Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ekim '16

 
Kategori
Eğitim
 

Özelliği de güzelliği de burada işte!

Özelliği de güzelliği de burada işte!
 

dün çarşıya çıkmıştım

bugün pazara gittim

“hiçbir şey almadım” dersem yalan

biraz hava alıp geldim.

                             ( H. E. )

 

               Rahmetli annem:

               “Tanrım, bizleri açlıkla terbiye etme!”diye dua ederdi hep. Çocukken, dahası gençlik yıllarımda bile bu duanın anlam ve önemini yeterince anlayamamış, kavrayamamıştım.

               Kıtlık yıllarının sıkıntılarını yaşamayanların, bir dilim ekmek, iki adet kuru incir, bir avuç leblebi ve kuru üzümün özlemini duymayanların bu duayı yeterince anlamaları mümkün değil.

               İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortasında doğan ben bile uzun yıllar anlayamadığıma göre, ötesini siz düşünün artık.

               Ve bu “Dünya Savaşı”nın tam ortasında (1942), Kepirtepe Köy Enstitüsü Müdürüne bir mektup gelir Ankara’dan.

               Nasıl bir mektupmuş bu, okuyup görelim:

               “Dünyanın geçirmekte olduğu örneği görülmemiş facianın içinde bugünün koşullarına göre zekâyı en üstün şekilde işleterek olanaklar yaratacağız. Bu ülke, evlatlarından gerçek görevi böyle zamanlarda ister. Tarım işlerine üstün derecede çaba ve önem vereceksiniz ki, gerekirse tüm dersler kesilecek, sembolik olarak günde 1 – 1,5 saat ders yapılacak, diğer zamanlar hep doğadan bir lokma yiyecek maddesi çıkarmak için harcanacak… Bugünden başlayarak kış için yiyecek stokuna başlamalısınız. Bu ister dört beş baş soğan, ister çuvallar dolusu erişte veya tarhana olsun…” (*)

               Kimin imzası var mektupta, biliyor musunuz?

               MEB İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un…

               “Bu nasıl bir eğitimci ki, ‘matematiğe, tarihe, dil ve anlatıma çok önem verin’ diyeceğine “Tarıma önem verin; gerekirse tüm dersleri kesin, yiyecek bir şeyler üretin” diyor? Böyle bir okul, böyle bir eğitimci olur mu?”diye soran olabilir.

               Hemen cevap vereyim: Olur.  Bal gibi olur. Gerçek bir eğitimci ve gerçek bir okul böyle olur işte!

               Herhangi bir dalda başarı kazanmak için, yaşamak gerekir önce. Yaşamak için de midenin doyması… Neyle doyacak mide?

               Ekmekle, aşla…

               1940’lı yılların ilk yarısında, köylerimiz gibi, Köy Enstitüleri de kendi kendilerine yetmek zorundaydılar.

               Düşman sınırlarımıza dayanmış, eli saban tutan erkeklerin çoğu askere alınmıştı çünkü. Havalar da kurak gidince, üretim iyice azalmış, dolayısıyla kıtlık başlamıştı ülkede.

               Ekmek ve aş gitmezse mideye, tarih ve coğrafya da karın doyurmaz, edebiyat da…

               İşte bunu çok iyi bilen gerçekçi ve gerçek bir eğitimcidir; İsmail Hakkı Tonguç.

