Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Temmuz '14

 
Kategori
Öykü
 

Öykülerle yolculuk (on beşinci bölüm)

Öykülerle yolculuk (on beşinci bölüm)
 

Öykü demeti


Bilen bilir özellikle hastane, hapishane, asker koğuşu gibi kalabalıkların yatıp kalktığı yerlerin gecesi gündüzü olmaz. Oralarda hep bir hareket vardır. Ama onca gürültüye ve sık sık rahatsız edilmelerine karşın rağmen insanlar yine de bir şekilde uyku ihtiyaçlarını giderirler.

Hastafendi de böylesi hanelere alışık olduğu için kuş uykusu gibi uykularla dinlenir veya gözleri kapalı sürekli geçmiş yaşamını gözden geçirirdi. Çok iyi gözlemci olduğu için bu gözden geçirme süreçleri sanki beyinde öykü odacıkları oluşturuyor, zaman bu odacıklardan çıkardığı bu öykücükleri sanki yeniden yaşıyordu.

Zaten bu öykü yolculuğuna çıkması veya çıkma ihtiyacı duyması belki bu öykü odacıklarındaki yoğunluğun artmasındandı. Bu şekilde yola çıkan öykü kervanı hiç hesapta olmayan adreslere savrularak yoluna devam ediyor.

Bu yolculuğun başında ilk önce İstanbul’da gezinmek, geçmişte yaşanmışlıklardan izler arayarak o izlerdeki öyküleri anlatmak düşüncesindeydik. Haydarpaşa, Süreyya paşalar tarafından yol kesilince o proje suya düşse de oralarda tanıdığımız İstanbul macerası yaşamış insanların öykülerinde İstanbul’un geçmişini arayıp bulmaya soyunduk.

Çünkü herkes bilir ki yakın tarihin İstanbul’u o insanların yaşam öykülerinde gizlidir. Bu gizemi en iyi 60 larda Yaşar Kemal Cumhuriyet’te yayınlanan sonraları ‘Bu diyar baştanbaşa’ adlı dört cilt haline topladığı röportajlarında çözüp, yazdı.

O yılların İstanbul’unu merak edenlere (haddim olmayarak) okumasını tavsiye edeceğim bir kitaptır Bu Diyar Baştanbaşa.

Ben belki üç kere okudum. Zaten Yaşar Kemal’in yazdıkları okuyup geçilecek yazılar değil. Destan tadında bir anlatı olduğu için her okunuşunda ayrı bir şey fark edilip keyif alınır.

Eskiden köy köy dolaşan destancılar da öyleydi. Aynı hikayeyi başka başka ballandıra ballandıra anlatıp keyif verirlerdi. Çoğu onları dinler keyif alır, ama ardından ‘çokbilmiş laf ebesi, palavracı vb.’ küçümsemelerle dudak bükerlerdi. Halbuki bilmezlerdi ki onlar o yörenin yakın tarihinin canlı anlatıcılarıydı. Bilmedikleri birçok şeyi onlardan öğrenirlerdi. Sonradan iletişim hızlanınca onlardan pek kalan olmadı gibi.

Hastafendinin hatırında kalan en son anlatıcılardan (halk diliyle palavracı) Düverli Deli Ahmet’ti. Onu siyasetçiler yanlarında köylere götürür onun anlatıcı popülerliğinden yararlanırlardı.

O garibim de ne yapsın? Onların kendini adam yerine koyduğunu sanır ‘bilir bilmez’ o siyasetin propogandasını yapardı. Hastafendi onu o yıllar tanımış, siyasetin dışında köy adetleri vs. üzerine sohbet etmiş ondan dağarcığına çok şey katmıştı. Çünkü anlattığı şeyi adeta insanın gözünde canlandırır, yaşatırdı.

O çok genç yıllarda Varto’nun dağ köylerinde gecelediğinde Kürt anlatıcılarını da ‘Dengibej’ dinlemişti. Onlar daha profosyoneldi. Kışın köyleri dolaşır, geceledikleri köylerde sabaha kadar köylülere geçmişten günümüze olayları anlatırdı. Daha çok Kürt Halkının yaşam öyküleri… Köylüler onları ağırlamaktan çok keyif alırdı. Belki bu hizmetleri karşılığı ona bir şey de veriyorlar ve köyde kaldığı sürece çok iyi bakıyorlardı.

