyla ayağa kalktı, sanki eski dostmuş gibi öpüştüler. Adam “çok sağ olun, sizin öğüdünüzü oğluma söyleyeceğim” dedi.

Hastafendi oradan ayrıldı yavaş yavaş aşağı caddeye indi. Kaldırımdan devam edecekti. Dolmuş durakları çok uzaktaydı. Karşıya geçerek otobüs duraklarındaki oturaklarda dinlenerek dolmuş durağına gitmek işine geldiği için karşıya geçti. Biraz yürüdükten sonra ilk duraktan itibaren yolculara ayrılan oturaklara otura otura ilerledi. İlk dolmuşa binip evine geldi. Çok yorulmuştu, ama eşine yorulduğunu söylemedi. Çünkü “yoruldum” dese alacağı cevap ‘otura koymuyorsun’ olacaktı.

‘Oturakoymak’ söylemesi ne kadar kolay. Hastafendi gibi yürüme, çıkıp dolaşma, bir şeyler yapma özlemi çeken bütün yaşamı boyunca hep hareketli olan; ama şimdi yürüyenlere nerdeyse kıskanarak bakan birinin ‘otura koyması’ yani ‘hareketsiz kalması’ ne büyük işkenceydi. Bunu anlatmak, anlaştırmak o kadar zordu ki. Onun için hastalığını görüp ona istirahat tavsiye edenlere o sadece başını sallıyor veya ‘olur’ diyordu.

Eve geldiğinde de hiç sızlanmadan oturdu. “Ne yaptın? Görüşebildin mi?” diye soran eşine “görüştüm, çok da yararlı oldu” dedi. Sonra yatak odasına gidip yatağa uzandı ve oksijen tüpünü açtı. Oksijenin kavanozda suda çıkardığı lıkırtı sesini dinlerken uyumuştu.

O hafta boyunca hep evde dinlenerek, yazarak, okuyarak vakit geçirdi. Pazartesi gelince yine ‘yolu eline aldı’. Kendine “bugün nereye gidiyorsun? Böyle yalnız olmaz, ben de geleyim” diyen eşine “Dolmuşla Üsküdar’a inip az bi dolaşıp geleceğim” dedi. Eşinin “bir şey olursa ara, neredeysen telefonla bildir, yemek yaptıktan sonra ben de geleyim” demesine kafa sallayıp, bastonu eline alıp çıktı.

Kapının önünde telefonu, gözlüğü, oksijen ölçeri ‘aldım mı?’ diye yoklandı. Hepsini almıştı. Parası da vardı. Ayrıca kredi kartını da almıştı. Ekstra çıkartacaktı. Eşine “hadi hoşça kal” deyip sokağa çıktı.

Biraz yürüdü. Yukarıda simitçi tezgahındaki kanapeye oturdu. Soluklanırken Moda’ya nasıl gideceğinin muhasebesini yapıyordu. Dolmuşla Kadıköy’e inip oradan önce yaptığı gibi taksiye binmeyi düşündü. Giderken yorulursa gelirken zorluk çekecekti. Bu düşünceyle yakındaki taksi durağından telefonla taksi çağırdı. Gelen taksiye binip “Moda’ya gidelim” dedi. Taksi yürüdü. Şoför “amca nefes darlığı mı var?” dedi.

Böylece sohbet başlamıştı. Hastafendi şoföre Moda’ya niye gittiğini, elli yılarda yaşamış biriyle konuşacağını anlattı. Sonra şoföre “ellilerde yaşamış tanıdığın şoför var mı?” diye sordu. İyi ki sormuştu… Meğer o taksinin durağında seksen yaşında gençliğinde kamyon şoförlüğü de yapmış biri varmış. Şoför bunu anlatınca Hastafendi ‘gökte ararken yerde bulmuş gibi oldu’. Şoföre o yaşlı şoförle nasıl tanışacağını sordu. Gerekli bilgiyi aldı. Bu sırada Moda’ya gelmişlerdi. Hastafendi o keyifle taksinin ücretini verip taksiden indi.

Doğru Yeni Moda eczanesine geldi. Melih Bey aynı kibarlığıyla karşıladı. ‘Hoş beşten’ sonra Melih Bey biraz ezilerek “kusura bakmayın, beceremedim” deyip ses cihazını geri iade etti. Halinden beceremediğine gerçekten üzüldüğü anlaşılıyordu. Sanırım becerememesi çok az tanıdığı birinin verdiği ses cihazına sesini kaydetmenin verdiği ürküntüydü veya konuyu anlamamıştı. Ama ne olursa olsun; bu sonuca göre Hastafendi amacına ulaşamamış oluyordu. Orada fazla oturmanın gereksizliğini düşünüp izin istedi. Ama aklında bu yere gelip Yeni Moda ile ilgili ayrıntıları öğrenme düşüncesi kalmıştı. Bir gün mutlaka bu amaçla buraya tekrar gelecekti.