               “Pekiyi, böyle bir eğitimcinin açtığı Köy Enstitülerinde yetişen öğrenciler nasıldır acaba?” diye sorarsanız…

               Evet, bu soru önemli… Çok önemli hem de…

               Öyleyse gelin, o pencereden bakalım şimdi de:

               Akıl ve bilimle yola çıkılınca, hiçbir çaba boşa gitmez elbette. Nitekim, Köy Enstitülerindeizlenen bu yöntemle, harcanan hiçbir çabanın boşa gitmediğini görüyoruz. Tek bir ağacın olmadığı bozkırlar, üç – beş yıl içinde yeşertildiği gibi:

               “70 metreuzunluğunda bir okul, bir fırın, iki işlik, dokuz kurnalı bir hamam, bir okul binasının eksiklerini tamamlama, 65 metreuzunluğunda kerpiç bir yatakhane, 85 bin oluklu kiremit, 110 ton kireç, 220 bin tuğla imali, yeniden 200 tabure, 60 masa, kendi buğdayından kışlık bulgur, 1000 dönüm hasadı, 600 dönüm ekimi, bir çeşme, 30 bin kavak dikimi…” (*)

               Dahası var, ama şimdilik yeter bu kadar. Kim mi bunları anlatan? Enstitülerin ilk müdürlerinden Şerif Tekben…

               “Hangi Enstitü mü?”dediniz.

               Akçadağ Köy Enstitüsü… (Malatya)

               Haydi, biraz daha dinleyelim, güzel haberler veren bu müdürü:

               “1946 yılında 3162 büyüklüğünde olan arazinin tamamını işlemek mümkün olmuştur. Bu maksatla 3600 fidan dikilmek suretiyle yeniden bir meyve bahçesi meydana getirilmiş, 15 – 20 çift öküz, at ve katırla 1400 dekarlık arazi üç defa sürülerek buraya buğday ekilmiştir. Enstitümüzün karpuz, salatalık, kabak, pırasa, ıspanak, yaş ve kuru soğan ve bütün hayvan yiyecekleri ihtiyacı tamamen sağlanmıştır. Bu yıl olduğu gibi, gelecek yıl da iyi mahsul kaldırıldığı takdirde ekmeklik buğday ihtiyacı karşılanmış olacaktır. Arazinin boş kalan kısmına önümüzdeki aylarda bağ yapılacaktır.” (*)

               “- Yahu kardeşim, 1400 dekarlık koca araziyi niçin üç defa sürüyorsunuz? Yazık değil mi onca emeğe? Bir kere sürülse yetmez mi?”

               Sanmıyorum, kimsenin böyle bir şey diyeceğini. O kıraç, susuz ve yıllardır işlenmemiş arazi, başka türlü ürün verir miydi?

İyi de, bu susuz çorak arazide, haydi üç kez sürerek tahıl yetiştirilsin de meyve ve sebze nasıl yetiştirilsin?

Bir sorun, bir problem varsa, düşünülürse onun mutlaka bir çözümü de bulunur. Nitekim Şerif Tekben,“Büyük kanallar açmak suretiyle getirilen su sayesinde…”bu sorunu çözdüklerini yazıyor.

Bu ne biçim bir “Enstitü”dür ki, durup dinlenmeden ha babam de babam çalışmakta, korkmadan yeni yeni işlere girmektedir?

Şu satırlar da yine Şerif Tekben’den:

“Meyvecilik, sebzecilik ve tarla ziraatı çalışmalarına bu yıl koyunculuk işi de katıldı. 120 koyunlu bir sürü ile işe girişilmiştir. Sütünden, yününden, yavrularından edinilen kazanç ileriki yıllarda bu işi daha geniş olarak ele almamıza yaradı.

“Pulluklarla toprağı işleyen öğrenciler, o sıralarda tedarik edilen traktörün gücünü denediler.

“Bir taraftan köylüye yetişmiş meyve fidanları dağıtırken, diğer taraftan yeniden fidanlıklar kuruluyordu. Bu fidanlar birkaç yıl sonra mezunların köylerine ve komşu enstitülere dağıtılacaktı.” (*)

Bu ne güzel bir anlayış!

Bu ne güzel bir duygu ve düşünce!

Kendi ihtiyaçlarını karşıladıkları gibi, “Bize ne komşu enstitüden? Onlar da çalışsınlar, onlar da üretsinler, onlar da yetiştirsinler”demiyorlar.