İşte Hastafendi belki onlara öykündüğünden, belki de geç ortaya çıkan yazma sevdasından, belki de hastalığının verdiği korkuyu yenmek için yaşadığı her şeyi öykülerde anlatmaya soyundu.

Süreyyapaşada ölümüne şahit olduğu Temur efendinin taşı toprağı altın diye geldiği elli yılların İstanbul’unu aramaya koyuldu. Bunun için aklına seksen öncesi uzaktan yakından tanıdığı sayfa arkadaşı İlhami Mısırlıoğlu geldi. İlhami bey sayfasındaki paylaşımlarında sürekli Kadıköy’ün güzelliklerini öne çıkarıyordu.

Hastafendi mesajla ulaştığı İlhami beye meramını anlatınca İlhami bey ona Yeni Moda eczacısı Melih beyi önerdi. ‘O size yardımcı olabilir’ dedi. Hastafendiyle Yeni Moda eczacısı Melih beyle tanıştı. Yeni Moda eczanesi bu şekilde öykü torbasına girmiş oldu.

Yine seksen yaşında hala taksi şoförlüğü yapan Yaşar dayıyla tanıştı. Ondan dinledikleri de torbaya girdi.

Oralarda dolaşırken çok yorulunca Kadıköy parkının karşısında Ziraat bankasının önündeki simitçinin tezgahının yanındaki iskemleye simitçiden izin isteyip oturmuştu.

Simitçi kır saçlı yaşlı bir dayıydı. Kasketi bıçkın köy delikanlılarının kasketi gibi hafif yana kayıktı. Yakışıklı kır bıyıkları, emredici bir bakışı vardı. Yaşı kestirilemiyordu, ama Hastafendi onun oldukça yaşlı olduğunu tahmin etmişti. Hoş beşten sonra ‘dayı nerelisin?’ dedi. Dayı hafif küstah bir ifadeyle ‘Sivaslıyın’ dedi. Hastafendinin merakı artmıştı ‘İstanbul’a ne zaman geldin?’ dedi. Dayı ‘ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamışınıdır’ deyince Hastafendi dayının hayata her şeye öfkeli, her şeye tepeden bakan biri olduğunu anladı. Tecrübesiyle biliyordu ki böyleleri çok zor insanlardır. Diyalog kurmak çok zordur. Konuşmak için zorlarsanız kalbinizi bile kıracak kadar küstahlaşırlar.

Hastafendi geçmiş yaşamına böyle hırçın insanlarla karşılaştığı için onlara tıpkı vahşi hayvan terbiyecileri gibi çok dikkatli, ama bir şekilde yaklaşıp ilişki kurmayı çok olumsuzluklar yaşayarak öğrenmişti. Onun için dayı ters şekilde ‘ben İstanbul’a geldiğimde sen daha doğmamışsındır’ deyince hafiften bir kahkaha atıp ‘sağol dayı sayende gençleşip şifa buldum’ dedi. Dayı az şaşırdı ‘sen kaçlısın?’ dedi. Hastafendi yaşını söyleyince dayı gözlüğünün üstünden bakıp ‘Bravo hiç göstermiyon. Ben elli sekizde geldim. Sen sekiz yaşındayken gelmişim. Valla hiç göstermiyon’ deyince Hastafendi yine o nefes darlığı çekenlere has kesik gülüşüyle ‘dayı eyi diyon da. Kaporta sağlam, motor gidik’ diye verdiği cevaba birlikte gülüştüler.

Böylelikle o zor adam çözebilmişti.

Sonra ondan ellilerin Kadıköy’ünü, denizin nereye kadar geldiğini, Anadolu’dan gelenlerin Haydarpaşa’da trenden inince Kadıköy’e önceden gelen hemşerileriyle buluştuğu Ferhat’ın kahveyi, o kahvede yaşananları öğrendi.

Bu şekilde gezintilerle öykü dağarcığına epey İstanbul anıları doldurmuştu.

Tedavi bitince de yaşadığı şehir Denizli’ye dönmeye karar verdi. Kolay gideyim diye uçak yolculuğunu tercih etti.

