Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '14

 
Kategori
Bebek - Çocuk
 

Özgüven devrimi

Özgüven devrimi
 

Özgüvenli insan yetiştiren bir toplum muyuz acaba? Ve... her şeyden önemlisi özgüveni nasıl tanımlıyoruz acaba?..


İçinde ‘özgüven’ konusu geçen yazıları taradım. Çocuk eğitimi-gelişimi yazılarının dışında, büyüklerin önemli hayatlarından, memleket, dünya meselelerinden bahseden yazıları. İki konu dikkatimi çekti. İlki genel olarak özgüvenin tanımında anlaşamadığımız: ‘Özgüveni’ ‘ötekine göre, başkasına karşı ...’ diye gördüğümüzü fark ettim. İkincisi de ülkemizde bir ‘özgüven devrimi’ yaşanıyormuş. Fark edememiş olduğumu fark ettim.

Koca koca yazarları, politikacıları kendi hallerine bırakalım, bizim konumuz olan sevgili çocuklarımıza bakalım... Dışarıda vahşi bir ‘güven’ patlaması var, nasıl korunalım?

Özgüven ne demek (değil)?..

Karşısındaki insandan daha güçlü olduğunu düşünmek, değil.

Karşısındakine (daha) zayıf, (daha) başarısız olduğunu hissettirmek değil.

Karşısındakini fırsatı yakaladığında ezebilmek değil.

Arkadaşının başarısızlığından mutlu olmak değil.

Kendini dev aynasında görmek değil.

Kalabalık bir gruptaki en yırtık kişi olmak; en çok, en etkili, en yüksek sesle konuşan olmak değil.

Kasıla kasıla yürümek; en havalı olmak veya olmaya çalışmak değil.

Büyük, küçük, güçlü, güçsüz herkese kafa tutabilmek değil.

Saygısızlığı, hak ihlalini normalleştirmek yolunda azimli olmak değil.

Her şeyi öncelikle kendi hakkı olarak görmek değil. (Bu hak; oyuncak olur, salıncak sırası olur, trafik kuralı olur, kamu malıolur...)

Geçenlerde Oğuz ile parktaydık...

3 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir oğlan çocuğu, bakıcısı ile geldi parka. Bakıcının çantasından bir makinalı tüfek çıktı. Çocuğun eline tutuşturuldu. Çocuk herkesi tarıyor. Oğuz, bisikletini kenara koydu. Yere çöktü, taşlar ile oynuyor. Oğuz’un yanına geldi; Oğuz’un elindeki taşları almaya çalışıyor. Oğuz’un hiç bir zaman paylaşmama problemi olmadı. Aksine elindekine sahip olma, elinden zorla bir şey aldırmama konusundaki çalışmalarımız son sürat devam ediyor. Oğuz yardım ister gibi bana bakıyor, bir yandan da avcunu sımsıkı kapıyor. Çocuk bütün gücü ile Oğuz’un avcunu açmaya çalışıyor.

- ‘Ver taşları bana!’

Anlaşılan çalışmalarımızda kat etmemiz gereken daha çok uzun bir yol var ki Oğuz, ‘Hayır, ben oynuyorum. Elimden alamazsın.’ vb sözler söylemiyor. Oğlan, Oğuz’un yarısı. Oğlan, Oğuz’u paralayacak! İki adım ötede bakıcı, sessiz sakin, serin havanın tadını çıkartıyor. Artık oğlumun yardım isteyen maviş gözlerine dayanamayıp çömeliyorum yanlarına.

- ‘Ama arkadaşının elinden zorla bir şey almamalısın.’

- ‘İstiyorum, versin!

- ‘Oynamak istiyorsan, ‘Beraber oynayalım mı?’ diye sorabilirsin.’

- ‘Beraber istemiyorum. Ver taşı.'

- ‘...Bak ama senin gibi tatlı bir çocuğa hiç yakışmıyor...’

Baktım, tatlı dil işe yaramıyor, bakıcının kayıtsızlığı kanımı kurutuyor ve itiraf edeyim ki, o güzel yüz o kadar da tatlı gelmemeye başlıyor... Net ve sakin bir şekilde;

- ‘Hayır, böyle davranamazsın!’ diyorum. ‘İstersen sen de kendi taşını bul...’

Çocuk Oğuz’u paralayacak. ‘Hayır vuramazsın!’ 3 yaşındaki çocuğun karşısında çaresiz kalıyorum. Bakıcı iki metre ötede, hala serin havanın tadını çıkartıyor.

Çocuk bana öfke dolu gözlerle bakıyor. Yerden otomatik tüfeğini alıp beni tarıyor.

- ‘Sen öldün.’ diyor.

- ‘Hayır, ölmedim.’ diyorum.

- ‘Sen öldün, bisiklet de benim.’ diyor ve bisiklete doğru yürüyor.

- ‘Hayır, bisikleti alamazsın.’ diyorum.

- ‘Alırım.’ diyor.

Sakin (?) kararlılığımı fark edip uzaklaşıyor bizden ve gidip kaydırağın dibindeki kızlardan birinin kafasına bir tane indiriyor. Bana bir tane indirmekti isteği fark ediyorum; ama gücü yetmeyince ‘gücü yetene’seçeneğini kullandı. Böyle bir seçeneği olduğunu hiç öğrenmemiş olmalıydı. Kızın anneannesi fırlıyor yandan. Bakıcı bir zahmet kımıldanıyor...

- ‘Vurmadı, vurmadı, sevdi.’ (!!!!)

Anneanne kızı alıp uzaklaşıyor. Oğuz’a içimden de olsa kızamıyorum; kendisinin yarısı bir çocuğa karşı kendini koruyamadığı için. Benim kanım dondu, bu güzel yüzlü, minik çocuk karşısında. Elbet bu güzel yüzle doğdu; ama bu davranışlar ile doğmadı. Bu davranışı bir yerlerde gördü, öğrendi, kim bilir belki takdir gördü.

Bakıcının yerine parkta annesi ya da babası olsaydı çocuğun ne derlerdi acaba?

‘Oğlum, ne kadar güçlü. İki katı çocuğun elinden kaptıtaşları. Kadın ne diyeceğini şaşırdı. Sen de oğluna taşına sahip çıkmayı öğretseydin?’ mi derdi acaba... Yoksa özür dileyip, özür diletip doğrunun ne olduğunu mu gösterirlerdi oğullarına. Sanırım hayal kuruyorum. Zaten bu çocuk, ikinci senaryoda bu şekilde davranmayı hiç öğrenmemiş olurdu. Muhtemelen de öyle olsaydı, parka otomatik tüfek ile gelmez idi; çünkü böyle bir oyuncak ona hiç alınmamış olurdu.

Arkadaşlara anlattım ‘Vaaay, çocuktaki özgüvene bak!’dediler... Güzel memleketimdeki ‘özgüven devrimi’ bu olsa gerek.

...Oysa özgüvenin tanımında ‘karşısındakine göre, başkasına karşı’ diye bir şey yok. Özün, kendin; ne hissediyorsun kendinle ilgili? Yalnızken, etkilemen gereken insanlar yokken, gece yatağına yattığın zaman, aynaya tek başına baktığın zaman...

Minik Oğuz doğunca ne değişti? Her şey + Çocukların ne kadar zor bir dünyası olduğunu anladım (ya da hatırladım...)

 
Toplam blog
: 2
: 245
Kayıt tarihi
: 15.10.14
 
 

Eskişehir, 1976 doğumlu Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Ticaret Bölümü mezunu Yazar ..