Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Eylül '14

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Sıradan bir günde kendimle diyalog...

Sıradan bir günde kendimle diyalog...
 

Yazın son demleri. Güneş ara sıra sıkıntılı da olsa hala parlıyor. Benim gibi Eylül sevdalısı biri için “işte yine bitti koskoca yaz” demek üzüntü gibi değil aksine dudaklarımdan yükselen bir sevinç nidası. O sarı sıcakları öyle böyle tükettik bitiyor. Bazıları bayılıyor yaza, güneşe, güneşin kemikleri bile yaktığı o ısıya. Bense hep gölge ararım, güneşte sere serpe yatanların aksine.

Küçük tatil kaçamaklarından birindeyim. Ege denizi kenarında hem sakinliğin, yalnızlığın hem de tabiat ananın bize sunduğu güzelliklerin tanıdı çıkarırken, bir yandan da kendimi mutlu etmeye çalışıyorum…

Mutlu olmamak için de bir neden yok… Elimde yeteri kadar yıldız, ay ve güneş var. Karanlığı yaşanır kılan yıldızlar, biri batarken diğeri hep ve yeniden doğan ay ve güneş, ayrıca içimdeki yaşama sevinci… Dahası tutup bırakmadığım adına özgürlük dediğim uçurtmamın ipi de elimdeyse daha ne isterim ki…

Heyhat; öyle de olmuyor işte, münasebetsiz iç sesim durmadan dırdır yapıp duruyor. Hep bir eksik var gibi, yarım kalmış bir şeyler, tamamlanmamış ama bunu nasıl yapacağını bilememek, hep bir aralıkta kalmış hissi, tatmin olmamış duygular, adım atmakla atmamak arasında gidip gelmeler… Araf’ta yaşamak galiba bunun adı.

Bütün düşünceleri tespih yapıp birbiri ardına dizmek şart mı şimdi şu güzelim sahilde. Hâlbuki sal kendini çayıra, nasılsa mevlam kayırır değil mi? Öyle de böyle de kaşığımıza ne çıkarsa onu yaşamıyor muyuz?

Bak diyorum iç sesime. Karşıda deniz nasıl da parlıyor güneş ışıklarıyla oynaşırken minik dalgaları. Sular kendi aralarında halkalar oluşturarak hoş bir oyuna tutuşmuşlar. Güneş ışınlarıyla kol kola girmiş beyaz beyaz gülüşüp sahile zıplıyorlar. Rüzgâr nasıl da saçlarımın arasında gezinip yaramazca her bir telini karıştırıyor. Ayaklarımı uzatıp oturmuşum işte kumların üzerine ellerim çakıl taşlarını arayıp buluyor en renklisinden.  Derimi yakıyor öğle güneşi. Her bir ışın zerresini yakalayıp damarlarıma zerk etmek istiyorum. Öylesine hoşuma gidiyor bu sefer.

Ama… Ama diyorum; özgürlük de yalnızlığın bir çeşit akrabası değil midir?

İnsan yaşadığı çevrenin kölesi olmadan, gereksiz bir sürü şeye bağlı kalmadan, içindeki boşvermişliğe rağmen sevmediği şeylere son vermeden, kendini özgür hissedebilir mi?

Beynimin içindeki labirentlere doluşan cevabı olmayan soruları sormaktan vazgeç artık diyorum içimdeki dırdıra. Çıkışı bulmak zor. Çıkamıyorsun işte boşuna debelenme, birbirine dolaşmış izlerin peşinde dolaşma artık. Bir nebze berraklığa yaklaştığın her an, kuşku, karamsarlık ve yeni bakış açıları ortaya çıkıyor istem dışı.

Biraz sonra kalk mesela, çıplak ayak bas çimenlerin üzerine diyorum ısrarla kendime. Ya da direkt toprağa bas. Düşünme ayakların kirlenir diye boş ver kirlensin, sular neleri yıkamıyor. Sarıl mesela ağaçlara, konuş çiçeklerle… Yağmur ol yağ bulutlardan, toprağa seril, kaldır başını bak gökyüzüne, sana verilen nimetleri gör ve şükret…

Elinden geldiği kadar, bütün ucuz ölümlere, üzüntülere, üzerinde oynanan oyunlara rağmen, kırılmışlıklara, ayrılıklara, olmamışlara ve bundan sonra olacaklara rağmen.

Yaşamayı sevmek gerek…

 

Şükran Okyay 

 
Toplam blog
: 249
: 3042
Kayıt tarihi
: 19.03.11
 
 

Doğup büyüdüğüm şehirde, İstanbul'da yaşıyorum. Emekliyim. Gezmeyi, görmeyi, keşfetmeyi sevdiğim ..