Hele hele, “Mezun ettiğimiz öğrencilerin köyüne fidan yetiştirmek bizim görevimiz değil ki.”deseler, kim haksız görebilirdi onları?

Bu “Köy Enstitüleri”, gerçekten böyle mi kurulup çalışmış, yoksa birer düş ürünü mü, bir hayal mi bu anlatılanlar?

Hayal ürünü değil de gerçekse bu yazılanlar, o müdürler, o öğretmenler, o öğrenciler nereden bulunup getirildi; o enstitülere?

Onlar, bu ülkenin insanları mıydı? Bizim soyumuzdan, bizim kanımızdan mıydı?

Hele hele o öğrenciler, bizim yüzyıllardır ve hâlâ küçümseyip horladığımız “Şu baldırı çıplak şalvarlı ve kasketli cahil köylüler”in çocukları mıydı?

Öyle ise eğer, biz onların çocukları, biz onların torunları mıyız?

Var mı, bu sorulara inandırıcı cevaplar verecek bir babayiğit?

Şu anlatıya ne diyeceksiniz, bakalım:

“Hasanoğlan Köy Enstitüsü kümesi, İvriz Köy Enstitüsünden yapılar için yardıma gelen öğrenciler tarafından yapılmıştır. Bu öğrenciler, kendi okullarında da yapının bir benzerini yaptıkları için, yapı planını görünce çok sevinmişlerdi. Yapıyı yaparken, İvriz’de edindikleri deneyimlerden yararlanmasını bilmişler ve yapıyı bir hafta gibi kısa bir sürede bitirmişlerdi. Yapının bir haftada bitirilmesi, oldukça büyük sevinç yaratmış, İvriz’den gelen öğrenciler kutlanmıştır. Bu çalışma diğer öğrencilere de örnek olmuş, çalışmalarını coşkuyla sürdürmüşler. Diğer yapılar da birer birer bitmeye başlamıştır. İvriz Köy Enstitülüler bu başarılarından dolayı davul ve zurna ile türküler eşliğinde, halaylar çekerek ağırlanmışlardır.” (*)

Davul zurnayla ağırlanıp uğurlananlara da ne mutlu, onları coşkuyla ağırlayıp uğurlayanlara da…

Sanmayın ki, Köy Enstitülerinde yalnızca koyun, sığır ve kümes hayvanları yetiştirilmiş.

Hayır!..

İpek böceği yetiştirildiği hiç aklınıza gelmez; değil mi? Bölgesi ve iklimine göre arıcılık da yapılmış, ipek böcekçiliği de… Dahası balıkçılık da, bağcılık da, şarapçılık da…

“Yahu bu ne biçim iş? Köy Enstitüleri okul değil mi? Buralarda 5 – 6 yıl okuyanlar, köy öğretmeni olmuyorlar mı? Ya bina yapıyorlar sürekli ya tarlada, bağda, bahçede çalışıyorlar. Ders yapmaz mı bunlar hiç? Ne öğreniyorlar ki, ne öğretecekler gittikleri köylerde?”diyenler çıkmıştır, çıkacaktır.

Gerçekten de Köy Enstitüleri, bizim bildiğimiz klasik okullardan değil… “Öğretmen okulu”değil, “Enstitü”…  Araştıran, düşündüren, inceleyen ve yapan insan yetiştiriyor. Hiçbir şeyi ezberletmiyor; yaptırarak, uygulatarak öğretiyor.

Köy Enstitülerinin özelliği de güzelliği de burada işte!

 

                                                                                                       Hüseyin Erkan

                                                                                        huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Bu yazıdaki tüm alıntılar, Eğitimci Yazar Mehmet Erbil’in “Eğitim Onurumuz Köy Enstitüleri ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü” adlı eserinden seçilmiştir. (Hasanoğlan Mezunları Derneği Yayını, Ankara, 2016)

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..