Ama onun seçtiği bu kolay yol onun için çok zor sonuç vermişti. Eşiyle bindiği uçakla geldiği şehirde evine varamadan yolda yıkılınca çağırdıkları ambulansla soluğu Pamukkale Üniversite Hastanesinde aldı.

Tamam tedavi oldum derken yeninden hastaneye düşmesine rağmen ‘belki soğukkanlılığı belki şansı sayesinde’ yeniden hayata tutunmayı becerdi.

Ama bunlar onun hiç umurunda olmadı. O orada da öykü torbasına ‘yatak arkadaşlarını tanımaya çalışarak’ yeni öyküler koymaya çalıştı.

O sırada tanıdığı yatak arkadaşını tanıdıkça; onun yaşamının bilindik çalışan ve sonunda emekli olan insan öykülerinden biraz farklı olduğunu fark etti.

Ama sonunda o da bir yaşam öyküsüydü.

Bu arkadaşı bir şekilde girdiği bankada uzun yıllar veznedar olarak çalışmıştı. O sıralar içtiği sigaraların dumanı ve sürekli elinden geçen paraların kiri pası onda meslek hastalığı biçiminde ortaya çıkmış farklı bir akciğer hastalığı oluşturmuştu.

Yenice de emekli olmuş, kendine ev alıp taşınmış tam ‘kiradan kurtuldum’ diye sevinirken aniden rahatsızlanınca hastaneye gitmiş. Tedavi falan olmuş, ama rahatsızlığı geçmemiş. Son rahatsızlığı ciddi olunca kaldırıldığı hastanenin yoğun bakımında kalmış ve buraya Pamukkale Üniversitesi hastanesine oradan gelmişti.

Şimdi de hasta odasında bir yandan tedavi olurken, diğer taraftan yeni aldığı evin orasını burasını yapanlara tarifler ediyordu. Ev aldığı için çok sevinçliydi. ‘Allah olmayan versin, kiracılık çok zor’ diye dert yanmıştı. İki kızı vardı. Biri lise ikiden ayrılmış ‘ben okumak istemiyorum’ demiş. Öteki kızı yedinci sınıfa gidiyormuş, eğitimi çok başarılıymış. Sürekli ondan bahsediyordu.

Kızı karne alınca yanına ziyarete geldiler. Kızı takdir, teşekkür ne varsa almış. Okumayı çok sevdiği gözlüklerinin arkasından pırıl pırıl bakışından belli, çok sevimli bir kız çocuğuydu. Annesi, ziyarete gelen babaannesi, halası, amcası onu övdükçe alı al moru mor oluyordu. Hastafendi o kızlara baktıkça kendi kızları aklına geldi. Onların yanından geleli üç gün olmuş, ama yine de onları özlemişti.

İşte o baba ertesi gün ani fenalaşıp yoğun bakıma alındı. Sonradan duyduk vefat etmiş. Yıllarca çalışıp, kiralarda geçen ve sonra yeni aldığı evinde henüz doya doya oturulamadan biten bir ömür. Hastafendi çok üzüldü, ama böyle öyle çok yaşamlar tanıdı ki?

Ama bu arkadaşı da öykü torbasına koydu. Çünkü tanış oldukları sırada o arkadaşın anlattığı çok hikaye vardı ve bunu insanların bilmesinde yarar vardı. Yani Hastafendi öyle düşündü.

Derken o arkadaşın yerine Aydınlı bir ihtiyar geldi. Hele o ihtiyarda öyle laflar vardı ki; her lafına mübalağasız iyi bir öykücü roman çıkarır. Ölenle ölünmüyor. Hastafendi ölen o arkadaşı ‘şimdilik’ unutup Aydınlı dayıyı dinlemeye koyuldu.

Önümüzdeki bölümlerde Süreyya paşa ve Yeni Moda Eczanesiyle devam etsek de bir gün mutlaka Pamukkale Üniversitesi Göğüs Servisinde eyleşip öykü yolculuğuna devam edeceğiz. Bu sırada buralardan yola çıkıp bütün Türkiye’yi baştanbaşa öykülerde gezineceğiz. Yani bizde öykü çok… Siz yeter ki bizi okuyarak takip edin. On altıncı bölümde buluşmak üzere hoşça kalın. (devam edecek)

 

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..