Bu düşüncelerle Melih beyden izin isteyip kalktı. Eczaneden dışarı çıkınca ona Melih Beyi öneren arkadaşa telefon etti. Onunla Bahariye’de Nazım Hikmet Sanat Merkezi önünde buluşmak üzere randevulaştı. Sora sora o sanat merkezinin önüne gitti. O arkadaşla orada bir yere oturup sohbet etti. Sohbetten ziyade geçmiş yaşanmışlıkların kritiğini yaptılar. Ondan izin isteyip ayrıldı.

Hastafendinin canı çok sıkılmıştı. İki haftadır, ondan önce de bir hafta beklemeyi sayarsak üç haftadır umutla beklediği bir şey sonunda hiç de umduğu gibi sona ermemişti. Bu süreçte tek olumlu olan taksi şoföründen öğrendiği yaşlı taksi şoförü bilgisiydi. İçinden ‘inşallah ondan aradığım bilgileri alabilirim’ diye geçirerek yürüdü.

Yavaş yavaş aşağıdaki parka doğru inmeye başladı. Yine etrafını gözlüyordu. Yolda üç kez dükkanların önünde bulduğu tabureye oturup soluklandı. Yine Simit Sarayının önüne geldi. İlerde karşıda İş Bankası vardı. Onu geçince Ziraat Bankası olduğunu biliyordu. Önce oraya gidip kredi kartının ekstrasını çıkarmayı düşündü. Sonra yine karşıya geçip otobüs duraklarındaki oturaklara otura otura gidip eve giden dolmuşa binecekti.

Karşıya geçti. İş Bankasını geçip caddeye çıktı, Ziraat Bankasının önüne geldi. Bankamatikler kalabalıktı. Sıraya girdi. Çok rüzgar vardı. Denizden esen güçlü lodos bankanın kenarında cereyan oluşturuyordu. Hastafendi yukarıdan inerken terlemişti. Bir de cereyanda kalırsa çok kötü olacaktı. Kuyruktakilere sırada olduğunu söyleyip sığınacak bir yer aradı. Hemen orada bankamatiğin önünde naylon tentene arkasında simitçiyi gördü. Oraya gidip simitçiden izin isteyip tentenin sotasına oturdu.

Bir gözü matikte, simitçiyle laflamaya başladı…

Simitçi şapkasını hafif yana külhanca eymiş yaşlı biriydi. Yüzü traşlıydı. İnce kaytan bıyıkları vardı. Şapkasının altından kırlaşmış kıvırcık saçları çıkmıştı. Bakışından, Hastafendi oturmak için izin isteyince “otur bakalım” diye küstahça cevap verişinden bitirim biri olduğu anlaşılıyordu.

Hastafendi gözü matikte konuşmak için simitçiye “dayı nerelisin?” dedi. Dayı kısaca “Sivaslıyım” deyip sustu. Hastafendi dayının küstahlığına bozulmuştu, ama üstünde durmadı. “Dayı İstanbul’a ne zaman geldin?” dedi. Dayı aynı küstahlıkla “ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamıştın” deyince Hastafendi gevrek bir kahkaha attı. “Deme dayı yav, demek genç gösteriyom!” dedi. Dayının “senin yaşın kaç?” sorusuna Hastafendi “altmış üç” diye cevap verince dayı “yok ya hiç göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Demek sen sekiz yaşındaymışın, ama hiç göstermiyon” diye tekrar etti. Hastafendi “sağol dayı kaporta sağlam da motor gidik” dedi; birlikte gülüştüler.

Hastafendi matik sırasına falan boş verdi. Yeni Moda Eczanesinden moral bozuk dönerken elli sekizde İstanbul’a en fazla göç veren şehir Sivas’tan gelen biriyle karşılaşmıştı. Ona İstanbul’a niye geldiğini, ilk geldiğinde nereye gittiğini sordu. Dayı gayet sakin “bana bizim muhtar akıl verdi. Oğlum Haydar sen buralarda aç kalırsın. Git İstanbul’a kendini kurtar dedi. İlk olarak aha şu arkada Ferhat’ın kahve vardı. Oraya geldim. Zaten o yıllar İstanbul’a ilk gelen aradığı kişiyi ve adresi o kahvede bulurdu” dedi.

Bunu öğrenen Hastafendi (Arşimed’in tesadüfen hamamda suyun kaldırma kuvvetini keşfedince ‘buldum, buldum’ diye yarı çıplak sokağa fırlaması gibi) İstanbul’a ellilerde Anadolu’dan gelenlerin ilk uğrak yeri olan Ferhat’ın kahveyi bilen tanıyan biriyle karşı karşıya olunca içinden “buldum. İstanbul’a göçün anahtarını buldum” deyip fırlamak geldi. (devam edecek)
 

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..